Perşembe, Ocak 29, 2009

bu da hürriyet'ten

son dakika haber başlığı şu:
Ökeyle söylenen söz karakolluk etti

öke derken?

bayılıcam.

gidiyorum.

hürriyet "trendy"

böyle bir sayfası var hürriyet'in;

"en çok ne dinlendi?" diye bir liste yapmışlar. sayfa gençlere yönelik. ve liste şöyle:

1. Ebru Gündeş - Kızıl Mavi
2. Serdar Ortaç - Sana Değmez
3. Hadise - Düm tek tek
4. Ferhat Göçer-Aklım sende kalır
5. G.Ergen - Ya ölümsün ya düğün
6. Kenan Doğulu - Rüzgar
7. Demet Akalın - Gururum
8. Ziynet Sali - Herkes Evine
9. Tuğba Ekinci - Bataklık gülü
10. Bayhan - Vurdumduymaz

gençlik en çok bunları dinliyorsa ben bu gençlerle aynı gezegende yaşamıyorum zannedersem...

galiba bayılıcam...

gidiyorum...

not: herkesin ismi tam yazılmışken şu onluk listede bir tek gülben hanımın "g." olarak belirtilmesi de çok hoş ayrı bir detay, kabul etmek lazım:))))

işte su bebek!

şu "bir şey bebek" lafı ne zaman çıktı yahu? ilk ne zaman duyduk? "avşar kızı" tamlamasının ardından zannedersem "zehra bebek"e geçiş yapmıştı gasteciler. sonra olay aldı başını gitti; "bir şey bebek" tamlaması beni en çıldırtan şeylerden biri...

şimdi de başımıza bir "su bebek" çıktı. yağmur+pınar eşittir "su bebek".

sanırım bayılıcam...

gidiyorum.

not: eşittir'in sembolü nerde yahu? bak bir daha bayılıcam...

Çarşamba, Ocak 28, 2009

hani bazen


hiç gitmediğin bir yere gidesin gelir. her şey yeni olsun. kokusu farklı bir yer, rengi farklı. bilmediğin. dil başka, oradaki "sen" başka... mesela kimi zaman yürüyen bir insan oluverirsin birden veyahut yazamazken yazabilen, çok kitap okurken birden okuyamayan olursun.... hayretle bakarsın her şeye. her şey yabancı. şehir yabancı, sen yabancı.

Ayrılanlar İçin...

Şöyle bir bakın kitap satan sitelere; ayrılık ve boşanma ile ilgili ne çok kitap var, şaşırır kalırsınız. Daha da ilginci bunların çoğu baskısını bitirmiş, ancak yeniden basılamamış. Doğrusu vakit bulamamışlardır tekrar basılmaya, insana öyle geliyor. Yurdum insanının okumuş olanı kanaatimce nasıl kilden takı yaparken kitaplara başvuruyorsa, boşanırken de böyle bir metot izliyor. Bu tip kitapların en kapsamlılarından biri “Sona Eren İlişkinin Ardından Yeniden Toparlanmak” adını taşıyor. İsminin içerdiği pozitif anlam ve vaadin yanı sıra, beyaz, pırıl pırıl kağıda basılmasıyla da okurda bir ferahlamaya sebep olacağı muhakkak.

Kitabı Doktor Bruce Fisher yazmış. Toparlanma dersleri veren doktorun yıllar boyunca karşısına çıkan vakaların da örnekler halinde sunulduğu kitap tipik bir batılı gözüyle yazılmış olsa ve yapacağımız her şeyi adım adım öğrenmek ve uygulamak biz Türk insanına çok uygun bir yöntem gibi görünmese de, kitabı bir çırpıda baştan sona okuyup kişisel yararlanma listemizi çıkartarak, birtakım tümcelerin altını çizip sonra da onları post-itlere dönüştürerek kendimizce bir çıkış yolu bulmamız olası gibi görünüyor.

İnkar, endişe, uyum, yalnızlık,dostluk, suçluluk, reddedilme, keder, öfke, vazgeçmek, benlik değeri, açıklık, sevgi, güven, cinsellik, bekarlık, çocuklar ve nihayetinde özgürlük... Bir ayrılığın hangi aşamasında olursanız olun, bu kitapta size göre bir bölüm var... Önsözde de denildiği gibi; “Boşanma, bireyin yaşamının tüm alanlarını etkileyen metaforik bir ameliyat...” (sf:1) Ama üzülmeyin canım, metaforik işte... Derin derin nefes alın ve şimdi diğer kitaplara bir bakın... (Çeviren: Sema Eren, HYB Yayıncılık, 1998)

Arzu Çur, “Ayşegül hayvanat bahçesine gitti, okullar bitirdi, evlendi... Şimdi de boşanıyor.” diyor. Kocasından boşanmaya karar veren bir kadının tek başına hayat mücadelesini konu alan kitabın esprili bir dili var. Sanki yazar bu kitabı sadece ve sadece boşanmak üzere ya da boşanmış olan kadınlara yazmış ve bunun dünyanın sonu olmadığını, ufak tefek yara ve berelerin bir şekilde olacağını ama tünelin ucundaki ışığın yakında olduğunu göstermek istemiş gibi...

Kahramanımız bir yandan çocuğunu büyütmeye çalışırken bir yandan da özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışıyor. Kocasından tek bir mobilya almamaya, kırık dökük ama kendisine ait olan şeylerle idare etmeye çalışıyor. Evli kaldığı süre içinde “Aman, boş ver, ne çalışacaksın?” tutumuyla karşılaştığından, boşandığında da iş bulması kolay olmuyor. Neyse ki bir iş bulup da çalışmaya başladığında, mali işlerin ne kadar da zor olduğunu görüyor. Mücadelesi bununla da bitmiyor, kocasının evlenmek üzere olan sevgilisiyle kendi çocuğunun ilişkisini düzenlemek, anne babasına ne kadar iyi olduğunu göstermek zorunda... Ayşegül Boşanıyor bizden bir boşanma hikayesi. Başka başka böyle kitaplarımız olsun isteriz... (Ayşegül Boşanıyor, Arzu Çur, İletişim Yayınları, 2004)

Elvan Demirkan ikinci kitabında “Erken Akıllan, Genç Yaşlan” diyor. (Remzi Kitapevi, 2006) E tamam, bu bir ayrılık kitabı olmayabilir ama erken akıllanmak da biraz o anlama gelmiyor mu canım? Üstelik kitabın içinde ayrılma, terk edilme, terk etme, özgürlüğüne, benliğine, kimliğine kavuşma ile ilgili birçok bölüm ve Demirkan’ın kendi deneyimleri de var.

Örneğin “Kendinizle Yüzleşmeye Cesaretiniz Var mı?” isimli bölümde Elvan Demirkan şunları söylüyor; “Daha evlenirken, birbirimizi mutlu edeceğimize dair vaatlerle, sözlerle başlıyoruz birlikteliğe. Ve zaten bu tip bir beklentiyle ilişkimizi baştan sabote ediyoruz. Kendi, mutluluğumuzu nasıl bir başkasının eline verebiliriz ve sonra da o kişiyi bizi mutlu etmekten sorumlu tutabiliriz ki? Her şeyden önce karşımızdaki bu kadar büyük bir sorumluluğu nasıl kaldırabilir? ... İlişkilerimize bu tip bir bağımlılıkla yaklaştığımız sürece sevgiyi yaşayabilmeye imkan yok.”(sf:96-97)

Salı, Ocak 27, 2009

iki güzel kitap

Kitabı bitirdiğinizde; eğer siz de “yazarın kalemindenseniz” yapmanız gereken birkaç şey oluyor. Şöyle ki önce en yakın arkadaşlarınızı eve davet etmek istiyorsunuz veyahut bir yerlerde buluşmak, gülmek, gülüşmek, şarap içmek, kitaplardan, güzel yemeklerden ama en çok aşktan, aşkın ta kendisinden, ideasından söz etmek...
Özlem Kumrular insanı kıskandıracak kadar çok dil bilen, insanı kıskançlıktan öldürecek kadar çok yer gezmiş, gezmekle de kalmamış, yaşadığı, gördüğü, yediği, içtiği, hissettiği her şeyi hikayeleştirmeyi başarmış güzel bir insan, karakterlerine hayran bıraktıran bir yazar.

Kahramanlara hayran kalmak çare olmuyor yaralara tabii, bu yüzden belki nice satırın altı çiziliyor, insan o kahramanlardan birinin, hadi diyelim ki bu kitapta Nosta’nın yerinde olmak istiyor... Nosta kadar güçlü, Nosta kadar aşık, Nosta kadar hayata bağlı, özgür, edebiyatı bilen, gerektiğinde de bildiren, onun gibi halden anlayan dostları olan, aşka aşık biri olmak istiyor.

Şu “hayata bağlı” lafı, emin olun Nosta’yı tanımlamaya yetmeyecek şimdi, kitabı okumaktan başka çaren yok ey okur. Eğer istediğin aşksa, beklediğin bir şeyse aşk, bulamadıysan aşkı ya da tam içindeysen, yine bu kitap senin için. Nosta aslında “Wanda adında bir balık”, hani birdenbire vurulduğu adam Yunan diye iki ayda şıp diye o dili de öğreniveren biri. Nosta’nın kalbi Azteka Stadyumu gibi... “Kapasitesi 120 bin olmasına rağmen ayakta 200 bin kişi sığabiliyor.” Arkadaşları aşk damarını aldırmak istiyor şaka yollu, oysa okur hep daha çok aşık olsun istiyor Nosta... Hatta Nosta gerçek bir insan olsun, böyle bir kadın hayatta olabilsin yani ve aşkı böyle hep en güzel haliyle anlatsın istiyor. Bildiğiniz aşk romanlarını unutun. Hele şu sıralar bir yolculuğa çıkıyorsanız, bırakın Nosta göstersin size yolu... (Özlem Kumrular, Aşkın Beş Hali- İstanbul’dan Rodos’a, Dharma, 2005)

Karşımda Buruk Acı isimli şarkıyı bilmeyen var mı? Her devirde –nedense en çok- gençlerin diline pelesenk olan bu şarkıyı anımsıyorum da biz seksenlerin ortasında “Hangi kapıyı çalsam, karşımda coğrafyacı” olarak dillendirirdik. Seksenlerin ortasında biz, roman kahramanlarının aksine apolitiktik, hiç işimiz yoktu yani politikayla. Mert Özmen’in şehrimin bir kasabasında geçen bu bir üçlemeye ait olan ilk kitabındaysa gençler 75 yılını önce masumiyetlerinin verdiği bir telaşla, ardından da politik mesajlara kayıtsız kalamayarak, onlardan doğal olarak etkilenerek geçiriyorlar. Romanı betimleyen tarihin on sene sonrasında biz evet, hala elimizde Hey dergileri, üzerimizde blue jeanlerin özellikle Kıbrıs’tan getirilmiş olanları, odalarımızda posterler ile lise hayatımızı geçirmeye, idare etmeye, hatta okulu bitirip de adamdan sayılmaya can atıyorduk.

Mert Özmen’in dört roman karakteri de aynı şeyi yapıyor aslında; ancak kasabaların o dönemde –belki şimdi hala- olan kısıtlı imkanlarıyla sığınabildikleri tek şey müzik ve şarkı sözleri oluyor. Yeni çıkan longplayleri takip eden, hayalleri olan, kimi zaman aşk nedir’i sorgulayan bu karakterleri çok sahici belirlemiş yazar. Biri ölen babasının özlemiyle yanıp tutuşan, okulda başarılı olursa yoksulluğunun göze batmayacağını erken öğrenen Ali. Bir diğeri Ali’ye aşık ama statüsü farklı, bir albay kızı olan Çiğdem. Annesi babası Almanya’da yaşayan ve her problemini kendi başına çözmek zorunda kalmış olan Selçuk ve okulun en yakışıklısı Kenan. Bu dört arkadaş bir yandan gerçek bir arkadaşlık bağı ile birbirlerine bağlıyken, hala çocukluktan çıkamamış olmanın verdiği bir amatörlükte sudan bir neden dolayı birbirlerine küsebiliyorlar.

Bunun yanı sıra, yine aynı gençlik ateşi ile politik tavırları olan “abi”leri dinliyor, onlardan etkileniyor, birdenbire hayatta en çok değer verdikleri –ya da öyle sandıkları- sanatçı posterlerini bir kenara fırlatıp saçlarını kestiriyor, parka giymeye başlıyor, hayatı bir de bu çerçeveden, kendilerine sunulan, kimi zamanda dayatılan politik mesajların penceresinden algılamaya çalışıyorlar.

Cinselliği kasabaya gelen Parçala Behçet filmiyle öğrenmeye çalışan, ellerine geçen erotik kitaplardaki metinlere şaşıran, çevre baskısıyla bulanan, aileleriyle en çok iletişim kurmaları gereken zamanda sadece birbirlerine sığınabilen, üstelik yanlış anlaşılırım korkusuyla her şeyi de paylaşamayan bir kuşağı resmetmiş Özmen. Kahramanlar sahici, kahramanlar hala var. Değişen tek şey, hayata fon olan şarkılar ve şarkıcılar. Üstelik kimi gençler büyük olasılıkla hala “Tamirci Çırağı”nı dinleyerek içlenmekteler bugünlerde de, kimileri için Selda Bağcan hala önemli bir figür müzik tarihinde. Bence karşımda Buruk Acı her devrin gençlerinin kendinden bir şey bulabilecekleri bir kitap, dolayısıyla özellikle lise gençlerine hararetle öneriyorum. (Mert Özmen, Karşımda Buruk Acı, İstiklal Kitapevi, 2007)

Pazartesi, Ocak 26, 2009

ece'den bir blog daha

ciddi bir yemek kitabı okuyucusuyum ben... eski kitapları bulmak kolay değil; ben nerede bulsa toplayanlardanım ama...

iyi yemek yapamam ama iyi yemek kitabı biriktiririm...

ilginç olur diye düşündüm... bir tık

karbon kopya/ aşk hastalığı



Karbon Kopya “Çevirenin Notu” ile açılıyor. Garcia Perez Samango’nun El Toreador isimli öyküsünü orijinalinden çeviren Yekta Kopan bu giriş parçasıyla bizi ilginç bir deneyime davet ediyor. Öykü dipnotlarla zenginleşmiyor, adeta coşuyor. Çeviren uzun dipnotlarıyla bizi yan öykülerin içine sürüklediği gibi, bir çevirmenin çeviri başındaki ruh halinin de okura yansıtıyor. Üstelik dipnotları sevmeyen bir milleti dipnot yağmuruna tutuyor, neredeyse öykünün kendisi kadar uzun süren dipnotlar bir noktadan sonra öykünün kendisinden daha fazla dikkat çekiyor. Velhasıl, Çevirenin Notu bittiğinde okur dipnotların ne kadar keyifli olabileceğini görüyor… Şunu söylemeliyim ki, “Çevirenin Notu” benim son zamanlarda karşılaştığım en iyi “şey”.

Kitaptaki her öykü başka bir yolculuk. Meme’de örneğin sakıncalı bulunup da tamamen çizilmiş tümceler var. Becerikli Bay Kerim İnal yalnızca bir kitabı yayınlanmış, ilgiye muhtaç, eleştiriye kapalı, daha da iyilerini yazmak isteyen ama geçim derdi de olunca bir adım ileriye gitmeye cesaret edemeyen bir yazarın ve bu yazarın başka bir isimle ısmarlama polisiye kitaplar yazarak kazandığı başarının içsel hikâyesi. Yine dipnotlarla zenginleşen hikâyenin ardından Borges ve Ben ile Kafka ile Yolculuk adlı öyküler geliyor. Yazarın sevdiği yazarları kitabına konuk ettiği bu öyküler, okuru da bu unutulmaz yazarlar üzerine tekrar düşünmeye davet ediyor.

Okurlar örneğin “Sevgili Kardeşim”de, yine değişik bir teknikle karşılaşıyor. Kahramanın kardeşine yazdığı mektupların satır aralarında Van Gogh’un kardeşine yazdığı mektuplardan satırlar var. Gerçeğin Halleri resimlerle edebiyatı buluştururken, Metafor, Öykü Olarak tasarlanmış Oyun ya da Oyun Olarak Tasarlanmış Öykü ile kolay kolay unutamayacağınız bir atmosfere davet ediyor yazar sizi. Bir sahaf, bir yazar ve genç bir kadının kitaplarla dolu bir mekânda yalnızlığa, iletişimsizliğe, bir kitabın yazım aşamalarına şahit oluyorsunuz. İlginç bir kitap Karbon Kopya, güzel bir edebiyat kolajı. Mutlaka okuyun… (Can Yayınları, 2007)
Can Yayınları’ndan diğer bir kitap da Levent Mete’den Aşk Hastalığı. Aşk Hastalığı iddialı adıyla beni kendine çekmeyi başardı.




Eleştirilerden birinde yanlış anımsamıyorsam, Mete’nin kahramanları bir aşk hastalığından ziyade bir seks hastalığına yakalanmış gibi görünüyor denmişti. Açıkçası beynimde bu dipnotla kitaba başlayınca, önyargıdan kurtulamayarak bu gözle okudum kitabı… Bakalım Esra ile Engin sahiden neyin peşinde, cidden aşıklar mı birbirine, yoksa sadece tutkuyla karışık bir seksin peşindeler mi… Bu sorunun yanıtını vermeden önce şunu söylemeli; yazar evliliği iyi biliyor, tanıyor ve çözümlüyor. Bir süreden sonra her şeyin aynı geldiği evlilikler ancak bu kadar iyi anlatılabilir.

Ancak Esra ile Engin’in bir haftada, birbirlerini hiç tanımadan her şeyi bırakıp şehri terk etmeleri, hele Esra’nın psikolojik bir rahatsızlığı olan oğlunu yüzüstü bırakıp gitmesi gibi detaylar inandırıcı olamıyor maalesef. Ancak tamamen vurdumduymaz olmak lazım bunu yapabilmek için ve ne Esra, ne de Engin bu kadar çılgın, başlarına buyruk yaşayan insanlar....



Yazar, Esra’nın oğlu Özgür’ü anlatırken de çok başarılı. Özgür’ün hissettikleri, düşünceleri, anlattıkları hem çok dikkat çekici, hem çok ikna edici, hatta okuyanı irkiltiyor diyebilirim… Ama Engin’in karısını yolda indirmesi, Esra’nın hastaneye kaldırılan oğlunun sağlığını sormaması çok uzak inandırıcılıktan. Yazar aşkı bir hastalık gibi anlatmış evet, kahramanları da güya bu hastalığa yakalandıklarından böyle vurdumduymazlar… Ama yok, ikna edici değiller ve üzgünüm ama insanda sahiden de seksten başka bir şey düşünmüyorlar duygusunu uyandırmaktan öteye geçemiyorlar… (Can Yayınları, 2007)

babaya bak/ habere bak

Acun Ilıcalı'nın programını seyrederken çocuklarıyla iddiaya giren baba sonunda kendini camdan aşağıya attı.
Var mısın Yok musun' yarışmasını izlerken çocuklarına "Son kutudaki parayı bilemezsem pencereden atlarım" diyen Süleyman Parmaksız, pencereden atladı.

ÇOCUKLARIYLA İDDİAYA GİRDİ

Olay Tekirdağ'ın Çorlu İlçesi'nde dün akşam saatlerinde Reşadiye Mahallesi'nde meydana geldi. Evde yarışmayı izleyen ikisi erkek 3 çocuğu ile kutu hakkında ididaya giren Süleyman Parmaksız, yarışmada son iki kutusu kalan Musa adındaki yarışmacının 6 numaralı kendi kutusunda 50 bin TL, kutuyu açacak olan diğer yarışmacının 17 numaralı kutusunda ise 500 bin TL olduğunu söyledi. Çocukları ise tam tersini söyleyince baba Süleyman Parmaksız, 3 çocuğu iddiaya girdi. Baba Parmaksız eğer 6 numaralı kutuda 500 bin TL çıkması halinde kendini pencereden atacağını söyledi.

2. KATTAN ATLADI

Yarışma sonunda açılan 6 numaralı kutunun içinden 500 bin TL çıkması üzerine Süleyman Parmaksız oturduğu apartmanın ikinci katındaki evinin penceresinden kendisini aşağıya bıraktı. Şaşkına dönen Parmaksız'ın çocukları pencereden aşağıya baktıklarında yerde yatan babalarının yaralandığını görünce hemen sağlık ekiplerine haber verdi. Olay yerine gelen ekipler, bacağına bahçe korkuluğunun demir çubuğu batan ve ayağa kalkmaya çalıştığı sırada demir çubuk battığı yerden çıkan Parmaksız'ı ambulansla Çorlu Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Tedavi altına alınan Parmaksız'ın sağlık durumunun iyi olduğu öğrenildi.

kaynak: gazeteciler.com

Pazar, Ocak 25, 2009

tatile giderken...


önce otobüsle izmir'e gideceğiz... ardından çeşme'ye bir minibüs. derken gemiye atlayıp o ada senin bu ada benim dolaşacağız...

zaman, ne çabuk geçiyor...

otobüsü beklerken kedisini yanından ayırmayan o çocuk karne aldı iki gün önce. artık beş yaşında değil. oysa ne güzel bir yaş beş yaş... şimdi fotoğraflara bakarken hatırladım, ne güzel tatildi sahi o. yine gidelim biz.

my number one

self portrait

Perşembe, Ocak 22, 2009

sabah


günlerdir mutfakta bana eşlik eden çiçek. bu aralar kitap okuyamasam da, yazı yazamasam da galiba fotoğraf çekesim var. özellikle neşe'nin şuna bir bak dediği siteye bakıp da kıskançlıktan çatladıktan sonra:))))

evden notlar


yaso'nun filmleri. açık cam. temiz hava. aynı kanepe. belki bir kahve. enis batur/ pasaport damgaları ara ara...

Çarşamba, Ocak 21, 2009

bunlar moda...



moda dünyasına katkıda bulunayım bugün;

evin moda otoritesi dün akşam bildirdi; bir paçayı kıvırarak giyilen kadife pantolonlar moda. mutlaka çizgili çorap ve spor ayakkabı ile tamamlanacak. ayrıca tunik bluzlar 2009 baharında da görülüyor olacak ancak içine kontrast renklerde uzun kollu bir bluz giymek şart.

Salı, Ocak 20, 2009

bugün bloggerlar...

a. pek aktif. entry üstüne entry giriyorlar
b. pek defresif. ağlayanlar çok, bunalanlar çok.

demek ki işlere ve bloglara gömülerek başka dertlerin unutulmaya çalışıldığı bir gün.

nomofobi ya da sensiz bir hiçim...


Sözcüğü sevdim; “nomofobi”. Açılımı No Mobile Phobia. Cep telefonu olmadan kendini “hiç” hissetme durumu. Gerçi araştırma İngiltere’de yapılmış; İngilizlerin yarısı da telefonu olmadan ciddi bir strese girdiklerini ifade etmişler. Stres telefonu kaybetme, kontör bitmesi, şarjsız kalmak, kapsama alanı dışında olunca huzursuz olmak gibi birçok durumu kapsıyor.

Gerçi İngilizler çok bira içip asosyal takılmaları dışında cep telefonlarını kulaklarına yapışık bir şekilde tutmalarıyla da ünlüler. Yani bu tip bir araştırma dünyanın başka bir ülkesinde aynı sonucu verir mi, bilemem… Ama durum bizim millete de uyuyor gibi geliyor bana… Ne de olsa her Türk insanı diş fırçalamak gibi basit bir eylemi gerçekleştirmekten muzdarip olduğu halde cep telefonu yenilemede diğer dünya vatandaşlarını geride bırakmış vaziyette.

Her Türk ortalama olarak dokuz ayda bir telefon modelini yeniliyor… Bu oran Avrupa ülkelerinde iki yıl… Maaşının iki katı fiyata telefon alan yurdum insanı, bu tavrıyla dünya telefon istatistiklerine ciddi bir katkıda bulunuyor. Teknoloji üretemeyen ama en son teknolojiyi kullanmayı deli gibi seven canım Türkiyem sms mesajları gönderme liginde de üst sıralarda…

Şimdilerde arabada unutulan bir telefon için evden tekrar giyinip çıkıyoruz; ekmek almaya gitmeyiz ama… Telefonu kaybolunca kahrolmayan insan kalmadı. İnsanın böğrüne resmen bir bıçak saplanmış gibi oluyor… Bir yere gittiğinde önce telefonunu masanın üstüne koyan, çantada geçirdiği acı zamanları unutturmak istercesine telefonunu okşayan, çalışıp çalışmıyor mu, arayan olmuş mu diye kontrol edenlerle dolu ortalık… Bir arkadaşla buluşmak bile telefon kapattırmıyor adama… Karşılıklı kahveler söyleniyor, “ne haber?” diyorsunuz, sonra birinin telefonu çalıyor… O telefonla konuşurken boş durmayayım, ben de birini arayayım psikolojisine giriyor insan. Böylelikle karşılıklı kahve içerken kimse kimseyle konuşmadan ama cep telefonuyla konuşarak zaman tüketiliyor. Sonra hadi bay bay… Sinemada dahi telefonunu kapamayanlardan söz etmiyorum bile…


Bize de Bu Yakışır…


Şarkı indirmeyi, parklarda bahçelerde, çeşme önlerinde fotoğraf çekmeyi, çektirmeyi boş verin, telefonlar yakında kredi kartı olarak kullanılacak, garaj kapılarını açacak, neredeyse araba lastiğini değiştirecek, ütü yapacak, evi süpürecek…
Bu durumda da büyük olasılıkla nomofobi daha da artacak. Hem konuştuğunuz, hem de kredi kartı olarak kullandığınız bir şey bir de evinizin kapısını açıyorsa onu kaybetmek herhalde acıların en büyüğünü yaşatacak. Çok yakın zamanda cep telefonları için şarkı besteleyenlerin, onlar için şiir yazanların oranında da artış olabilir diye düşünüyorum ben. Sevgilisinin telefon modelini beğenmediği için onu terk edenler de çıkacaktır. Kontör göndermedi diye babasını bıçaklayanlar, şarj cihazının üstüne su döktü diye arkadaşıyla küsenler falan filan… Telefonunu kaybetti diye Boğaziçi Köprüsü’nden atlayanlara bile rastlayabiliriz…

Sigara ve asbestten daha çok zararı olduğunun söylenmesine ise kimse aldırmıyor zaten; “atın ölümü arpadan olsun” tümcesini her gün seve seve kullanan bir millete de bu yakışır…

Pazartesi, Ocak 19, 2009

eski bir yazı... şu an için pek uygun

 
Posted by Picasa


Ah yazamıyorum. Neler neler yaptım bugün yazmamak ya da yazabilmek için (ikisi de aynı kapıya çıkıyor)... Fesleğenler kokladım, saksıları boyadım, bilmediğim bir tatlıyı yaptım, odalara gittim geldim, giysilerimi katlayıp yerleştirdim. Bir kahve içtim sonra, derin derin düşündüm, ne yazacağımı bulmaya çalıştım.
Sevdiğim müzikleri dinledim sonra, esin perileri gelsin diye onca saat oturdum yerimde. Telefon çalsın da kalkayım istedim ekran başından. Nitekim terliklerime baka baka, sonra dışarıdaki güneşi özleyerek kalakaldım yine. Neden içeride olduğumu bilmeyerek, dışarı çıkabilme lüksüm olduğundan emin olarak ama yine de oturarak kaldım. msn’de arkadaşlarıma ikonlar yolladım, defalarca postalarımı kontrol ettim. Dışarıda, çim biçen adama baktım, sonra kalkıp televizyonu açtım. Gündüz vakti, başka birilerinin televizyonu gibiymiş geliyor bana bu meret, bana yayın yapmıyor da, yanlışlıkla başkasının yayını bana (b)ulaşmış gibi, baktım umutsuzca, çok sıkılarak, yüzümü ekşiterek...

Kapattım tabii sonra. Yazı yazmalı. Yazmalı evet, evden de çıkılabilir, insan kendini pekala bir banka atıp kitap okuyabilir, olmuyor ama, olmadı yani. Durdum öyle. Cezalı gibi. Evimdeki eşyaları ilk kez görüyormuşçasına baktım bir ara, bir ara “hayata” baktım. Yani şu dakikaya, tam şu an’a. Olabiliyorsa, yapabildiysem yani, dışarıdan baktım önce eve, sonra kendime. “Bugün nasılsız bakalım” dedim, “afiyetteyizdir inşallah”. Sonra dedim ki yazı yazamayan kendime, yahu yazamamak hali senin yılda en az bir kere yoklar, illa da yazarsın yazamamayı, bari getir yan yana şu on “yazamama” yazısını (var mıdır o kadar?) bir kolaj yap, en iyilerden bir demet....

“Yazı yazamamayı anlatmanın da bir adabı olmalı ki Robert Pinget’in Yazamamak diye kısacık bir kitabı var, onu mu okumalı bir ara yeniden, ne diyordu o sahi?” diyerek kıvrandım bir ara... Yazamadım tabii, kalkıp kitabı da bulamadım, zira karmakarışık bir kitaplık benimkisi. Bana faydadan çok zararı olan bir organizma gibi hatta. Bir kitabı çekersen diğer hepsi üzerine yığılıverecekmiş gibi bir sıkıntı hali, hepsi üzerime düşecekse ne yapayım onca kitabı ben?

Enis Batur’un nefis bir yazısını kestim geçen gün “Okumak, Sıraya Koymak” başlıklı. “(Okurun) Okumak istediği kitaplar, okuyabileceklerinden kat be kat fazladır. Okur, sonuçta yetişemeyen, yaşı ilerlerken yetişemeyeceğini öğrenen, bu gerçeği kendine zulüm aracı haline getirmekten her vakit kurtulamayan kişidir." diyor Batur. Ah evet, sıralamaya koymak da yeterli değil Batur’un yazıda dediği gibi. Doğru bir sıralama çünkü, görece bir kavram, nasıl da değişken... Dolayısıyla, tesadüflerin yol gösterdiği bir okuma biçimi geliştirdim ben, tıpkı bir kitapçıya gitmiş gibi uğruyorum kitaplarla dolu odaya. Şöyle, elim belimde bakıyorum hepsine, derken çekiyorum birini raftan. Kitabın arkasına göz atıyorum, “hımm, okuyayım bari” diyorum. Para vermeyecek olmanın dayanılmaz rahatlığıyla çıkıyorum odadan. Öyle yani durum. Sıra yazmaya gelince, evet kitaplar hakkında yazabiliyorum... Ama işte okur, belli ki bugün hiçbir şey hakkında yazamıyorum...

fotoğraf

 
Posted by Picasa

Perşembe, Ocak 15, 2009

tık

kitabın ilk baskısını alayım diyenler...tık... zira piyasada mevcut değil:)

sabah ilk diyalog

odasından sesleniyor;
-anneeeee!
-efendimmmm?
-takımımı değiştirebilir miyim?

ben de yeni uyanmaya çalışıyorum...

-ne takımını kızım?
-tuttuğum takımı
-değiştirebilirsin.
-iyi o zaman artık galatasaraylıyım ben.
-iyi, aferin.
-peki burcumu değiştirebilir miyim?

:))))

Çarşamba, Ocak 14, 2009

ekşisözlük'ten "ece arar" maddesi

görmemişim bunu ben... bugün gördüm.

"ece'nin hamilelik günlüğü adında kendi hamileliğini eşzamanlı olarak anlattığı bir kitabı vardır. hamile kalmaya karar verme sürecinden mayorka adasında hamile kalmak için kasmasına, hamilelikle ilgili öğrendiği her türlü bilgiden bunları babasıyla dahi sakin-rahat paylaşmasına kadar tüm detayları yazmıştır.
samimi ve eğlenceli bir yazım üslubuna sahiptir, hamilelik süreci geçiren arkadaşlara üzerlerindeki panik-depresif havayı atmaları açısından tavsiye olunur. " - mavigömlek

ne güzel yazmış, sağolsun....

Salı, Ocak 13, 2009

hâlâ yılbaşı...


evet öyle gibi. neden? tembellikten. aynaya yazılmış yazılar duruyor. yılbaşı ağacı aynı yerde. süsleri üstünde. her kapı kolunda ayrı bir şey sallanmakta... evde yılbaşı sürüyor.

birinin bütün bunları kaldırması lazım:)

bir şey soracağım; sizde de aynı mı yoksa bir ben mi böyleyim??? sabah uyandığım saniye günümün nasıl geçeceğini anlıyorum ben; ruh hali anlamında diyorum... dün sabah mesela aşırı tembel, ruh hali down bir kadın olarak uyandım, günüm de öyle geçti. lüzumsuz, unutulacak sıradan günlerden. evden adımımı atmadım. oysa bu sabah mesela gayet neşeyle uyandım. daha şimdiden bir sürü işimi hallettim, diğerlerini halledecek gücüm de var, hissediyorum. üstelik herhangi bir olay neticesinde vuku bulmuyor bu ruh halleri... öylesine down veya öylesine up... sizde de öyle mi?

Pazartesi, Ocak 12, 2009

anneler ve yavruları


elvin okul kütüphanesinden getirdiği "anneler ve yavruları" isimli kitabı gördüğünüz üzere mutfakta, halıda yatarak okudu. okuyor evet de, baştan sona okuduğu ilk kitap bu... anı olarak saklayayım istedim...

shadow box 2


bu stephanie rubiano'nun shadow boxlarından biri. gördüğüm en nefis şeylerden... flickr'da onu takip etmenizi öneririm... kendi web sitesinde de satış yapıyor.

shadow box



aslı bayülgen minyatür maketler yapıyor. inanılmaz şeyler... bakıp bakıp kıskandığım insanlardan biri diyebilirim. o minik maketleri bir konu dahilinde çerçeveliyor da... enfes. satıyor da:)) aklınızda bulunsun. neyse bugün bir link yollamış blogdan, yurt dışında bu işten ne paralar kazanılıyor, bakınız örnek gibi... ben tıkladım ama tıklamakla kalmadım.

minyatürlere bakmayı bırakıp shadow box dünyasına daldım. evet beni 2009 yılında felaket heyecanlandıracak şeyi buldum; shadow box. aslında derin herhangi bir çerçeveye dilediğiniz obje, resim, fotoğraf yerleştirmek suretiyle hepinizin shadow boxları olabilir ve hatta evde bende bir tane var da adını bilmiyormuşum keratanın... anıları böylesi hallere dönüştürmek harika...

ama tabii çok profesyonelleri de var bu işin. bu sene kesin bu shadow box'ın takibindeyim, yapacağım, kararlıyım...

Pazar, Ocak 11, 2009

hafta sonu


* kuzu sesleniyor; "anne kalkabilir miyim?" saate bakıyorum, yedi buçuk.... "eyvah!!!!" diyorum, "çabuk giyin, saati kurmamışım... geç kaldık okula". kuzu, "anne tatil bugün" diyor. kafamda olayı bir kaç saniye tartıyorum, kuzu haklı. "tamam canım" diyorum, "yat istersen daha". "yok" diyor, "kalkayım, resim yapayım ben..." ben uykuya biraz daha devam...

* kuzuya "hadi kahvaltıya gel" diyorum. çizdiği resimleri gösteriyor önce, sonra hızla yapıyor kahvaltısını. aferin.

* kuzuya "hadi ödevini bitir" diyorum, "iki saat sonra" diyor, daha oyun oynayacağım...

* kuzu oyun oynuyor, sonra ödev yapıyor. ödev kontrolünün ardından çanta toplamaca.

* "hadi kuzu giyin de gidelim." "nereye?" "sürpriz."

* neyse ki alışveriş merkezi kalabalık değil, erken gelmişiz... öğle yemeği, ardından bir kahve. kuzuya çikolata. etraf kalabalıklaşıyor, kaçasım geliyor. kuzuyu kandırmaya çalışıyorum. "hadi gidelim evde mısır patlatalım, battaniyenin altında film izleyelim..." ııh, kanmıyor. filme nir saat var, nasıl geçer kalabalıkta bir saat?

* neyse kitaplara, filmlere bakıyoruz. araya sıkışmış, if'de gösterilmiş 2.5 liraya dvdler var, kapıyorum birkaç tane.

neyse film başlıyor. uzay maymunları, space chimps. neşeli.

filmle ilgili bir iki şey:
çocuklarınız et yiyen canavar mağarasından, uçan ve kuyrukları yılana benzeyen ve adamı yiyecekmiş gibi görünen hayvanlardan korkabilir, etkilenebilir. genelde korkunç değil ancak bence yedi yaşından küçükler gece rüya yerine kabus görebilirler... dikkat!

* aa bir çıkıyoruz, inanılmaz bir alışver,ş merkezi trafiği. hafta sonları gerçekten hiç çekilmiyor alışveriş merkezleri. ben bağımsız sinemalar istiyorum, park yeri sorunu olmayan ve alışveriş merkezlerinde bulunmayan....

Cuma, Ocak 09, 2009

Günün Özlü Sözü

"'Kötü Tohum' sadece Nick Cave’in grubunun adı değil. Var böyle insanlar."
T.K

gitti gidiyor!!!

ben gitti gidiyor'a üye olalı sekiz yıl olmuş... aman diyorum geçen zamana... bir sürü ıvır zıvır almışlığım var. ayakkabıdan elbiseye, puma sweatshirtten elf makyaj malzemelerine...

kimi hüsran olmuştur evet. çoğunlukla da elbiseler kısa gelir:))) ayakkabılar görüldüğünden daha topukludur. çanta tahmininden küçüktür falan... ama heyecanlıdır gg'den bir şey almak. çok istiyorsan daha da heyecanlıdır, son dakikaları sayar, açık artırmaya katılır, tahmininden fazla yükselirse pes eder, hayal kırıklığına uğrar; sonra savunma mekanızmanı tekrar devreye sokar ve "iyi ki almamışım... zaten çok para harcıyorum." dersin.

satması da keyiflidir. hiç satılmayacağını düşündüğün bir eşyan iyi fiyattan gidebilir... ama bir liradan açarsın bazen, yine bir liradan da gidebilir:))

bir şey alasın yoktur, sadece vakit geçiresin vardır, o da olur. chloe elbiselere, jimmy choo çantalara bakarsın. hatta şu an ne moda onu da gg'den gayet iyi anlarsın... mesela ugg furyası devam, gg'den görebilirsin.....

gg iyidir ama bu klip sahiden onun ruhuna uygun olmuş; ben elmashift'te görüp koydum buraya. klipteki malzemeler TOÇEV yararına satıştaymış. çok hoş çok....

Perşembe, Ocak 08, 2009

kavanoz meselesi?

peki hiçbir kavanozu atmayıp binlerce kavanozu olanlar?
tüm torbaları saklayanlar?
peki ya -allah rahmet eylesin- bir arkadaşımın babasının yaptığı gibi ilaç kutularının içindeki pamukları da saklayanlar?
artık kasetçaları olmadığı halde kasetlerini de hâlâ saklayanlar?

:))) e hadi bakalım, daha neler var neler...

Salı, Ocak 06, 2009

öylece duruyorlarsa ne anlamı var?

öylece duran şeyler:

binbir zahmetle vcdye aktarılmış eski günler.... izlenmeyeceklerse niye kaydedildiler? oturdum bugün elvin'in 2.5 yaşını izledim. aman dedim, bu çocuk benim mi, böyle mi konuşuyordu? sonra gözlerim doldu, o halini özledim... halbuki ne zor gelirdi o günler. meğer değilmiş, onu gördüm, bir şey yokmuş yahu... şimdi bir günlüğüne o yaşta olsa, bıcır bıcır konuşsa, dinlesem...

ekmek yapma makinesi: bir gün makineye un koydum. aa bir baktım, un kurtlu. niye bilmem, panikledim, koşarak çöp kutusuna gittim. arada merdane de çöpü boylamış. sonra fark ettim. bu olayın üstünden herhalde bir yıldan fazla geçti. makine duruyordu öyle... harekete geçtim ama... yakında yeni bir merdanem olacak.

kimi mumlar: kardeşim yakmayacaksak, kıyamayacaksak niye aldık?

kimi peçeteler: hani alırsın, daha pahalıdır. o gün misafir gelecektir, beğenir alırsın, kullanırsın da. tamam, sonra kaldırırsın. kullanalım yahu... hepsi birikir bunların bir de... her misafire gider ayrı alırsın...

alengirli mutfak aletleri: bir heves alırsın... sonra üşenirsin... di mi?

havlular: bu madde bende yok da kimi böyle saklar bazı havluları. misafire yine!

giyilmeyenlere hiç girmeyelim...

peki bir daha okunmayacak olan kitaplar, izlenmeyecek olan dvdler?

ya kullanalım, ya kurtulalım...

güzel anlar


hayatın küçük güzel anları; neşeli fotoğraflar, sabah kahveleri, arkadaşlarla sohbet... sabah gazeteleri okumak, derken maillerine bakmak, blog yorumlarını okumak:))) bakalım bu fotoğrafları beğenecek misiniz?

Pazar, Ocak 04, 2009

kırmızı kutudan çıkan hediye



max factor'un ajansı bloggerların önemini keşfetmiş. kimi "kadın blogger"a en dayanamayacakları şeylerden birini, bir makyaj malzemesi göndererek fikirlerini arzu ediyorlarsa bloglarında paylaşmalarını söylemişler. kırmızı şık, aynalı kutudan çıkan şey "false lash effect mascara".

max factor'u severim ben, burada bahsetmişliğim de var. dolayısıyla yollanan hediyeden burada söz etmekten de bir sakınca görmüyorum. maskara takma kirpik etkisi yaratıyor imiş. maskara altı ayda bir falan değiştirilmesi gereken bir ürün... bir de son zamanlarda kozmetik dergisi hazırladığım için de biliyorum, konuyla ilgili felaket bir rekabet var; her allahın günü bilmemne efektli bir maskaranın çıktığını söylemek ve hepsinin birbiriyle yarıştığını söylemek olası.

her neyse iyi bir ürün bu. daha önce zannedersem gilette de erkekler için böyle bir blog görüşü alma uygulaması yapmış. bence hiç sakıncası yok. hatta iyi. kendimden biliyorum.

şu yüzden; bir şey alacaksam basın bültenleri, gazete yazıları beni kesmiyor. samimi değil, gerçek değil o yazılar. ha evet, ürünün içeriğiyle ilgili şüphesiz bilgileniyoruz ama açıçası o aşamadan sonra gerçek verilere ihtiyaç duyuyorum. yani kullananlar ne diyor, sahiden yazılan çizilen gibi midir ürün? tanya'nın anatema'da tefal actifry'dan bahsetmesi mesela iyi bir örnek. tam o sıra almayı düşündüğüm bir üründü bu. ucuz da değil. googlelayarak actifry ile kullananların görüşlerini bulmaya çalıştım; sahiden bir kaşık yağla pişen patates kızartması şahane oluyor muydu?

evet, sonra ikna oldum! blogger görüşlerinin öneminden bahsetmek niyetiyle bunca kelam etmiş durumdayım... devir internet devri ve şu da bir gerçek ki para harcayan kesim büyük bir zamanını internette geçiriyor. ve bu kesim, okumuş, yazmış bir kesim. dolayısıyla da gazete okuyucusundan farklı. araştırıyor; hele şu kriz devrinde tutumlu olmaya çalışıyor, gerçekten işine yarayacak ürünleri almaya çalışıyor. bunun içinde google'lıyor, bloglardaki görüşleri okuyor; hele beğendiği blog yazarlarından geliyorsa öneriler, daha da ciddiye alıyor.

kimilerinin bloggerları keşfetmesi bu anlamda iyi. onlar için iyi yani. çünkü ben bloggerların para harcayan kesim üzerinde çok etkili olduklarına hakikaten inananlardanım. ben zaten yeni bir ürün lanse edecek olsam, ilk iş bloggerlarla bağlantıya geçerdim. geç bile kalınmış bir pazarlama taktiği. yine de tabii max factorcüleri tebrik ediyoruz... kaç kişiye yollandı bu ürün bilmiyorum ama bakın işte bana upuzun bir yazı yazdırdı.

e tebrikler, hayırlısı olsun...

Cumartesi, Ocak 03, 2009

ocak için wallpaper


:)))
hımmm, pek telefon görüşmeli bir ay mı olacak, çok mu iş olacak bilemedim... ama bu ayın wallpaperı budur kesin...

üç günde bunlar olduysa...

güzel bir yılbaşı gecesi.

yılbaşındaki hediyelerden biri: ev sinema sistemi. yılbaşı kararlarındaki maddelerden biri de bu değil miydi amanınnn, bol bol sinema... ah yaşasınnnn

bir başka dilek bol bol çanta ve ayakkabıydı:) eh hediye olarak iki çanta, bir ayakkabı:) ay bu da şahane...

benim yüz miyon yıldır değişmeyen bir dileğim var; meksika'ya gitmek. bununla ilgili utanmadan üç beş köşe yazısı bile yazdım. benim için aya gitmekle eşdeğer bir şey bu. ama ne oldu? dün gece hayatımda bulunmalarının büyük bir şans olduğunu düşündüğüm, sonsuza dek yanımda olacaklarını bildiğim iki insan akşam vakti arayarak "seni bu yıl doğum gününde meksika'ya götürüyoruz. programı yaptık." dediler. inanayım değil mi:))))

yahu 2009, aferin sana...