Salı, Aralık 25, 2007

yeni yıl yazısı

en kısa zamanda deniz kenarına gidilecek. birkaç taş toplanacak, bu kesin. yeni bloggerların öyküleri okunacak, yazdıkları okunacak. facebook'tan kurtulmak gerek.... Queen Innuendo şahane bir albümdür evet, bu yıl bitmeden dinlenecek çünkü bu yıl galiba hiç dinlenmedi. kitabımı okuyan sevgili okura teşekkür edilecek, iki bira içene, gel beraber içelim denecek... kozahan'a git diyene, vallahi haklsın, en yakında gideyim denecek, akşam yazılarımı sevene kucak dolu öpücük gönderilecek... evet, bunlar yapılacak.

biliyor musunuz; tarçın diye bir içecek var. toz halinde. oralet gibi. adı tarçın ama. rengi pembe. bu kadar gğzel bir şey olabilir mi hayatta, hemen edinin, hemen. hani yalnızsındır, hastasındır biraz, şefkate ihtiyacın vardır, biri çorba getirsin, limon da koysun yanına istersin, ekmeğin köşesi, bir peçete ve bir minik vazoda tek bir çiçek... olmaz ama, yoktur diyelim öyle biri. o zaman kalkın işte, tarçın yapın diyorum kendinize... kaynamış suya iki kaşık. inanın, deli bir duygu. hatta son zamanlardaki en büyük keşfim...

yeni yıl yazısı...
geçen seni şunu yazmıştım;
bak sahiden bekliyordum seni bu sefer. hararetle. hani şu arkadaşın 06 var ya, bir tuhaftı. benden duymuş olma, beni tepetaklak etmeyi başardı. şuydu, buydu derken bir aşağı çekti, bir yukarı. haşin davrandı. ittirdi, kaktırdı. birden de havalara sıçrattı.

işim açısından iyi davrandı ama sağolsun, bana ulusal gazeteleri açtı, beni dergilere falan yolladı, bana bir sürü kitap gönerdi. o açıdan kızgın değilim kendisine, hatta müteşekkirim ama bak beni duygusal anlamda hayli hırpaladı.

ne diyeyim ben şimdi ona? git diyorum, hadi git, bütün yıl oyaladın beni, güle güle git diğer kardeşlerinin yanına, orada kal ama, geri dönme, dönemezsin zaten:)

07 sana gelince, bak ümitle bekliyorum seni, baharı bekler gibi bekliyorum, sen kardeşinden daha iyisin gibi geliyor bana, ittirip kaktırmazsın seni ben, öyle hissediyorum. şükürler olsun, geliyorsun, nereden baksak 48 saat falan kaldı, oh yani, böyle mi beklenir bir şey?

bekliyorum işte. gel bakayım, kurul şöyle bir berjere, anlatayım sana şimdiden. Bak neler neler istiyorum senden... sen dinle beni usulca, hepsini gerçekleştirmesen de hayallerimin, bir iki kıyak yaparsın artık.

hoş geldin..

.......
eh 2007 bilmişim seni ben. bana iyi davranacağını bilmişim, onu demek istiyorum. iki üç mutsuz an oldu tabii, birkaç gözyaşı, birkaç kalp sızısı. ama onun dışında kesinlikle kardeşin 06 gibi kötü davranmadın bana sen. tamam evet, çok eve kapanıp çok bilgisayar başında düşündürttün adamı. ama bu kıza müziği geri verdin mesela. müzik dinlemez olmuştu çünkü, şimdi doyuyor müziğe. güzel iki seyahat verdin, biri çekoslavakya'ya, diğeri yunanistan'a. hem de kızımla... büyüyen, güzelleşen, dünya tatlısı kızımla...
işler de verdin. akşam yazılarımın yanına bursa gazeteleri ekledin, hem sonra yeni bir iş daha verdin, dergi editörlüğü, keyifle yaptığım... sağlık da verdin, sağol... öyle aman aman bir problemimiz olmadı sağlık bakımından.
eh, giysiler, şarkılar, kahveler, yemekler, mumlar, ayakkabılar, çam ağacı süsleri de alabildim. kola, şarap, bira... canım ne istiyorsa içtim. güldüm ve de eğlendim...

bak 08, sıra sana geldi.
çift rakamlı bir sayı olman zaten yeteri kadar çekici. bunun yanı sıra sevimli de. zannedersem yuvarlanıp gideceğimiz bir arkadaşlığımız olacak seninle. o da iyidir. sağlık olsun, neşe olsun, daha ne olsun... 07 arkadaşın gibi birkaç iş teklifi daha yaparsan, evimizden mutluluğu eksik etmezsen başka ne isterim ben. hadi bakalım, göreyim seni...

hepiniz ama hepiniz için mutlu bir yıl diliyorum....

Çarşamba, Aralık 05, 2007

mutfak masası

ah yine aynı masa. gelip kurulduğum. evin içinde kendine en güvenli yeri bellemiş küçük bir köpek gibiyim. hani gider, hep orada yatarlar. o misal, aynı masanın başındayım. yatmıyorum neyse ki, yazıyorum.

yağmur var dışarıda; hepinizin camlarının dışında bir yağmur evet ama benimkine bugün gripin eşlik ediyor; "dört" isimli şarkılarıyla. hoş, uygun yağmura gripin. bir çay, bir çay daha şeklindeyim bugün. gripi atlattım, gripin dinleyince geçmiş olabilir mi?

bir sürü şey yapmak istiyorum yine. bir sürü yere gitmek. en çok da konserlere. öyle ukde içimde elvin doğalı beri gidemediğim konserler. şimdi küçük büyük fark etmez, kendimi rock'ın o sevdiğim kollarına bırakmak istiyorum. zannedersem bu ara en çok bunu istiyorum.

bir de geçen sene biterken şahane bir "güle güle 2006" yazısı yazmışım; çok içten olmuş. aynı türde bir yazıyı 2007 için yazmak istiyorum. artı beton çivileri olan matkaplı bir insan evladı istiyorum, yeni evime çerçeve, raf taksın diye. denize sokmak istiyorum ayaklarımı bir de. deniz kokusu istiyorum şiddetle, bu yüzden belki deniz kokan bütün mavi mumları dolduruyorum eve. insan denizi görmeyi değil bir tek, kokusunu da özlermiş. özler tabii. görmeden, sadece kokusunu duysam da olabilir bana... hatta hani gidersin yazlık eve, acayip bir iyot kokusu karşılar seni. o bile yeter.

Perşembe, Kasım 29, 2007

şimdi şu an...

bu sefer de yazmazsam olmayacak... ne yazacağımı bilmeden, bilemeden üstelik. kimi gün evet, neşeyle başlayabiliyor. gerçi bana üç bardak çay içmeden her gün kötü... ve evet ama, o türk kahvesi anında, pencereden ışıl ışıl gündüz vururken içeri, daha vakit varken her şeye, iyi görünüyor durum. çizgili bir masa örtüsü var sevdiğim, renk renk, gökkuşağı gibi, elvin gibi.

kahvem oradayken camdan dışarı bakıyorum. neler yazmalıyım bugün, neler yapmalıyım. bütün bu yapacaklarımdan ziyade yapabileceklerimin neşesi oluyor içimde o an. saatler ve saatler boyu bir şey yapabilirim, benim mutlu eden, rutini kıracak herhangi bir şey... herhangi bir şey ama ne...

hiçbir fikrim yok. işte asıl mesele de bu. bir kısırdöngü içinde geçiriveriyorum günü, sanki sürekli hulahup çeviriyorum, sanki sürekli aynı sinemada aynı filmi izlliyorum gibi. öyle işte, yaptıklarımdan şikayetçi olamam, yazıyor olmaktan veyahut da çamaşır asmaktan falan... bunları da seviyorum, o yüzden evdeyim, o yüzden evini seven bir ev kuşuyum. ama işte, yapabileceğim şeyler varken, o güç varken bende, tam o saatte güzel geliyor hayat. derken o aynı şeyler yeniden start alıyor ve derken akşam oluyor. derken yemek yapılıyor, yeniyor, tv izleniyor. elvin bilgisayar oyunları oynuyor, resim yapıyor.

tam o uyuduğunda onun için de üzülüyorum bu kez... daha da çok vakit olsun istiyor çünkü o da benim gibi. ne çizgi filmlere dolyabiliyor, ne kedilerle oyuna. ama işte okul var, zorunlu. eve geldikten sonraysa tamamen özgür. seviyor o da evi. sokağı daha çok aslında. bu soğuk havalarda kendim nereye gideceğimi, gidebileceğimi bilmezken, onu nereye götürebilirim okul çıkışı hiç bilmiyorum...


alışveriş merkezleri hayır, kesinlikle olmaz. yazın parktaydık hep. şimdi yalnızca ev. asosyal bir annenin çocğu olmak da zor tabii. öyle eve gelip gidenler kırk yılda bir ya da bizim birilerini ziyaretimiz. bu yüzden işte yazıyorum şimdi ben. o türk hakvesi içip gözümü kısarak camdan baktığım an dursun istiyorum her şey. ben yapacak değişik bir şey bulana kadar öyle kalsın. sonra aksın...

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Beverley Knight - The Queen Of Starting Over (Live)

I'm the queen of startin' over... nefis bir ses, nefis bir kadın, nefis sözler... günün şarkısı...

Salı, Kasım 27, 2007

Bobby Bare - 500 Miles

dünyanın en güzel şarkılarından biri... bu yağmurlu günde keyfini çıkaralım...

Pazartesi, Kasım 26, 2007

bir bitter çikolata, bir de tarçınlı kurabiye

türk kahvenizin yanına...

ne çabuk akşam oluyor, birazdan yine toparlanma vakti. ev havalandırılacak, ayakkabılar giyilecek, araba anahtarı alınacak, kızımı okuldan alacağım... o diğer çocukların yaptığı gibi koşarak bana sarılmayacak ama, sevmez olur olmaz tensel teması.

ama yine de çocuklara özgü, bir gün bir yerlerde nasıl da terk ettiğimizi anımsamadığımız, o zıplamaya benzeyen neşeli yürümeyle gelecek yanıma... çocuk çocuk gelecek, saf saf. çizmelerini küçücük çekmecelerin birinden çıkaracak, yere oturup giyecek, öğretmeninin 15 aydır söylediği sözü yine dinlemeyecek, "taşa oturma evladım, oraya bir minder koyduk ayakkabılarınızı giyin diye..."

yok hayır, dinlemeyecek... paltosunu giyecek, fermuarını çekeyim diye bana dönecek ve "iyi akşamlar öğretmenim"in ardından küçük elini bana teslim edecek... her zamanki gibi ah işte o fırından yeni çıkmış bir kurabiye kadar sıcak olacak eli, benim elim her zamanki gibi buzluktan çıkmış herhangi bir şey kadar soğuk olacak. "elin çok soğuk anne" diyecek yakınarak, ama bırakmayacak. henüz değil, daha değil... belki birkaç yıl sonra...

son üç merdiveni bana, onu kollayan varlığıma güvenerek atlayacak. arabaya binince "atatürk'in annesi zübeyde hanım, babası ali rıza bey. mavi blue, beyaz ise white"" diyecek...

"salvation çal anne, hadi ama" diyecek ardından sabırsızlanarak. "günün nasıl geçti?" diyeceğim ben onu duymamış gibi. "dora yine ayağıma bastı" diyecek günü özetlerken.

salvation; arabamızın müziği yani, bangır bangır çalacak yolda. kızım buğulanan camlara kalpler çizip benim ve kendi adını yazarken şarkıya eşlik edecek; "salvation is free" diyecek, altı yaşındaki bir çocuğun en sevdiği şarkının bu olmasına bir daha, bir daha şaşırıp sevineceğim ben, "ah annesinin annesine benzemeyen ama annesinin müziklerini seven kızı" diyeceğim içimden...

akşam oldu sahi... gideyim...siz yazın bana yine ama olur mu? sanki "yaz" demeniz gerekiyormuş benim tekrar başlamam için...

Pazar, Kasım 25, 2007

iki ay olmuş...

iki ay olmuş "yazamıyorum" diyeli.

başka her şey için vakit var sanki; sanki durup şu harika ay'ı izleyebilirim, bir dolunay çünkü, tam yazdığım noktanın yanında. yanımda duruyor hatta, bana eşlik ediyor yazarken...

cam kenarı berjerindeyim. kırmızımsı, bordomsu,ama öyle rengiyle iddia saçan değil, aksine bulunduğu ortama tam uyum sağlayan, adeta bütünleşen, kimseyi rahatsız etmeden yaşayıp giden berjerlerimin birindeyim. kendime benzettiğim, o yüzden de pek sevdiğim berjerim evet, dolunaya bakıyor şimdi.

vakit erken ama. daha akşam yemeği yenmedi, sünger bob patrick'le gülüyor, duyabiliyorum. kanepemde minik insan, kanepemde huzur.

ben yazamıyorum evet, yazmam gereken şeyleri bile hatta... birkaçını büyük bir hızla yazıp "gönder" tuşuna basıyorum, bir kısmı ilgi bekliyorlar, bulamıyorlar... harflerin sahibi, o dosyanın efendisi ben, hayır, geri dönüp bakamıyorum bile yazdıklarıma, ya çok fena olmuşlarsa ve ya devam etmek zorunda kalırsam kaldığım yerden... tamam evet ,devam etmek zorundayım da, dosyayı açarsam vicdan azabıyla devam edeceğim, e bu da şahane bir sonuç doğurmayacak.... yazmak zorunda hissettiğim için yazacağım... bunu da istemiyor kalbim...

başka şeylere vaktim hep var ama... gerçi okumayı da bırakmıştım iki aydır. harfsiz harfsiz dolaştım yani. işin tuhafı fuardan yeni aldığım kitapları da birinci kattan dördüncüye taşınma sırasında kaybettim, eh, alametler...

kitapları, şimdi inanamadığım bir şekilde bir odanın bir dolabına tıktım... resmen... hani onlar gereksizmişler gibi, halının altına çaktırmadan süpürülen ev nesneleriymişler, tozmuşlar, topakmışlar, kirmişler, pismişler gibi.


taşınalı yeni eve iki hafta kadar oluyor. gelen biri "bu ev aynı ama" dedi görünce, gerçi bi salonu bilenlerden. "e evet aynı" dedim, içimden de dedim ki aynı ama çok farklı, kat çıktıkça daha ferahlamış sanki yüreğim...

mutfakta deli bir dolap istilası, her şey şimdi ilk kez yerli yerinde, üstüste durmak zorunda olan çanak yok mesela, birini çekerken diğerini devireceğim, lanet olsun "hesap kitabı" yok. bu bile bir ferahlık sebebi bana...

ama kitaplar, kitapların dolaba tıkılması sebebiyle yeni aldıklarım da kayboluverdiler işte... zevk için kitap okusam neyse. işlerimden biri de kitaplarla ilgili yazmak... gerçi o zevk için olmuyor mu? oluyor tabii, zaten okuyacaksın kitabı, ilaveten bir de yazı döktürüveriyorsun ardından; arabaya binip senden uzaklaşan bir sevdiğinin ardından su dökmek gibi...

neyse, bulamadım işte kitapları. bulurum ama... neyse ki yazmaya başladım bakın... bugün blog okuyuculardından birinin bir sözü üzerine. tek cümleyle kendime geldim. iyi oldu.

daha da yazarım, birikmiş her şey, ama o zaman sıkılırsınız... türk kahvenizin yanında minik bir çikolata kaplı kurabiye olsun bu yazı. sonra, yarın belki, yine yazarım...

Pazartesi, Ekim 29, 2007

yazamıyorum

yazmak da istemiyorum... bir işe başladım, yazdım, yazdım, durdum, kaldım... onu da yazamıyorum. yazamama hali geldi üzerime; harflerden sıkıntı duyuyorum bugünlerde, oysa ne severim onları. üstelik işi yazmak olan biri olarak bu sıkıntıdan derhal kurtulmayı umuyorum...
hafta sonu kitap fuarı, bir sürü harf... o bile zor geliyor...

Çarşamba, Ekim 03, 2007

bu da facebook yazısı

Böyle haftada bir yazınca geç kalınıyor tabii; benden önce Selin Özavcı ve Mansur Forutan ‘facebook’ hakkında nefis bir şeyler yazdılar. Ama şu sıralar facebook hakkında ne kadar konuşulsa yetmez gibi… Deniyor ki; klasik ara motorları artık çağın çok ötesinde kalacak çünkü artık Facebook var.

Neden? Çünkü google’da, yahoo’da sadece kendi aradığınız spesifik bir bilgiye yönlen- meniz olası. Oysa facebook’ta profilinizi güncelleyip de ilgilendiğiniz konularla ilgili grup- lara üye olduktan sonra gerisi çocuk oyuncağı. Kitap, müzik, politik bir mesele veyahut da cidden komik bir gruba üye olmak an meselesi. Bu sayede siz yerinizde otururken gelsin yeni ilgilendiğiniz müzik türleri, konserler vesaire ile ilgili son bilgiler… Bunun için mesai harcayan, dünyanın birçok köşesinden binlerce arkadaş var…

Bunun yanı sıra “Saat on ikide öleceğimi bilsem bile zincir mektuplardan birini asla göndermem” gibi şahane esprili gruplar da var. Günde 150 bin kişinin üye olduğu, Amerika’daki portallar arasında trafik bakımından altıncı sırada olan Facebook’un hikâyesi de bütün o inanılmaz hikayelerde olduğu gibi küçük bir yurt odasında başlıyor. 23 yaşındaki CEO Mark Zuckerberg evet, bir gece öyle otururken odasında neden bütün Harvard’lıların iletişim içinde olduğu bir sistem kurmayayım diyor… Bunda bir şey yok tabii; ancak Zuckerberg diğer bütün oluşumlardan farklı olmak istiyor; gerçek insanlar gerçek planlar yapsınlar, buluşsunlar, iletişim içinde olabilsinler istiyor. Harvard’tan sonra başka okullar, kolejler, derken şirketler de bu sisteme dahil oluyor. Kısa bir sürede tüm dünya facebook illetine kapılıyor ve sonunda Yahoo şirketi 1 milyar dolara almak istiyor. Hayır ama, Zuckenberg böyle kalmaya niyetli… Şirket satılmıyor…

Sormadan bİlgİ sahİbİ olmak…

Facebook deniliyor ki Sokrat türü bir bilgi sunuyor kullanıcılarına, farkı bu… Sormadığın şeyler hakkında da seni bilgi sahibi yapıyor… Olay bu olabilir evet ama birçok eğlenceli uygulama da sizi bekliyor facebook’ta sevgili okur. Bir kez girmeye görün, gerisi aynen çorap söküğü gibi geliyor. Çin falınızdan vampir olup arkadaşlarınızı ısırmaya, sanal biralar yollamaktan sanal bahçe kurup da tavşan yetiştirmeye kadar bilimum ‘zırvalık’ mevcut ama inanın çok eğlenceli bunlar... Yaş bende 35’i geçmiş olmasına karşın günde bir saatimi facebook ile öldürmeye başladım; ilkokul arkadaşlarımı bulduğum gibi, İstanbul’un neresinde bu gece ne partisi var, Mavi Sakal’ın konser planları var mı, arkadaşlarımdan hangisi evde uyuyor, kimin başı ağrıyor falan, sormadan öğrenebiliyorum… Herkes fotoğraf da yüklediğinden, kim gittikçe gençleşiyor, kim gittikçe yaşlanıyor bunu da yerinde ve kimseleri rahatsız etmeden tespit edebiliyorum. Bu da eğlenceli bir durum, kabul edin…

Ama şöyle de bir şey var; dünya sahiden de bir köye dönüyor böylece. Köyde oturuyormuşçasına yakınız birbirimize. Ha Hatice teyze bize kahve içmeye gelmiş ve anlatıp durmuş, ha Facebook’a girmişim… Facebook gözünü internetle açanları oyalayacağa benziyor, biz yaşı biraz geçkin olanlara ise teknolojinin nasıl olup da buralara kadar geldiğine hayran kalıp ucundan yakalamaya çalışmak düşüyor… Hepimize kolay gelsin…
(not: Akşam'da yayınlanmıştır)

Çarşamba, Eylül 19, 2007

yahu...

"yahu"yu severim. hele cümle sonunda söylemeyi. şimdi de durum uygun...
yazamıyorum yahu... iki gündür bakıyorum ekrana. boş sayfalara.

yazamamak, işi yazmak olan bir insanı çıldırtabilir.

bitkinim, yorgunum gribal bir durumdan, hem sonra hava güneşli, evde yapılacak işler var, masam dağınık, salon keza çok dağınık. o yüzden yazamıyorum.


o yüzden diyorum ama işte bahane buluyorum...

aklımdan her şey uçmuş gibi.

işin tuhafı yarın yazmam şart, yani yarından sonraya erteleyemem Akşam yazımı.

ama ne yazayım? vallahi çok tuhaf.

durdum, kaldım hadi hayırlısı yahu...

Pazartesi, Eylül 10, 2007

yunan adaları...


Yunan Adaları’na gidiyoruz, hadi hayırlısı. Kararı bir günde verdik. Kızımla gideceğiz, vize mize yok ya... Kaptık pasaportu, acayip bir ilaç listesi hazırladık, iki şort, bir mayo şeklinde çıktık yola. Ama valiz niyeyse yine de pek ağır, artı bir de puset var. Atladık otobüse, Çeşme yolcusuyuz. Otobüs pop şarkıları çalıyor bangır bangır. Yanımda çocuk olmasa gidip kıstıracağım, çocuk varken ise pek memnunum halimden.


Limana yakın bir yerde bıraktı şoför. Aman tanrım, bu ne rüzgar ve ayrıca aman tanrım, bu valize ne koydum ben? Taşımam olanaksız. Gemiyi görüyorum ama ulaşamıyoruz… Taksi yok. Daha en başta her şey bu kadar zorluysa, Yunan Adaları’nda ne yapacağım ben? Neyse ki biri geçiyor yoldan. Acıyor halime. Pusetli, çocuklu ve dev valizli bir kadın… Valizi limana kadar taşıyor. Gemideyiz ve yorgunuz. Daha başlamadan perişanız, öyle diyeyim.

Akşama kadar dinlenince durum iyi. Yemek salonu Love Boat tadında. Bir yandan piyanodan Children of Sanchez melodileri yükseliyor, diğer yandan geminin bütün kaptanları sırayla ve neşeyle kendilerini tanıtıyorlar. Genç bir kadın olan stajyer kaptan çok alkış alıyor. Yemekler iyi, çeşitli. Çocuk hiçbirini yemese pilav yer. Bizimkinin oyuncak kedileri de yanında. Onlara da bir tabak hazırlayıp masanın altına koyuyor. Garsonlar başta gemiye kaçak kedi girmiş diye birbirlerini dürterken sonradan alışıyorlar duruma.


Sabah Pire’deyiz. Metro istasyonu çok yakında dendiğinden yürüyoruz. Yolda da ikide bir durup “metro nerede?” diye soruyoruz. “Yakın” deyip bizi kandırıyorlar. Yaklaşık 4 kilometre yürüyüşün ardından metrodayız! İyi ki puset var, bizimki “yoruldum” diyerek çoktan beni gemiye geri döndürmüştü yoksa. Puseti kaldırımlara indirip çıkarmaktan bacağım zonkluyor. Olsun diyorum, bu seyahat iyi geçecek…

Atina’yı gördüm daha önce. Ulusal yas ilan edildiği gün oradayız, evet, ancak Türkiye medyasının iddia ettiği üzere gökyüzü dumanlarla kaplı falan değil… Bizimkini Akropol bu yaşta enterese etmez diyerek (Ay ne ayıp bana!) şehir merkezinde kedi arayışına çıkıyoruz. Plaka civarlarındayız, güzel, hoş, neşeli sokaklardayız. Bir Yunan kedisine ihtiyacımız var… Buluyoruz neyse bir kedi, bizimkisi mest. Kâh oturup dinlenerek, kâh bir Yunan, pardon Türk kahvesi molası vererek arşınlıyoruz sokakları. Pire’ye dönüş daha kolay. Metro istasyonundan taksiye biniyoruz ve taksi şoförü beyefendinin taşımaktan hazzetmediğim ama kucağıma konuşlanan puset için ayrıca birkaç Euro tırtıklaması beni sinir ediyor.

Ertesi gün, Mikonos. Tur rehberleri ve broşürler burası için ısrarla “farklı cinsel tercihleri olanların rağbet ettiği ada” diyor. “Gayler burayı acayip seviyor” diyen yok. Bar bar dolaşamayacağımıza göre ikimizin Ada’da göreceği şeyler şunlar; yel değirmenleri, küçük Venedik ve meşhur pelikan Petrus. Küçük Venedik iki adımlık yer, zaten ölen meşhur Petrus’un replikaları da her yerde. Petrus’un boyu bizimkinin boyu kadar, o yüzden korkutucu. Hatta görmesek daha iyiymiş, acayip sesler çıkarıp hızlı hızlı küçük Venedik’i arşınlıyor… Bir Yunanlıyla sohbet ediyorum; “Ornos plajı ailelere göredir” diyor bana, diğerleri bizi aşarmış… Eyvallah diyerek soluğu plajda alıyoruz, havlu unutmuşum, güneş kremi ve şapka da… İdare edeceğiz, havlu yok ama bir sürü kedimiz var yanımızda. Kolluk da unutmuşum… İşte bu fena…

SANTORINI ÂŞIKSIZ ÇOK SIKICI

Santorini enteresan ama… Cidden. Bir kere ya eşek kullanacaksınız tepelere çıkmak için -ki merkez yukarılarda- ya da teleferiğe bineceksiniz. Teleferik kuyruğu neredeyse bir kilometre, eşekler de bizimkine pis kokulu geliyor. Gözümüz korktuğundan Santorini için tura ‘yazıldık’. Herkesi atlayıp bir yata vardık. Hatta açıklarda demirleyip şifalı sularda, henüz faal olan volkanın yanında yüzdük. Santorini’ye çocukla değil sevgiliyle gitmek lazım. Cidden âşık olunan biriyle ama… Dönerken “dünyanın en güzel gün batımı burada” diyerek adalarını pazarlayan Yunanlılara hak verip teleferik kuyruğunda, önümüzdeki çiftin kavgası yanlış bir insanla Ada’ya gelmenin ne denli sıkıcı olduğunun kanıtı gibiydi adeta. O gün batımını izlerken o kavga olmuyor yani, tezat…

Midilli bizden bir ada. Moliva’ymış, Petra’ymış, araba kiralamaymış falan bize uymadı. Son gün rehavetiyle kendimizi kafelere vurduk kızımla. Haldır haldır koşturmaya değil, beraberce dinlenmeye geldiğimizden son gün bunu layıkıyla yerine getirdik. İyi de oldu...

Çocuğuyla Yunan Adaları’na gidecekler korkmasın, mayo, havlu, terlik, kolluk, güneş kremi ve puset unutmasın. Gemi seyahati zor olur mu diye de endişelenmesin, aksine bütün çocuklar işin en çok gemi faslını beğeniyor. Durum budur, gideceklere duyurulur.
(Not: yazı cumartesi günü AKŞAM'da yayınlandı..)

Pazar, Ağustos 26, 2007


çok isteyince bir şeyleri; hiç ummadığım bir anda tam istediğim şey olmasa da bir benzeri gelir bulur beni.

girit süslüyordu hayallerimi, hanya'da babaannemin doğduğu evi bulacaktım, elimde girit kitapları olacaktı. o havayı koklayacak, her giritlinin yaptığı gibi otlar toplayacak, azıcık haşlanmalarına izin verecek ve sonra üstüne zeytinyağı döküp yiyecektim. köy kahveleinde oturacak, babannemin yaşayan komşularını soracaktım... çok istiyordum çok... o olmadı da başka bir şey oldu...

seyahat acentalarına bir iyilik yapmışlar, bedava bir tur. yasa, "sen git" dedi, "eyvallah" dedim, ben giderim her yere, maksat gitmek olsun. gemiyle yunan adaları...

içinde girit yok. pire'den başlıyor, santorini, mikonos ve midilli'ye uğruyor. bir hafta. kızımı da alıyorum. ve üstelik yarın gidiyorum. üç günde karar verilir mi? verdim, hazırlandım, gidiyorum. hadi hayırlısı....

Salı, Ağustos 14, 2007

oradan buradan


yazlık. sonra burası. gel ve de git. yazıları yetiştir, dergiyi yetiştir. a bakın bu fotoğraf derginin "lansman" partisinden. lansman komik sözcük. nihat odabaşı fotoğrafları çekti gelenlerin, bir de asistanları tabii. arzu kaprol defile, dj. u.f.u.k müzik. güzel geceydi. ama işte kolluk çıkarıp takma işlerine devam. gerçi tek kolluğa terfi etti elvin. umarım yüzerek yapar finali bu yaz. ben yazı seviyorum da, eylül gelsin istiyorum şimdi. eylülde deniz hep sütliman, eylül bir tuhaf güzellikte... eylül gelsin ama kalsın biraz.

Çarşamba, Temmuz 25, 2007

A-Ha - Forever Not Yours

ben günde sekiz kere falan dinliyorum... siz de dinleyin diye...

bakın bu elvin, bakın bu nurdan


en can dost ile canımın içi çocuk. daha ne olsun. dünyanın en güzel fotoğrafı benim için.
daha ne olsun...

Pazar, Temmuz 15, 2007

zak

ağabeyim çevirdi diye demiyorum.. mutlaka lazım her kütüphaneye... yaşınız kaç olursa olsun...

Zak adlı çocuk
Zak, bazı açılardan Harry Potter'dan bile yetenekli bir çocuk. Öyküsü sakin, huzurlu ve çocuksu. Ne devasa yılanlarla savaşıyor ne de şeytani ruhlarla...


Günümüz çocuklarını düşünüyorum da, neyin çocuklara göre olduğu neyin olmadığı ayrımını yapmak kolay değil. Bilgisayar oyunlarının, televizyondaki çizgi filmlerin, sinemalardan takip ettiğimiz animasyonların içerdiği şiddet ve cinsellik bazen gece yarısı filmlerini aratmıyor. Belki bu durumun, çocukların hayata çabuk alışması gibi faydaları vardır, ama minik okurların masumiyetlerini bir süre daha korumalarını, kısa bir dönem de olsa çocuk kalabilmelerini önemsiyorsak, onlara aldığımız kitaplarda biraz seçici davranmamız fena olmaz. Kitapların çocukları bir filmden ya da oyundan daha fazla etkilediği, kitap okurken kendilerini bizzat olayların içinde hissettikleri biliniyor.
Zak, artık az rastlanan bir masumiyete sahip, sevimli bir kitap. Daha ilk gününden sıra dışı yetenekleri olduğu anlaşılan bir çocuğun mütevazı ama sürükleyici öyküsünü anlatıyor bizlere. Kitaba kahramanımız annesinin karnındayken başlıyoruz, dış dünyayı onun gözlerinden görüyor ve 'içeride' yaşadıklarına tanık oluyoruz. Zak'in hayatı boyunca önce kendisini sonra da diğer insanları bol bol şaşırtacağı, doğum günü geldiğinde annesinin karnından uçarak çıkmasından belli oluyor. Zaten bundan sonra da ayakları pek yere basmıyor. Ailesi onu bu haliyle benimsiyor ve diğer insanları korkutmaması için ister istemez sosyal hayattan uzak tutuyorlar. Ta ki Zak yeteneklerini bilinçli kullanabilecek ve kontrol edebilecek yaşa gelene kadar. Zak'ın hayatı, denizci babasının ailecek bir ada tatili ayarlamasıyla renkleniyor, gittikleri küçük ve neredeyse ıssız adada, kendisine yeni dostlar ediniyor ve türlü maceralar yaşıyor. Hayvanlarla özel bir yöntemle konuşabilen minik kahramanımız, onlardan doğanın dengesini koruyan ağı, bu ağa insanların verdiği zararları ve adada yaşayan, korkutucu ama iyi niyetli kâbus canavarının sırrını öğreniyor. Zaman geçtikçe, kendisinin dünyadaki tek özel çocuk olmadığını, ona benzeyen başka insanlar da olduğunu kavrıyor ve onun gibi uçamasa da, insanların düşüncelerini okuyabilen sevimli Leah'la dost oluyor. İki kafadar birlikte bilgisayar oyunlarıyla kafayı bozmuş Sam'in eğlence niyetine hayvanlara tuzak kurmasını önlemeye çalışıyorlar. Zak, Leah ile yaşadıklarından sonra, doğa ve hayvanlar kadar insanlarla vakit geçirmenin de keyifli olabileceğini anlıyor.

Anne babalara da önerilir
Zak, bazı açılardan Harry Potter'dan bile yetenekli bir çocuk. Ama öyküsü sakin, huzurlu ve çocuksu. Ne devasa yılanlarla savaşıyor ne şeytani ruhlarla, dünyayı bilmem kaçıncı kere de kurtarıyor. Gene de Bridget Belgrave ortaya sürükleyici bir öykü çıkarmayı başarmış. Bunun nedeni yazarın öyküyü merakı ayakta tutacak şekilde kurgulaması ve anlatması, sıradan olayların bile çocukların algısında ne kadar heyecan verici olabileceğini bize hissettirmesi. Cümlelerin kısa olması, sevimli vurgular içermesi ve akıcılığı, küçük okurların olayları rahatça takip edebilmesi için yerinde bir tercih. Yasa Emre Arar da kitabı çevirirken buna gereken özeni göstermiş.
Zak, başından sonuna kadar kahramanın ağzından anlatılıyor, bu sayede olaylara onun gözünden bakıyor, bir çocuğun iç dünyasını yakından gözlüyor, dünyaya dair yaptığı her keşfin onu şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklemesine tanık oluyoruz. Yazarın çocuklarla kurduğu empati etkileyici, diğer pek çok ünlü süper-afacana göre daha canlı, daha gerçek bir çocuk Zak.
Ben bu kitabı minik okurlar kadar anne babalara da öneriyorum. Kendilerini çocuklarının yerine koyup, ummadıkları kadar keyif alabilirler.

Barış Mistecenaplıoğlu/ Radikal

ZAK
Bridget Belgrave, Çeviren: Yasa Emre Arar, Yerdeniz Yayınları, 2006, 155 sayfa, 12 YTL.

Çarşamba, Temmuz 11, 2007

okula gitmeyeceğim

sabah yine okula gitmeyeceğim çığlıklarıyla kalkılıyor. akşam vicdan azabı duyan kadın çocuğunu almaya okula en erken giden anne oluyor. çocuk pürneşe film izlemekte arkadaşlarıyla. sinema tadında bir oturum söz konusu. okul serin, dışarısı cehennem. çocuk, "anne niye erken geldin, ben daha film izliyorum..." diyor. anne dışarı çıkıp bir çay bir sigara içiyor, telefonunu karıştırıyor, uzun zamandır aramadığı birini arıyor mesela, çocuk geliyor. çocukla anne eve gidiyor. sabah aynı terane yeniden yaşanıyor. çocuk "ben hiçbir zaman okula gitmek istemiyorum" diyor, anne "daha ilkokul, ortaokul, lise var, üniversitesi, masterı var." diyor. "yani" diyor çocuk, "kaç yıl okul var?", "17 yıl falan diyor anne" içi burularak... "peki" diyor çocuk, "hastalanınca noluyor?", "valla hasta masta gidiliyor okula, anaokulu gibi değil" diyor anne. "ya bayılırsam" diyor çocuk, "eh o zaman evde olabilirsin bir güncük" diyor acımasız anne...
"peki" diyor çocuk, "okul bitince?"
Okul bitince iş var diyor anne, çalışacaksın...
"o zaman beraber çalışabilir miyiz anne?" diyor çocuk, "hem böylelikle bütün gün beraber olmuş oluruz..."
"Tabii" diyor anne, okşuyor çocuğunun yanağını, ağlasa yeridir yani...
"Hem" diyor çocuk, "o zaman ben de kendi bilgisayarıma senin fotoğrafını koyarım..."
ağlasam yeridir...
bir gidip ağlayayım...

Pazar, Temmuz 08, 2007

temmuz postu

yaz rehaveti değil aslında. aksine felaket bir koşuşturmaca içinde geçiyor günler, yazlık ev ve kışlık arasında mekik hali yani.

"anne nerede benim benek kedim?" sorusuna yanıt vermek zor olabiliyor, genelde aradığı şeyler elvin'in, öteki evde unutulmuş oluyor çünkü.

sonra birkaç gün yazlığın ardından (kolluk tak ve çıkar), bu evde işler birikiyor. akşam yazıları, bursa kent yazıları, akşam kitap eki ve brunch yazıları ve evet yeniden anneyiz biz yazıları.

bunların üstüne şimdi editörlüğünü yaptığım bir derginin bir sürü işi. çok ama çok işi... bilmem nasıl yetişecek her şey, yazlığa gittikçe sekteye uğruyorum, buraya gelince adapte olmak için çaba harcıyorum... yine de tanrıya şükürler, işim yazmak, sahiden öyle...

ha bu arada, bryan ferry konserine gittim gülben'le. bir içim su idi sesi, bir içim su idi ferry, iyi ki gitmişim...

Pazartesi, Haziran 18, 2007

los cumpleaños felices a mí


eh iyi ki doğdum, değil mi ama...
36 bitmedi eminim, olsa olsa 26 bitmiştir bugün. İyi ki doğdun anne bu arada ve iyi ki doğdun canım arkadaşım yasemin.

Pazartesi, Haziran 11, 2007

Aşağıdaki Gönderiye İlave

Başlamışken Devam... Yaz geldi, okuyalım, açılalım. Bu post'tan bir şey anlamayanlar bir alttakini okusunlar:)
Aslı Tohumcu Yok Bana Sensiz Hayat
Metin Üstündağ Pazar Sevişkenleri
Amanda Filipacchi Çıplak Erkekler
Adem Özyol Bıyıklı Kasırga
Andrea De Carlo- Doğru İsimler
Birgül Ayman Gürel Kamu Personeli
İbrahim Kaya Sosyal Teori ve Geç Modernlikler
Hande Altaylı Aşka Şeytan Karışır
Nora Romi Seninle Uzun Uzun
Onur Caymaz Sanki Yarın Nisan
Güven Turan Dalyan
Daniella Steel İmkansız Aşk
Bruce Robinson Thomas Penman’ın Tuhaf Hatıraları
Zeynep Oral Meslek Yarası
Mark Behr Elmaların Kokusu
Elke Schmitter Bayan Sortaris
Murathan Mungan eski 45’likler
Murathan Mungan Dağınık Yatak
Alina Reyes 7 Gece
Mehmet Günsür İçeriye Bakan Kim?
Çıtır Çıtır Felsefe Güzellik ve Çirkinlik
Annelies Verbeke Uyku
Reşat Çalışlar Beni Kalbimden Vuranlar Var Ya
Zeynep Aksoy Denizkızı
Murathan Mungan Yüksek Topuklar
Helmut Krauuserb Okyanustaki Krallıklar
Donetella Piatti Bir Neo- Levantenin Hatıra Defterinden
Anna Johann Çocuklarım, Köpeğim ve Ben
Romina Dilek Şart Kipi
P.J Tracy Canlı Yem
Michael Mepham Nurikabe
Michael Mepham Sudoku ve Kakuro
John Berendt İyiliğin ve Kötlüğün Bahçesinde Geceyarısı
Ülkü Köksal Batı Gözüyle Türkiye
Tuna Kiremitçi Bu İşte Bir Yalnızlık Var
Neslihan Acu Meltem K:yı Kim Öldürdü?
Ursula K. Leguin En Uzak Sahil
Barbara Pym Sonbahar Kuarteti
İsmail Bilgin Çanakkale İçinde Vurdular Beni

Salı, Haziran 05, 2007

pamuk eller cebe 2

bazıları gitti, bunlar kaldı ama yakında yenilerini ekleyeceğim...
aşağıdaki kitapların tanesi 4 lira. siz bunları benden alın ki ben de yeni kitaplar alayım... yazın iyi okumalar:)
andre brink on the contrary
Linn ullmannn sen uyumadan önce
esla triolet- değinmeler
selma gökçek yani içimizdeki iyilik
eric boiiset arcandas’ınn büyü kitabı
berrin karakaş tül
ayşe özyılmazel sana bişey olmasın
pnar selek maskeler süvariler gacılar
julia voznesenskaya kadınlar dekameronu
tuna kiremişçi git kendini çok sevdirmeden
norah mcclintock ölü ve kayıp
stefan wul niurk
nedjma badem
anne rice vampirle görüşme
şerif benekçi şimdi ağlamak vakiti
semra topal bayan mira ile ufak bir gezinti
demir özlü borges’in kaplanları
cahit tanyol kuruluş ve fetih destanı
mahfi eğilmez anita’nın laneti
ahmet aziz triumvira
camille laurens aşkın romanı
meltem inan yeni bir şiva
michelle paver ruh emici
reha mağden yazgıların tableti
roberta guespari yalnız bir yürek
hatice meryem siftah
cogito 13 yapay zeka
arda uskan güle güle bebeğim
yankı yazgan labirent yolculukları
mehmet güreli alope’nin odası
amit chadhuri tuhaf ve harika bir adres
örkeny bir dakikalık öyküler
ayşe güner anaokulu ve kreş için anne baba rehberi
elif koca çocuğunuzu ne kadar tanıyorsunuz
elvan demirkan erkekn akıllan, geç yaşlan
bill cosby zaman uçup gidiyor
masal parkı timaş
zeynep oktuğ aynada görmediklerin
hakan akpınar nasıl gazeteci oldular
feyza zaim altın yaldızlı adam
nazım uğur yeniden sev beni
belda öztürk ayakları sıcak tutalım
stephane audeguy bulutlar kuramı

hızla bitiyor günler

çabucak... nasıl beşi oldu bilmiyorum vallahi. haziran bu, öyle böyle değil. çocukken iple çektiğim ay yani.

aman da aman, doğum günüm gelecek, çırpı bacaklarımı daha da çırpı gösteren bir elbise giyeceğim muhakkak, üstü çikolata kreması kaplı bir pastam olacak, mumlar falan, üfleyeceğim...

biblo alacağım kendime, minik kediler. biblo evim var, oraya dizeceğim onları... onca özenle biriktirdiğim o minik şahsiyetlerin büyüdüğümde kaybolacağını hiç bilemeden yapacağım bunu.

öpeceğim annemi, zira onun da doğum günü, eh bir de üstüne, ikinci pazarın babalar günü olması dolayısıyla babamla da paylaşacağım bana özel olmasını içten içe arzu ettiğim o günün.

ağabeyim, üç kişiye hediye almaktan yakınacak yine, ben heyecanla yırtacağım paketleri. kalemler, defterler çıksın içinden isteyeceğim. belki bir pembe panter de fena olmayabilir...

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

first love

 

ilk aşk beş yaş biterken...
tam bittiğinde...
altıdan ilk gün alındığında... parkta bir heyecan...
b. geliyor diye bir neşe... onu karşılamak için kapılara kadar koşma, beraber sallanma, beraber kayma sonra kaydıraktan...
sürekli kahkaha atma, gözünün içine bakma b.nin...
anneyi unutma... anneyi topraklar üzerinde 3 saat oturtma...
hava kararıp da yağmur başlayınca zorla eve yollanma...
oysa b. ile aynı okulda...
ama tabii parkta buluşmak aniden, pek bir başka...
Posted by Picasa

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

Cuma, Mayıs 04, 2007

I used to care but things have changed


Bob Dylan diyor bunu. Bu tümceyi duyar duymaz bir şey oluyor bana her seferinde; sanki tekrarladığım zaman Dylan ile birlikte, bir kuş olup uçuyorum gibi geliyor ya da ne bileyim, yatağımı yorganımı havalandırmışım, güneş dolmuş içeri, temiz çarşafların mis kokusuyla buluşuyorum... A, cümle iyi olmadı ama anladınız siz onu. Bir de aynı şarkıda "people are crazy, times are strange" diyor, bu da bana çok anlamlı geliyor. Zaten sanki sırf bu yüzden söylemeli zaten başlıktaki cümleyi.

Cuma, Nisan 27, 2007

perdeler tişörtler kadınlık halleri...

perdeler yıkanıyor. oh valla. mis gibi kokuyor. benim "bahar geldi, hadi allah allah, yallah" şeklinde bir ev kadınlığı sendromum yok (yapanları kınamıyorum) ama yani böyle birden esiverir, hadi bakiim perdeler şeklinde.

bugün o gün. ama yani başka bir şey yaptığım yok, perdeleri de ben çıkartıp takmıyorum, bir tek makineye atmak benim işim. annem bana küçükken hiç iş yaptırmazdı, "amannn" derdi, "büyüyünce nasıl olsa yapacaksın, boş ver...". öyle öyle ben düğme bile dikemeyen bir kadın oldum. yahu oldum mu sahi, hala emin değilim kadın olduğumdan. olmuşumdur da, böyle her bir şeyi bilen biri olamadım maalesef.

bir yazı yazmayı biliyorum, o da bir kadının görevi sayılır mı ki? (sayılsa keşke, herkes oturup her allahın günü yazsa...)

dün mesela bir tişört aldım kendime, acayip afro saçlı zenci bir kadın resmi, altında da disco queen yazıyor. benim takıntılarımdan biri de bu, üzerinde queen veyahut da rock yazan bütün tişörtleri toplarım.


şimdi o tişörtü aldım ya, akşam eve geldim, dedim ki byük olasılıkla bu tişörtleri 15 yaşındakiler alsın diye yapıyorlar, ben 36...

bir de aklıma şu geldi, bizim iş yerinde gayet oturaklı bir adam vardı, bunun bir de karısı vardı ikide bir ziyarete gelen... kadın o dönemde taş çatlasa kırk yaşındaydı ama bütün çizgi film tişörtlerini giyer, kırmızı bahçevan pantolonu ve iki yandan örülü saçlarla ortalıkta dolaşırdı. resmen tiksinirdim... tamam, ona benzemiyorum ama ne bileyim, disco quuen tişörtü?

bilemedim bak şimdi...

Pazartesi, Nisan 23, 2007

Çarşamba, Nisan 18, 2007

bir okuyucu mektubundan parçalar...


çok sevdiğim bir okuyucum var, fikirlerine değer verdiğim. her akşam yazısı sonrası bana yazan, her defasında yeni ufuklar açan. istedim ki, siz de duyun dediklerini. istedim ki, siz de biraz düşünün o tümceleri.
Okumanın Faydaları !...



Sevgili ECE Merhaba ;



Selam Kelamdan önce gelirmiş. Bende bugün selama Merhaba ile başladım. Neden mi?

“Merhaba” Fars kökenli olup, “ Benden sana zarar gelmez “ demekmiş. Şimdiye kadar, bilmeden kullanıyordum. bilince daha bir manalı oluyormuş.



“Aceminin aynada gördüğünü, ustası tuğlada görürmüş.”



Siz daralmıştınız Nisan’ın yedisinde, ben geç kaldım.
Geçen yazınızda (daraldığınızda) ne diyordunuz ?

“ Bazen geliyor bana, -bu ben değilim- halleri. Şimdi yağmur yağsa evden çıkamıyorum.

Nasıl bir sorumluluktur insanın çocuğuna duyduğu. Hep onunla birlikte olma arzusu……. “



Gül’ü, gül suyunu kim istemez ve sevmez ki,

Fakat, gül büyüdükçe dikenleri artar, Gül kurudukça , dikenleri batar.

Bu yüzden, çocuğunla onbeş yaşına kadar geçecek hayatın kıymetini bil,

Onbeş yaşından sonra Gül yine güldür ama eskisi kadar gül kokmaz,

Keşke hep üç-beş yaşında kalsa idi, diye dua edeceğin günler çok olacak….

Tamam kızma, “Tabiatın kanunu bu.”



Dur ve otur… Dur ve sadece oku.

E tabi, oku oku, o da nereye kadar ?

Ne demiştik, “ Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir, ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin… (Devamını siz söyleyin...)



Terazinin bir kefesine Altın, bir kefesine de Arpa koysanız,

Aynı terazi ikisini de tartıyor diye, hiç Altın ile Arpa bir olur mu ?



Velhasıl sevgili ECE, “ Kitap ruhun gıdası, aklın ilâcıdır.” Okuyabildiğin kadar oku (naçizane).

Her sanatkârın aleti cansızdır, ama canlının da eşidir, dostudur.



Dur ve Oku, yazınıza dönersek ; diyorsunuz ki,



Aman tanrım, çok mu yaşlandım, hiçbir yere gitmiyorum, gidemiyorum.

Nasıl gideceğim “ Çoluk var çocuk var otur aşağı “

Hem orada, hem burada, bir gece partide, ertesi gece bir konserde fikri,

bana çok uzaklarda kalan beni hatırlatıyor.

Hani sendin her şeyi bilen takip eden,

Bir dönem her şeyin peşinden koşan, şimdi gidesi göresi olmamak tuhaf aslında.



Bunlar seni daraltan duygu ve düşünceler.

Bazılarının parası yoktur, istediklerini yapamaz,

Bazılarının parası vardır, çabuk bıkar, değişiklik ister,

Bazılarının da çocuğu vardır bahane eder !...( Ece mesela)



Sevgili ECE ;

Başkalarına imrenme, çok kimseler var ki, senin hayatına imreniyorlar.

Sen, anılması güzel olan bir söz ol. Çünkü insan kendi hakkında söylenilen güzel sözlerden ibarettir.



Yirmi dört makamda çalgı çalan çalgıcıya, dinleyeni yoksa çalgı yük olur.



Ben şimdi size soruyorum ….

Davul çalınmazsa, Bayramlardan ne eksilir ?

Sevgili ECE ;
Dünya’da sürekli yaz olsaydı (Küresel ısınma), bağa, bahçeye sürekli olarak güneşin harareti vursaydı, toprağın ot bitirme kabiliyetini kökten yakmaz mıydı? Yakardı tabi…. Öyleyse !..

Olgun, toprağı tutsa altın olur, olgun olmayansa altını eline alsa toprak kesilir, küle döner.

Büyük insanlar yalnızca doğruluğu, küçük insanlar yalnızca faydayı düşünür.



Vesveseli düşüncelerden sakın…

İnsanın kalbi sazlık ve orman gibidir. Orada aslan gibi de, yaban eşeği gibi de fikirler bulunur..

Nasıl bakarsan öyle görürsün.

Bak sana bir sır vereyim.

İnsanın en büyük sermayesi DERTtir. Dert daima insana yol gösterir. Derdin yoksa çözüm üretemezsin.

Bu yüzden, Sabır ARI’dır ama, meyvesi BAL olur.



Hayatı tatlı olanın, ölümü acı olur, tenine tapanın ruhu için bir kurtuluş yoktur.



Her an iyilik tohumu ekiver, ekmedikçe hiç bir şey biçemezsin, mesela;

Gönül vermeyince, gönül bulamazsın ki.

Aklın yoksa yandın. Ya kalbin yoksa, o zaman zaten sen yoksun ki !...



Son olarak ;

İnsanın daralması, ne yapacağını bilememesi, kararsız olması hep,

HEDEF’ i olmamasından doğar. Kendine bir HEDEF sapta, ona doğru uç,

İnsanın kanatları, gayretidir.



“ Dağa doğru giden bir yolu öğrenmek isterseniz ;

dağdan geri gelen ve çıkmak için çaba harcayan adama sorun.”

Dursun Karatamanlı

Salı, Nisan 17, 2007

macera ruhu...

çocuksu bir inatçılıkla tiril bir tişörtün üzerine dünyanın en ince hırkasını giyerek bu havada dışarı çıkılır mı? eh, sıradan insan için en james bondvari heyecan da bu olsa gerek. ya okur, aynen böyle çıktım dışarı. dondum, resssmenn dondum, onu diyecektim... james bond hızla giden bir arabadan ötekine atlarken, clark kent süpermen olup oradan oraya zıplayıp hayatları kurtarırken, bize bu büyük pastanın kırıntı kısmı düşmüş, öyle yani, hepimizi kastediyorum (şişt sen! seni tanımıyorum, var mı hayatında acayio heyecanlı, aksiyonel bir durum... anlat o zaman...)

neyse yani, pazara gidip kocaman soğana benzemeyen, ama aslında benzeyen taze soğanlardan alıyorum, bu bir macera değil, bilincindeyim. her yer enginar olmuş, onları ayıklama yetisi bir macera olabilir ama... neyse, havuçtu, kabaktı, a bir de fesleğendi.. ne güzel sokakta olmak amma velakin ne giyeceğini bilemeyecek kadar şaşkın bir ördek olmak...

ben bilemiyor değilim aslında, ruhum bilemeyen... günün macerası budur, ah öyle işte.

ayrıca, her şeyin aynılığında tuhaf bir çekicilik yok mudur? ki üstelik ben yapabilecek bile olsam bir arabadan diğerine atlamak isteyecek türde bir insan değilim.

Salı, Nisan 10, 2007

taşlar


nasıl oluyor bilmiyorum; zaman zaman endişeli peri'ninkiyle bizim evde aynı küçük faaliyetler oluyor. kimi zaman aynı kitaplar okunabiliyor, kimi zaman aynı dergiler alınıyor, yetmiyor, bu dergiler aynı niyetle kesilip kolaj haline falan getiriliyor.

şimdi bir de baktım, aynı anda taş boyamaktayız. sevdim bu tesadüfü, endişeli peri'yi de seviyorum. henüz onun bloguna bakmadıysanız bir bakın derim ben, müptelası olunacak bloglardan. içten, duygulu, iç açan, kimi zaman hüzünlendiren... hayatın ta kendisi gibi yani...
bunlar da elvin'in boyadıklarından...

Çarşamba, Nisan 04, 2007

bir yıl


düşünüyorum benim niye bir blogum var diye. sahiden. bir yıl olmuş ya, hadi muhasebe yapalım havasındayım. neden yazıyorum? tam, kesin, bariz, "evet, bu yüzden!" şeklinde bir yanıtım yok -hangimizin var?-.

on yıldır köşe yazıyorum ben, yirmi beş yıldır belki günlük tutuyorum, onlarca öykü, iki yayınlanmış, iki-üç yayınlanmamış kitap, gazete haberleri falan, hepsi okunmak için.

sadece okunmak için değil elbette, yazınca nefes alabiliyorum, okununca iki kat hızlanıyor nefesim, bir tür mentollü nefese dönüşüyor. bunu biliyorum tamam da, neden bir de blog?

gerçi pek uzun yazamıyorum, iki satır laf yazıp kaçıveriyorum ama yine de yazıyorum.

niye? bunu anlamlandırmak zor. ancak şunu söyleyebilirim ki, bana kazandırdığı birkaç şey var blogun. bir kere yasemin'le tanışmak, derken efendim arkadaş olmak, benim blog sayesinde yaptığım en iyi şeydir. insan bu yaşında arkadaş edinemiyor, onu konuştuk birkaç kere yasemin ile, ama işte, oldu. yasemin mesela, öyle değerli ki benim için, yazmasam da aklımda. o ne der dediğim, izlediği filmleri sevip sevmediğini merak ettiğim, okuduğum bir kitabı beğenecek mi diye düşündüğüm bir insan. biliyorum, şimdi bunu okuyunca "yazmasaydı keşke ece" diyecek, olsun. yazdım.

blog başka ne kazandırıyor bana? başka arkadaşlar da tabii, "lost in translation" olmadan anlaşabileceğim insanlar, iki çift laf edebileceğim, yazıyla da olsa kontakt kurabileceğim birkaç kişi.

ben üstelik, öyle yazdıklarına onlarca yorum alan meşhur bloggerlardan da değilim, istemiyorum da zannedersem. hani herkese laf yetiştirmek, sağol demek bana göre değil. bunu iyi yapanlar var, kınamıyorum.

bir de mesela, beni en çok dehşete düşüren, ne yalan söyleyeyim, yemek blogları. evet okuyorum, evet hayranlıkla okuyorum ama dehşet içindeyim. memleketimde bu kadar güzel yemek yapan ve efendim, bir de bunu üstüne eli fotoğraf makinesi, ayrıca da eli kalem tutan ve bütün bu yemekleri tarifleriyle, şusuyla busuyla yazıya dökebilen ne kadar çok hemcinsim olduğuna şaşırmaktayım.

bunun dışında, "tematik" blogları sevdiğimi itiraf ediyorum, neyse o yani, meral'in sadece kitaplardan bahsetmesi bana çok ulvi geliyor mesela.

benim blog ise bir nevi çorba. bu da hadi diyelim, ikizler burcu insanına has bir tavır olsun.
diyeceğim şu ki, neden sorumun yanıtı yok. ama "neden olmasın" diye de bitirilebilir bu post...

Pazartesi, Nisan 02, 2007

bir- iki nisan

e.. şey.. bayılırım ben bir nisana. şaka yapma potansiyeline. e biraz da kendi saflığıma. hem bütün şakaları yer, yutarım, hem de şaka yapsam bile bir saniye sonra şaka olduğunu söylerim ki karşımdaki üzülmesin.
bir de tabii nisan geldi diye sevinirim.
bu demektir ki mayıs da gelecek...

Çarşamba, Mart 21, 2007

ev hali


kısa kollu bir tişört giymişim, üzerimde bir disney karakteri. camlar açık. böyle cam açabilme lüksüne kavuşunca feci ferahlarım ben. o kadar severim ev olgusunu tamam da, tamamen kapalı bir cam hadisesine de gelemem. sevmem kışı o yüzden, bak şimdi bahar havası, yalancı malancı,
küresel müresel anlamam, süper bir şekilde açmışım camları, oh mis gibi, kuşlar da ötmekte. bir defasında okurken ingiltere'de, cam açamamaktan ve yaşadıklarımdan hafakanlar? basmıştı, derken mayıs oldu, ben odamın camını açtım, birden aynalarda tanıyamadığım ece gidip yerine kendine yeniden güvenen ece geldi. o gün o kadar mutlu ve umutlu ders çalıştım ki o iki metrekarelik odada, anlatamam. dünya benim sandım, benim kalacak...
akşam misafirlerim vardı, bölüm başkanımız ki ebru da ben de adamı ağzımız açık dinliyorduk, bir de ebru.

adamı nasıl olduysa kandırdık bize yemeğe çağırdık, türk yemekleri yapacağız dedik, şu bu. geldi adamcağız. oturduk, pek bir gülüp eğlendik iğrenç mutfağımda. bol bol şarap içtik. hava hala güzel, aylardan mayıs. derken adam gitti, biz ebru ile biraz daha gülüp benim odada uyuduk temiz hava ile.

ertesi sabah hala hava güzeldi, ebru gitmişti. benim hayatta madden en değer verdiğim şey olan minolta X 700 makinam, Sabrina'nın dinlemem için verdiği cd player ve de caanım cep telefonum da gitmişti. kim bilir nereye?

polisler geldi, erouvision finali vardı, bakasımız olmadı sabrina ile, türkiye'nin ilk üçe girişini göremedik yani. italya ne yaptı bilemem, o da sabrina'nın sorunuydu herhalde.

ben camı tekrar kapadım.
iki metrekarelik odama tekrar hapis oldum.

her şeyden nefret ettim.
dönene kadar da bu nefreti sürdürdüm.
camı bir daha hiç açmadım...

Cuma, Mart 16, 2007

dur yazayım



bak hava güzel bugün. ben havadan bahsetmezsem rahat etmem. hava iyi olursa ruhum da iyi, hava kötüyse kapatın beni eve, koyun ekose bir battaniyenin altına, dayayın dvd'leri. ama bak bugün hava güzel..

ne çok olmuş yazmayalı. a dur şunu yazayım; şimdi ben akşam'da "öykü kahramanım aradı" diye bir yazı yazmıştım. cidden de aradı, okursunuz dilerseniz... neyse o yazı üstüne bir mail geldi bana, "ece hanım siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz? o sizin söylediğiniz stranger than fiction isimli filmin konusu" diye...

a ben bir şaşır, bir şaşır. pınar isimli okuyucuya "yok" dedim, "valla haberim yok filmden..."
"peki izleyin" dedi o zaman pınar hanım..

çok istedim izlemeyi, derken unuttum iyi mi?

dün başıma gelenlere geldi sıra... bu kısmı daha enteresan... önce öykü kahramanımdan o olaydan sonra ilk kez bir mail geldi. hemen arkasından pınar hanımdan yine aylar sonra ilk kez "filmi izlediniz mi ece hanım?" maili geldi.

"hayda!" dedim önce, "peki bugün ısmarlıyorum filmi" dedim bir de.

sonra yine filmi unuttum iyi mi...

akşam oldu, abimle kız arkadaşı aylar sonra ilk kez dvd almışlar. burcu bana dönüp "ece iki film aldık, birini ister misin?" dedi. ikisini de kapakları kapalı bu arada. birini elime aldım, kutuyu açtım ve ne buldum içinde?

stranger than fiction.

bu şimdi stranger than fiction değil midir?

evet. güzel film. harika. şok...

Perşembe, Mart 01, 2007

what happened in 1971?

In 1971 (the year you were born)
Richard Nixon is president of the US
Charles Manson and 3 of his followers are convicted of multiple counts of first-degree murder
An earthquake in California's San Fernando Valley kills 64 people
New York Times begins publication of classified Pentagon papers on US involvement in Vietnam
The $70 million Kennedy Center opens in Washington, DC
A four day revolt at New York's Attica state prison ends after being stormed by 1000 state troopers
A new stock-market index called the Nasdaq debuts
Walt Disney World opens
Intel releases world's first microprocessor, the 4004
Ray Tomlinson sends the first e-mail
Libertarian party established in USA
Kid Rock, Denise Richards, Sean Astin, Winona Ryder, and Ricky Martin are born
Pittsburgh Pirates win the World Series
Baltimore Colts win Superbowl V
Montreal Canadiens win the Stanley Cup
The Bell Jar by Sylvia Plath is published
The Sonny and Cher Comedy Hour premeires on television
"Bridge Over Troubled Water" by Simon & Garfunkel wins Grammy for song of the year
All in the Family premieres

Çarşamba, Şubat 21, 2007

those were the days


Kedi günlerimiz vardı eskiden, Cheers tadında bir bardı bizim için. On sene önceydi. İşten çıkar, kendimizi oraya atardık. İşimizi fena halde seviyorduk, iyi de para kazanıyorduk henüz yirmili yaşlarında insanlar olarak.

Evli barklı değildik, hatta hiçbirimizin ödemesi gereken su faturası falan da yoktu. Tamamen kendimize aittik, ne yapıyorsak tamamen kendimiz için ve en çok da eğlenmek için yapıyorduk. Günlerimiz yeni çıkan albümleri Amerika'dan ısmarlamakla, sonra o albümleri gelince heyecanla jelatinlerini açmakla ve onları dinlemekle geçiyordu. Listelerimiz vardı, programa giriyor, çıkıyor, metinler yazıyor, reklamlar seslendiriyorduk kahkahalarla.

Hiçbirimizin sıkıntılı bir günü olmuyordu, hiçbirimizi bunaltamıyordu hayat, kanırtamıyordu. Ve dediğim gibi, işte konuştuğumuz, güldüğümüz yetmemiş gibi bir de Kedi'ye gidiyorduk hızımızı alamayıp. Acayip içkiler deniyorduk, peçetelere notlar yazıyor, arada bir müziğin başına falan geçiyorduk.

Barın sahipleri de radyodandı, hep beraber yani, yirmi dört saatlik bir hayat yaşıyorduk neredeyse. Sonra birkaç sene önce dağılmaya başladık. Herkes bir yerlere gitmeye başladı yani, başka işlere. Hem sonra çoluklandık çocuklandık. Faturalarımız inci gibi dizilmeye başladı. Yeni işler eskisi gibi para getirmez oldu.

Kedi, zaten kapandı çoktan. Ama şimdi başka bir yer var, arada bir gittiğimiz. High-Out. Geçenlerde, tıpkıeskigünlerdekigibi radyodan dört kişi oradaydık. Nasıl da eğlendik, sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi.

Aradan hatta bir dakika geçmemiş gibi. Radyodan çıkıp oraya gitmişiz, öyle sıradan bir günmüş gibi. Öyle eğlendik. Spontan buluştuğumuzdan olsa gerek. Planlasak böyle olamazdı çünkü...

Cuma, Şubat 16, 2007

meşhuuur bir blogger


Alec Baldwin Oscarlı falan bir aktör değildir. Hele şimdilerde iyi sayılabilecek filmlerde üçüncü sınıf rollerle hem kendini hem de beni mesela, avutmaya çalışmaktadır. Olsun ama, bana göre dünyanın ennnnn yakışıklı adamıdır. Şişmanlasa bile hem de... Neyse efendim, ne buldum; Baldwin'in blog yazdığını. Ne komik değil mi? İşte blog. Her ne kadar Alec kendini kasıp sadece politik olaylarla ilgili yazsa da, her allahın günü tıklayıp "ne yazmış acaba?" yürek çarpıntısı yaşamak çok güzel...

Çarşamba, Şubat 07, 2007

sobelenmek

binnur "sobe" demiş. hakkımda beş bilinmeyen mi? mmm, ne desem. beş madde yazsam, daha önce hiç bahsetmediğim?
* on yaşında falandım. pazar sabahları erkenden kalkar "pazar sineması"nı izlerdim, hani aile filmleri olurdu, anımsarsınız. bu filmlerden birinde bir "ronchie" vardı. otistikti ronchie. küçücük bir çocuktu. mutfakta tabak çevirerek saatlerini harcıyordu. derken bir psikolog yardımıyla hayata karışıverdi. o psikolog gözümde o an ilahlaştı. evet, büyüyünce dedektif falan olmayacaktım. büyüyünce ben kesinlikle psikolog olacaktım. o gün o filmi izlemesem psikoloji okur muydum bilmiyorum... bu bir.

* yine aynı yıllarda her cumartesi babamın bürosuna giderdim. sonra bir ara babamla dışarı çıkar, şekercioğlu'ndan özellikle can yayınları'ndan olmak üzere bir çocuk kitabı alır, büroya geri dönerdik. babamın işleri bitene kadar okurdum kitaplarımı, bitirirdim. o günlerde babam beni böylesine kitaba alıştırmasa, daha sonraları da daha büyük insan kitapları almasa bana, şimdi bu kadar okuyup yazar mıydım, bilmiyorum... bu iki.

* pek isterdim gözlerim bozulsun da gözlük takayım. hep televizyona yaklaşır, hatta içine girerdim. sırf bu yüzden gözlerim bozulmuş olabilir mi merak ederim. eğer öyleyse, çok hata etmişim. şimdi nefret ediyorum gözlük takmaktan... bu üç.

* çok zayıftım bir de. öyle böyle değil. safinaz dediler, cebine taş koy, uçarsın dediler, sana yemek vermiyor mu ailen dediler. dediler de dediler. nasıl üzülürdüm bilseniz. sınıfın en uzunu ve en zayıfı olmak çocukken pek zordu. ortalık zayıf ve uzun mankenlerle kaynamıyordu. dolayısıyla pek makbul değildi görünüşüm. bu açıdan mutsuz bir çocukluktu benimkisi. her şeyim iyi hoştu da, cebimde kayısılarla dolaşmak felaketti.... bu dört.

* önceki maddeyle bağlantılı olacak ama, köfteleri mesela, kimse görmeden yere atardım ben. annem mutfaktan çıktıysa, yardımcı teyzenin tabağına koyardım tabağımdakileri. okulda diyelim kıymalı patates var, peçeteye sarardım patatesleri. cebime koyar, akşam eve gidince atardım. mimlenmiştim çünkü okulda yemek yemiyor diye, bu yüzden tepsileri toplayan ağabeyler beni "olmamış, bitir öyle gel" diyerek masama geri gönderirlerdi. bu yüzden ben de işte cebime koyardım... bu beş.

ben de en can arkadaşım, yirmi küsur yıllık arkadaşım, yukarıda yazdıklarımı ezberden bilen tanya'mı ve figen'i sobeledim. anlatsınlar bakalım kendileri hakkında bilinmeyen beş şeyi.

Perşembe, Şubat 01, 2007

şubat


şubat ocaktan daha şahane bir ay. bir kere kısa. bir kere, o bitince mart gelecek. bu da demektir ki mart bitince de nisan gelecek... ama ocak ayındaysanız hepsi sanki uzak birer ülke, uzak bir hayal.
bugün 1 şubat ya, silkinip kendime geldim. niye mi? dedim ya; şubat bir kere kısa. bir kere o bitince mart gelecek. bu da demektir ki mart bitince de nisan gelecek... ama ocak ayındaysanız hepsi sanki uzak birer ülke, uzak bir hayal.

geldim kendime. köpek alasım vardı uzun zamandır. the secret'ta bile diyor, alın evcil hayvanı, hayatınıza neşe katın....
köpeğin adı çoktan konulmuştu, ŞOLA. adını nereden bulduğumu söylerim tabii, bir kitap kahramanı ŞOLA. kendini aslan sanan ŞOLA... neyse, bugün buldum köpeciği, bir ingiliz terrier. bembeyaz bir pamuk yumağı.
kızım zaten; her akşam iş yerime "köpeği aldın mı anne?" diyerek gelmekte. ister misiniz ben bugün kızımı okuldan alınca çıkıp gidip ŞOLA'ma kavuşayım... ister misiniz ha? ben çok istiyorum. içim kıpır kıpır. şubat şahane zaten, bir kere kısa. bir kere, o bitince mart gelecek. bu da demektir ki mart bitince de nisan gelecek... ama ocak ayındaysanız hepsi sanki uzak birer ülke, uzak bir hayal.

ŞOLA'ya gelince, kitap şurada... üç yaşından büyük bir çocuğunuz varsa, gözünüz kapalı alın... kitap okuyan bu köpeğe hayran olun, yazara alkış tutun. benim hayatta en sevdiğim kitaplardan biri bu, kızım da bayılıyor... günışığı ne yapsa seviyoruz da, ŞOLA bir başka...

Perşembe, Ocak 18, 2007

şişt... come here. I'll tell you a secret


şimdi bakın, bir film var. adı the secret.

"çekim yasası" denen olaydan bahsediyor. ben öyle "bir film izleyeyim, bir kitap okuyayım hayatım değişsin" falan demem ama bu başka...

bu filmi yüz kere izlemek şart. ben henüz tam manasıyla özümsemek üzere üç kez izledim ve artık çekim yasası denen hadiseye inanıyor ve filin bana söylediği sırrı uygulamaya çalışıyorum.

bakın çocuklar, en sevdiklerime "bunu izlemek zorundasın" diyorum şimdilerde, sizi de seviyorum ya, o yüzden hadi bakalım the secret. merak edenlere thesecret.tv de diyebilirim.

bu arada dün serumlandık yine. sabah beşte uyandık mide bulantısıyla, on bire kadar kusup doktora gittik. idrar temiz, kan şöyle böyle. normalde çekim yasasına göre size bu olumsuzluklardan bahsetmemem gerekiyor ama ne yapayım duramıyorum. serum beş altı saat sürdü. akşam oldu, eve geldik.

bugün canavarız teyzeler, amcalar. bugün iyiyiz. öhöm, çekim yasasına göre hep de böyle kalacağız. inat ettim.

izleyenler parmak kaldırsın, izlemeyenler derhal bulsun, sonra da beni bulsun. hadi bakiiim.

Pazartesi, Ocak 15, 2007

times they're changing

hepimizin hayatı şu veya bu şekilde değişmiyor mu? ani değişiklikler, olası değişiklikler, akılda olmayanlar, küçükler, büyük olanlar...

çayınızın markasını değiştirmiş olablirsiniz geçen gün, veyahut eviniz şimdi bir bahçe içindedir kim bilir? tatile gitmişsinizdir, uzun uzun okuduğunuz kitaplar belki de artık yabancıdır. Pencerenizden kuşlar geçmeye başlamıştır, sevgiliniz sizi terk etmiştir, çocuğunuzun yeni bir dişi çıkmıştır.

öyle tabii. bende de var değişiklikler. mesela ilk kez bu masadan yazıyorum şimdi. bu masa benim masam. burası bir iş yeri. bir seyahat acentası açtık abimle. artık hepinizi hayal ettiğiniz yerlere ben yollayayım diyorum. hadi bakalım...

Cuma, Ocak 05, 2007

kafe kızı

 
bu çocuğu sürüklediğim bir iki kafe var. illa cafe con panna içeceğim, o da vanilyalı dondurma yiyecek, yarım bırakacak, etrafı dolaşacak. öyle bir anda işte çekildi bu fotoğraf...

hızlı başladı yeni yıl, durup da ince şeyleri düşünmeye vakit olmadı. bir oradayız bir burada. istanbul'da ve bursa'da. aşağıdaki evde ve yukarıdakinde. yemekte veyahut pizza ısmarlayarak minik bir sehpadayız.

müzik dinliyoruz bol bol, gıdamız o şimdi, velhasıl altı kilo boşu boşuna verilmedi iki ayda. tek gıdanız müzikse kolay oluyor kilo vermek.

ev ne şahane değil mi? duvarlar ve çerçeveleriyle, kanapeleri ve dolaplarıyla... mutfağıyla ve koridoruyla falan harika bir mekan. üstüne yok...

evimde evimi özleyişim bundan, bakmayın kafelere gittiğime... Posted by Picasa