Pazar, Kasım 30, 2008

bu da...



bu yazıyı yazdığı gün elvin...

elvin'den ilk not


sabah beni uyandırarak elime verdi.... daha öğrenmedikleri bir sürü harf var; ş, ç, p, b, ü, ö, ğ, h, f bunlardan bazıları...

ama kızımı engellemiyor bu:)

bana ilk gerçek notunu yazdı... okulda öğrendiği basmakalıp sözcükleri kullanarak değil.... kendi istediği harfleri kullanarak oluşturduğu sözcükler, cümleleler....

gurur duydum. bu ilk not bu blogda yer almayı hak etti:)

Cuma, Kasım 28, 2008

aaaa yürüyorum!

şu sıra kocaman düğmeli anneanne hırkalarından, bebe yakalardan, babetlerden ve tokalı babaanne (ya da öğretmen) ayakkabısı gibi duran o şeylerden, gömlek üzerine giyilen devasa oyuk yakalı süveterlerden, taytlardan, butik sahibi olan bir arkadaşımdan duyduğuma göre geri dönmek üzere olan vatkalardan, inanılmaz ama tekrar gündeme gelen o şal desenlil gömleklerden, ugg'lardan nefret ederim. moda diye de her şeyi giymem.

yukarıda saydığım hiçbir şeyi almadım. buna son zamanlarda dahil olan geometrik deseni her türlü ıvır zıvır ve tunik şeklindeki şeyler de dahil. bu yüzden de son zamanlarda hiçbir şey almadım denebilir.

iyi giyinmeyi severim tamam ama benim iyi giyim anlayışım siyah (mümkünse derin bir v yakalı) tişört üstüne şık bir siyah cekettir. o ceket de süet olur, şu olur, bu olur. iyi bir kolye takarsın. altına süper bir kot giyersin. sonra efendim, çizme giyer ama çizmeyi asla kotun üstüne çıkarmazsın. içeride durur gizlice. budur benim şıklık anlayışım, değişmez...

ama hayat şaşırtıcı tabii. ben var ya ben topuklu hiçbir şeyle assssla yürüyemem diyen bir insanımdır. iki tane falan topuklu ayakkabım vardır ki onlar da giyilmez. ama insan alışverişe arkadaşı ile çıkınca vizyonu değişiyor. yalnız başına alışverişte asla bakmayacağın bir şeye onun önerisiyle bakabiliyorsun. nitekim geçen günlerin birinde "yahu çıldırıcam" durumundaydım, bir ayakkabı almam lazım ama ya babet var ya da o tokalı babaanne ayakkabılarından (düz ayakkabılar böyle... evet, şu an hepsi böyle). neyse ben korupark'ta bütün mağazalara gidip çıktım ve "kaç paraysa valla alıcam" diyecek kadar delirdim ama ııh, bulamadım bir ayakkabı... sonra ayda geldi. "tamam hadi, beraber bir daha bakalım" dedi. ben "eh" dediğim bir şeyi gösterdim, "asla, iğrenç" diyerek geri bıraktırdı. bu arada aydacığım çok zevklidir ve iğrenç diyorsa öyledir. :)))

neyse bana bir ayakkabı verdi, aha da topuklu ama ince bir topuk değil. ama topuk işte kardeşim. dedi "giy şunu". kızım topuk mopuk dememe fırsat vermedi, bu topuklar kalınmış da, içleri bilmemneymiş de, yürüyemem imkanım yokmuş da... onu kırmayayım diye giydim, zira ayakkabı pek şık. tokasız falan. aaa yürüyorum.

aaa aldım.
aaa yürüdüm...
aaa bir yaşıma daha girdim. 37 yaşında giydiğim ayakkabıya bak...
bu arada 37 yıllık kardeşinin giyim tarzı gibi giyinen ağabeyi iğrenç buldu ayakkabıları ama olsun...
aaa 37 yaşında başka bir şey oldum...

bu arada trendometre'yi takip ediyorsunuz değil mi?
iki çanta takmak modaymış. hay allaaam.

Perşembe, Kasım 27, 2008

finito

tabii dertlendim ben ikiye kadar... ne olacak, çıkmayacak mı, çok mu heyecanlı, sinirli mi vesaire vesaire... çıkmak istemeyebilir, onu da göze aldım... bütün sınıf oradayken kendi kuzumu göremesem üzülürdüm gerçi...

okula gittim. müdür yardımcımız "keyfi yerindeydi ama belli olmaz, siz de biliyorsunuz" dedi. "eh" dedim, başlangıç olarak iyi... en azından bütün günü "çıkmayacağım" diyerek geçirmemiş... neyse gittik konferans salonuna, oturduk... ışıklar söndü... o an cidden çok tuhaf bir duyguyla doldu içim, kızım ışıklar yandığında orada olacak mı, olmayacak mı?


oradaydı!!! gülümsüyordu. gözleriyle bulup el salladı. sonra göz kırptı. derken
her seferinde tam zamanında ne söyleyecekse söyledi... "okulda merdivenlerde sağdan inmeliyiz, sağdan çıkmalıyız", "bursa is sunny today" hatırladıklarım... gerçi pek yağmurlu bir gündü ama olsun...


sonra dedi ki "sunum bebek oyuncağıymış..."

sunum hikayesi

sabah zor uyandık di mi? karanlıktı yahu...

zor uyanmanın yanında zor da uyuduk. bugün "sunum" var diye elvin gerçekten çok telaşlı, heyecanlıydı. gece yatmaya yakın heyecanı tavan yaptı, ağlamaya başladı, "ben sunum yapmak istemiyorum, orada seni görünce senin yanına gelmek isterim ben..." diye. onu bebekken yaptığım gibi kucağıma oturttum, sunumun önemli bir şey olmadığını, müsamereye benzemediğini anlatmaya çalıştım. "her şeyi karıştırıcam!" dedi, "öğretmen de yanınızda olmayacağım, sahnede tek başınasınız dedi" dedi... haydaaa, öğretmene bak ya... çocuklar okula başlayalı iki ay olmuş, ilk sunum bu, yalnız bırakacağını söylüyor onları...

çocuğum resmen strese girmiş... dedim ki sözleri karıştırsan da önemli değil... bak sana bir hikaye anlatayım, ben de nasıl karıştırmıştım sözleri, herkes gülmüştü, ben de gülmüştüm... dinledi ama stres devam etti. inci gibi döküldü gözyaşları yanaklarına...

yine de istemiyorum dedi...
"şimdi uyu, yorgunsun, belki o yüzdendir, sabah konuşuruz" dedim. ama sabah da üzgündü, stresliydi...

okula oyuncak götürmesi de yasak.. bu da başka bir derdi. ama bugün izin verdim, cebine koy, kimse görmesin dedim. ona dokun, o sana güç versin... "tamam" dedi.

okul kapısında yine tedirgindi, beni bırakmak istemedi. müdür yardımcımız dünya tatlısı, onun odasına gittik. heyecanı biraz yatıştı sanki... onunla birlikte sınıfa gitti. sunum ikide... fotoğraflarla paylaşacağım...

Salı, Kasım 25, 2008

e aaaaaaaaa

hayat. memat. erken kararan havalar. okul. depresyon. soğuk. ekonomik kriz. işsizlik. boşluk. hatalar. hata olmayanlar. negatif ruh halleri. birden değişen şeyler. anlık pozitiviteler. izlanda gibi bir ruh hali. izlanda'da bile dibe vuruş...

bir şarkı. te alejabas demi. hep dağınık bir ev. bir türlü şekle girmeyen saçlar. birden geliveren ilham. birden gidiveren ümit. yanlış anlamalar. yanlış anlaşılmalar.

ne pişiricem. kim toplayacak şu evi. okunmayan kitaplar. kapağı açık kalan kalemler. tek çoraplar. dibi tutan tencereler. bir türlü beyazlaşmayan beyaz çamaşırlar. sıkıntılı perdeler. sonra birden açan ve aa dedirten güneş.

hem sonra iş için yeni fikirler. tvde bişey yok. sehpadaki lekeler de çıkmıyor. 24 saat masaj isteği. b vitamini kompleksi. yenilenmesi icap eden bir laptop. yenilenmesi gereken çocuk odası.

sarıldığım çocuk, melek, evi dağıtan tazmanya canavarı, annesinin kuzusu, okumayı söken neşeli, yaratıcı şey. dikbaşlı, inatçı.

yaz gelsin demeler, proje düşünüp beklemeler. bir yerlere bir şeyler gönderip beklemeler. onlar bunlar şunlar.

tuhaf insanlar, tuhaf olmayan insanlar.

park yeri bulamamak, aradığını bulamamak, ne giyeceğini bilememek, aynada kendine bakamamak, baksan bile tanıyamamak.

derken birden ayaklanıp giyinip alışverişe çıkmak. sonra belki pişman olmak. belki olmamak.

bir kahve içip dergilere göz atmak.

saksıdaki çiçekler. ölmüş olanlar, ölecek olanlar, hiç yaşamamış olanlar. pencere önü melekleri. karmakarışık siyah tişörtler. karmakarışık cdler ve kitaplar ve kalemler, defterler ile ruhlar.

aaaaaaa!

Pazartesi, Kasım 24, 2008

amannnn

ufff
offfffffffff
ahhhhhhh
ayyyyyyyyyyy
aaaaaaaaaaaaaaaaaaa!!!!!!!!!!!

Salı, Kasım 18, 2008

astroloji şeysi

meşhuur bir astrolog abimin arkadaşının kardeşiymiş. bu vesileyle tepesine dayandık. bi sürü insan olunca da elbette iki üç satır bişey karalamış. sağ olsun tabii. benim tarihi yanlış vermişiz, kendimden söz etmeyeyim de, elvin'inki beni ziyadesiyle mutlu etti, paylaşayım istedim;

"Bu küçük hanım her kimse pek fırlama, zeki ve bıcır bıcır olduğunu söyleyebilirim. Yükseleni Aslan olduğundan kraliçe gibi etrafı yönetmeyi pek sever. Süper bir meslek hayatı olacak. .İletişim, medya, yazarlık, reklâmcılık, yayıncılık çok severek yapabileceği ve başarılı olabileceği meslekler. Zamanla mesleğinde yönetici olabilir. Çok geniş bir arkadaş çevresi ve hareketli bir sosyal hayatı olacak. İyi eğitim görecek. Entelektüel ancak çok da ince ruhludur ve haksızlığa asla dayanamaz. İki işi aynı anda rahatlıkla yapabilir.Dolaşım sistemi, sırtı beli, akciğerleri ve sinir sistemi yükselen yengeçse mide ve göğüsleri hassastır.."


bu arada bu blogu okuyan astrolojiye merak salmış bir arkadaş varsa yazabilir mi, ona da dadanacağım da, haha

Cuma, Kasım 14, 2008

çorapların teki nereye gider?



evlerde yaşayan ve çorapların tekini yiyen bir canavar var; orası kesin. bizim evdeki pek obur. tek çorap kavanozumuz doldu taşıyor, diğer tekler ortada yok... kesin çorap canavarı yedi, başka bir açıklaması yok...

Perşembe, Kasım 13, 2008

çaydanlık gitti

a. "tozunu attıralım" yazısına tozu attıralım hakikaten diyerek yazan arkadaşlar, hadi attıralım valla. turkuaz deniz'in aklında bir fikir varmış, ben hemen ona gidiyorum, haber veririm...

b. bu aralar biyonikkedi'nin yazdığıu bütün entryleri okumakla meşgulüm. geriye dönüp dönüp kah gülerek kah kahkahayı koyuvererek okumaktayım. kendisi bloglar aleminde bir tane...

c. ali muhiddin hacı bekir badem ezmeleri de bir tane valla. ne zaman beyoğlu'na gitsem bir miktar kapıyorum. zira kilosu otuz küsur lira ama felaket lezzetli.


d. oyun çocuğu nasıl okul çocuğuna dönüştürülür? okul bilinci nasıl verilir? anlatmak çare olmayınca neler yapılır, birinci sınıfı atlatmış sizlerden tecrübelerinizi istiyorum. özellikle çocuklaçocuk'tan fikir istiyorum. gerçi geriye dönerek onların da birinci sınıf maceralarını okudum, zorlandıklarını, ikiye geçince her şeyin kolaylaştığını öğrendim ama haikkaten gündemim bu. helppppppppppppp!!!!!!!

e. sevdiğimiz bir müziği dinlemek damarlarımızı genişletiyor, kötü müzik daraltıyormuş. herkes müzik başına!

f. hayat zor, di mi? bana yine zor geliyor, bakmayın neşeli neşeli yazdığıma...

g. ayda ile maceralarımı merak eden, "ben de öyle arkadaş istiyorum" diyenlere de dünkü maceramızı çiziktirip gideyim. macera dediğim ayda'nın doğum gününde ne giyeceği sorunsalı. telefon açarak "büyük bir sorunum var ece" dedi önce. "noooldu?" diye bir çığlık attım, korktum resmen. doğum günümde ne giyeceğimi bilemiyorum" dedi maymun. hanımefendinin bu cumartesi akşamı doğum gününü kutlayacağız da. "iyi" dedim, "alırız bir şeyler". "hah" dedi, "pahalı olmasın ama çok şık olsun. aynı zamanda grunge bir şeyler olsun ama dökülmesin. rengi iddialı olsun ve orası burası açılmasın, zıplamay müsait olsun ve de doğum günü sahibi benim diye bağırsın..."

e gittik korupark'a. yüzlerce mağaza. ayda'nın ayağında bilmem kaç pont topuklu bir ayakkabı, ben de ise durumu bildiğimden botlar. ayda'nın kendi durumunu bilmemesi tuhaf tabii. neyse, girmediğimizi mağaza kalmadı. bana da şu retro desenlerden, bayan adelayt'ın giyebileceği türde dik yaka ve koca düğmeli bütün o giysilerden gına geldi. en sonunda vakkorama'da ancak beğenebildik bir şeyi, e o da cidden pahalı bir şey tabii. almadık, alsak mı da kaldık. bu arada, "nasıl bu arabayı kullanabiliyorsun, kesin bagajda fareler vardır" diyen ayda'nın ısrarı üzerine arabayı da yıkatmaya vermiştik. nihayetinde temiz arabaya binerek olay mahalinden yaklaşık üç saat sonra uzaklaştık.

hızımızı alamamış olacağız ki birkaç butiğe uğradık. ben bu kadar mağazaya girip çıkmama rağmen günü şunlarla kapattım; bir oje, bir fondöten (ayda ısrar etti, pudra gibiymiş, bütün gün duruyormuş, şeftali gibi yapıyormuş suratı, asla parlamıyormuşsun. ki ayda'ya bakınca ürününü hakikaten öyle olduğu anlaşılıyor, aldım tabii), bir kolye (kolye hastalığına yakalandım).

gün öyle bitti. yorgunum. ve bu pos'u yazarken çaydanlık yandı. resmen altı kıpkırmızı alev olarak görünüyor. yılların çaydanlığı gitti. tuhaf günler... çok tuhaf...

Çarşamba, Kasım 12, 2008

tozunu attıralım

y kuşağı (biz x'tik değil mi, bizim çocuklar da z olduğuna göre seksenli arkadaşlar y oluyor bu durumda) tahmin edebileceğimiz üzere en çok vakti internet başında geçiriyormuş, televizyondan daha fazla vakit ayırıyorlar internete yani. yapılan araştırmaya göre "kişisel haber"leri okumayı tercih ediyorlarmış, yani blogları. ben de trendometre'den okudum...

bu durumda bloglar hakikaten birkaç yılda daha da önem kazanacak gibi duruyor. işi bilen bloglar alıp yürüyecek, ihtisas yapmış bloglar reklam alacak falan filan...

şimdi süper okunan blogların yanı sıra, biz geride kalanlar hala emekleme dönemindeyiz blog işinde. açıp yazıyoruz, keyfini çıkarıyor, üç beş sohbet ediyor, kendimizi yalnız hissetmiyoruz. o da yorgun, şu da depresyonda, bu da ödevini yapmamış, aa ne güzel taşları boyamış, süper fotoğraf, şahane hafta sonu programı falan diyoruz...

oysa oysa... biraz daha düşünelim derim ben blogger arkadaşlarım.

anne adayı ve anne blogger arkadaşlarımla bir proje yapasım var... biliyorsunuz kitap temmuzda çıktı ve ben o zamandan beri bir uykudayım. altı ay uyumuşum proje bazında, iş bazında. uyanayım diyorum. bir şeyler geliştireceğim kafamda. sonra sizinle paylaşacağım.

bu iş- madem blog yükselen trend-, bloglarla ilgili olacak elbette. bunun yanı sıra kollektif bir yapım olacak... merak etmeyin, bir anne-bebek sitesi yapalım falan demiyorum... hatta uzak duralım diyorum, zira binlercesi var... ben başka bir şey hayal ediyorum. tam olarak ne hayal ettiğimi de ayrıca bilmiyorum... fikirlerinize açığım...

birleşelim ve şu blog dünyasının tozunu attıralım diyorum...

azzz sonnraaaa

Pazartesi, Kasım 10, 2008

istanbul keyfi...

İstanbul arkadaşlarla keyifli. onlar olmadan bir hiç... fuar çok kalabalıktı; imza evet ilkti ama pek heyecan vardı diyemem:) normaldi her şey. umar, meripoint geldi! defdef'in annesi tuğba, ersin hoca ve tanya yollarda perişan oldu. tanya zaten bilahare defdef'li macerayı anlatır diye bekliyorum. bartonfink her zamanki gibi fotoğrafları çekti, iyi ki vardı. her zamanki gibi.

kitap almak bile eziyetti. beş kitap almışımdır. o kadar.



neyse ama biz oradan çıkıp kendimi otto'ya attık. süper bir mekan. derhal öğrenci olasımız geldi. pizzalar, biralar, şaraplar... oh, süperdi.... pek güldük ama burada anlatmayayım:) ersin hoca ile bartonfink'in sohbeti bizi pek eğlendirdi. defdef çatalını alıp kendi makarnasını yedi, resimler çizdi. hep "anne gel" dedi:) iyi hatırlarım o zamanları... lokantaları beş kere gezersiniz el ele...

ama defdef çok güzel bir çocuk. bayıldım...


sonra fransız sokağı'nda cambaz.
o ne güzel sesli bir kadın... tanya ve hoca, hatta gülben ve kerim için ilginç bir tecrübeydi zanndersem:) pek t.s.m insanı değil hiçbiri zira...

ama ben.. ama ben bayıldım... onlar da bayıldı gerçi. tanya ve hoca'yı arap şükrü'ye bekliyoruz acilen...


e sonra yorulduk. uykucuklar geldi. kısacık mesafeyi bir saatte kat edip otele ulaştık. sağolsun tanya ile ersin hocam:)



pazar sakin geçti. güzel bir kahvaltı, house cafe, beyoğlu, tünel falan filan.
akşama dönüş bursa'ya.


çok güzel bir hafta sonuydu benim için. fuara ilk kez yayıncılar kapısından girmek; doğan kitap'ın iç kısmına adım atıp o sandalyelerde oturmak, kitabımı görmek, kitabımı imzalamak çok güzeldi.

tuğba hanım da (doğan kitap) meğer okuyormuş blogu; hem de eski zamanlardan beri. ona da nazik karşılaması için binlerce kez teşekkürler.


istanbul arkadaşlarla güzel... ve iyi ki benim can arkadaşlarım var... çok şanslıyım. çok....

Yiğit Bulut köşe yazısı bugün...

Atatürk’e ve çocuklarına açık mektup...
Çocukları kimler mi? Benim, sensiz, onlar... Kendini “Atatürk’ün evladı” hisseden herkes...

Atam, sen hep şunu söyledin “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir”...

Gel gör ki, bugün yine seni anarken aklıma şu geldi son birkaç yıldır Cumhuriyetimiz “kimsesiz kalmış” gibi...

Ama üzülme, “kimsesiz asla kalmayacak”, bizler “kendini senin oğlun, kızın” görenler, sonuna kadar direneceğiz...

Atam, ülke ne durumda bir de benden dinle

Bir ülkede

* Vatandaşların bir bölümü “seve seve ölüme” giderken, bir bölümü “malı götürme” sevdasına düşmüş, “hangi toprakta yaşadığını bile umursamadan” kendilerine doları “efendi” edinmişler ise

* Siyasi otorite “askerlerimizi öldüren” Barzani’yi “muhatap” kabul etmek için adım atıyorsa

* “Ekonomi IMF’ye”, “dış siyaset Avrupa Birliği ve Amerika’ya endekslenmiş” ise

* Siyasetçi, “finansal entelektüel” zümre eksikliğinden faydalanarak “sıcak paranın yarattığı” kısa süreli “cenneti” siyasi rantını maksimize etmek için kullanıyorsa

* IMF ile o milletin menfaatlerini korumak adına pazarlık etmesi gereken bakan bile aynı zamanda İngiliz vatandaşı ise

* Üretim refleksleri kaybolmuş, sıcak paranın bastığı kur ile “üreten dinamikler” ithalatçı olma yoluna girmiş ise

* Dış politikada alınması gereken kararlar, güvenlikte atılması gereken adımlar, devletin en yetkili makamlarında aman “piyasa bozulmasın” diye gecikiyorsa

* Vatandaşların yabancı bankalara borcu 50 milyar doları geçmiş ise

* İç ve dış borç son 5 yılda dolar bazında “defalarca katlanmış” ise

* Yılda ödenen faiz, bütçe içinde “eğitim ve sağlık” harcamalarının 10 katı ise

* Sıcak para, ülkenin “ekonomik reflekslerini” çürütürken “kısa vadeli sonuç ortaya çıkmıyor” diye “ana dinamikler” analiz edilemiyorsa

* Deniz Kuvvetleri’ne ait muhrip “müttefik bir ülke tarafından” vurulmuş, içinde onlarca seçme subayını taşıyan uçağı ne hikmetse ilk uçuşunda düşmüş, askerlerinin başına çuval geçirilmiş ise

* 15 askerinin öldüğü gün en yetkili ağızdan “Sayın Başkan ile 1 ay sonra görüşeceğim, gerekeni yapacağız” açıklaması yapılmış ise

* Askerlerinin öldüğü dakikalarda “el konduğu için devlet kontrolünde olan” televizyon kanalında “dansöz oynatılıyor” ve yayını kesme ihtiyacı dahi hissedilmiyorsa

Ve en kötüsü “içeride kargaşa”, “dışarıda tam bağımlılık” ortaya çıkmışsa seni anmak ve “keşke” demek hepimizin hakkıdır ATAM!

Daha da vahimi TRT’nin arşivini soyanlar, yıllar sonra “bilirkişi” görüntüsü altında senin “belgeselini” yapıp, seni küçük düşürmeye çalışırlarken, mirasına sahip çıkması gerekenler hâlâ “sessizlerse”, bize “daha sıkı” durmaktan başka ne düşer ki ATAM!

Rahat uyu ULU ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK! NUTUK’ta dediğin herşey bugün çıksa bile, biz sonuna kadar buradayız...

Perşembe, Kasım 06, 2008

rana ete ot at

talat anneni ara
emre trene el atma...

hımm peki canım. atmam, ellemem, oynamam, arar, sorarım...

şimdi bunları okuyup yazıyor elvin, her defasında da her cümlenin ardından şunu diyor; "aslında atar mısın demesi lazım ama biz daha o harfleri öğrenmedik ya, ondan öyle yazmıyorlar"...

ısırıcam şimdi.

Pazartesi, Kasım 03, 2008

banyodan bildiriyorum

şu an banyodayım. elvin banyo yapıyor. ama ödev de var. bir de yemek yemesi lazım. tabii o aslında oyun oynamak istiyor. ben de bir sürü şey istiyorum hayatta tabii de akşamüstünden itibaren elbette yemek pişiren, yediren, ilgilenen, banyo yaptıran, sohbet eden, oyun oynayan oluyorum. aşçı, hizmetkar, psikolog vesaire vesaire... hepimiz gibi, hepiniz gibi. isteyerek yapılan işler bunlar tabii...

banyoda yemek yemesi bundan. banyo yaparken yedi bitti. hatta ben okuma ödevini de yapsa burda diye düşünmedim değil... bütün derdim oyuna daha çok vakit kalmasını sağlamak. çünkü dokuzda yatan bu çocuğa evde geçirilen üç buçuk saat kesinlikle yetmiyor. üç buçuk saate banyo, ödev, yemek koyunca oyuna az zaman kalıyor...

e işte böyle. banyodan bildiriyorum. onu diyecektim... kaçayım hadi.