Salı, Mart 31, 2009

fotoğraflar elvin'den



ve hatta üstteki fotografta elvin'i aynadan görmek mümkün:)))

Pazartesi, Mart 30, 2009

yorgun


şimdi de yorgunluktan bitap haldeyim. işler böyle üstüste gelir bende.

akşamüstü gelir gelmez ayakkabıları fırlatıp kendimi kanepeye attım. normal şartlarda dört dakika falan durabilirim yerimde. hele böyle güneşli bir günde... normal bir günde balkona çıkıp çiçekleri sular, sonra mutfağa dalar, ardından başka odalara gider, örneğin bir kitap karıştırıp tekrar kanepeye oturur, sonra dört dakika sonra yine kalkardım.

ama ııh, kalakaldım. kuzunun gelmesine 35 dakika vardı, hesapladım. gözlerimi kapattım, sonra korkup açtım. ya uyuyakalırsam diye endişelendim yani.

sonra kuzuyu beklemek için kapı önüne çıktım. evrenden torpilim var'ı düşündüm. onu düşününce şükretmem gereken şeyleri bir bir saydım içimden. gereken demeyelim de şükrettiklerim diyelim. en basit şeyleri bile saymak lazım; insanı kendine getiren, enerjisini birden yükselten onlar çünkü. bugün hava güzel diye, kapının önünde duran bir arabam var diye bile şükür şeklinde...

işte o enerjiyi artırıyor, artırdı. kızım neşeyle indi minibüsten. ben daha da neşe doldum. ben neşe dolunca o daha da neşelendi. ne şahane...

yorgunum, kıpırdayacak halim yok ama iyiyim...

:)size bir gökkuşağı gönderiyorum.

camlar açık!


camlar açık.
bu benim için dünyanın en önemli ayrıntısıdır.
sabah camlar açıldıysa ve ben üşümüyorsam bu benim için dünyanın en önemli şeyidir.
geri kalan her şey bunun çevresinde, buna istinaden şekillenir.
hayat açık camlara endekslenmiş olarak akar.
hayat, içerisini dışarısıyla buluşturabiliyorsam usul usul akar.

madem cam açık, her şey şimdi daha kolay.

binlerce gün yağmur yağdı sanki. benim bütün fotoğraflar yağmurlu...

Pazar, Mart 29, 2009

bu da benim seçime bakışım

enerjimizi yüksek tutalım


gülelim, eğlenelim...

yiğit karaahmet çok sevdiğim bir yazar/ akşam'dan. aynı gazetede yazıp maalesef şahsen tanışamadık ama mailleşiyoruz ara ara. daha çok ben ona bir şeyle ilgili mail atıyorum, o da sağ olsun cevap veriyor:))))

bugünkü yazısı beni gülmekten öldürdü;
seçim sabahı gerginseniz, neşenize neşe katmak istiyorsanız buyurun;

Bu aşka yalnız Alaçatı şahit
Haşmet Babaoğlu'nun Alaçatı sevgisini hepimiz biliyoruz. Şimdi işin içine aşk da girdi. Her zaman kalınan ve övüle övüle bitirilemeyen otelin bu aşkta önemi ne? Peki, Ayşe bu işe ne diyecek?

Normal bir gazete okuruna 'Alaçatı deyince aklınıza gelen ilk üç şeyi söyleyin' desem herhalde Haşmet Babaoğlu yanıtı bu üçlemenin içinde mutlaka yer alır.
Nasıl olmasın ki? Biz ölümlüler için Alaçatı demek Haşmet demek.
Eğer o yaz başında tasını tarağını toplayıp Alaçatı'ya gidip, Alaçat Kırevi'ne yerleşip tüm o sevgi ve aşk dolması yazılarını yazmasa nasıl haberimiz olacaktı böylesi bir yer olduğundan, buraya her gidenin aşkla dolduğundan, neşeyle koştuğundan? Hala Bodrum'a takılıp kalacaktık Haşo'nun bu hoş yaşamdan dakikaları olmasa.

Alaçat Kırevi merkezli kaç yazı girdi acaba hayatımıza? Üstelik ünlü romantiğin tüm kişisel gelişimini de bu yazılara bakarak gözümüzde rahatlıkla canlandırabildik.
Mesela bir dönem Ayşe'li, Alaçatı günleri vardı.

Sabah olur, Haşo kırlarda çimenlerde yuvarlanır. O sırada o zamanlar Haşo'yla sevgili olan Ayşe Özyılmazel onu izleyip karadut reçeli yerken Cem Mumcu organik patlıcan toplamaktadır... Günün devamında Haşmet çantasını toplar ve Aqua'ya gider orada biraz güneşlenir. O sırada Ayşe, Yalın'la buluşur ve ondan yeni bir şarkısını dinler.
Ve güneş Alaçatı semalarında bir kere daha mutlu bir güne batar.

YENİ BİR AŞKA DOĞRU
Bu mutluluktan iç bayıltan günler elbette Ayşe Ö.'nün başka sansasyonel aşklara yelken açmasıyla son bulmadı. Ama biraz sekteye uğradı.

Romantik dağların kahramanı Haşo bir süre kırlarda tek başına yuvarlandı ve gözü hep eskiden karadut reçeli yiyen sevgilisinin sandalyesindeydi. Alaçat Kırevi eskisi kadar romantik bir yer değildi artık. Yalnız bir şövalye olan Haşo, bu dönemde de derin aşk analizleriyle dolu incelemelerine elbette ara vermedi. Zaten Türkiye'de aşkı tadan ve bunu anlatabilen sadece iki erkek vardır; biri Tuna Kiremitçi, diğeri de bizim Haşo. Kaderin bir cilvesi birinin gamzesi meşhur, diğerinin de sakalı.
Fakat yeni duyduğum bir dedikoduya göre Haşmet Babaoğlu'nun Alaçat Kırevi'ndeki yalnız günleri artık son bulmuş durumda. Kendisinin yepyeni bir aşka kucak açtığı söyleniyor.

Üstelik de bu aşkın diğer kahramanı tüm bu bitmek tükenmek bilmeyen romansın gizli tanığı Alaçat Kırevi'nin ortaklarından Ayşe Nur hanımmış. İkili dostlukla-ev sahipliği arasındaki ince çizgiyi aşıverip sevgililiğe doğru uzanmışlar bu süre içinde.

Haşo'nun Alaçat Kırevi'ndeki bu uzun soluklu yalnızlık macerasının mekanın sahibiyle son bulması yine bir o kadar romantik elbette. Yalnızca bu romantizmi bozan küçük bir sorun var. O da Ayşe Nur hanınım kağıt üstünde evli olması ama bu problem de aşılmak üzere. Kendisi şu an boşanmak üzereymiş zaten.

Bu dedikodular doğruysa eğer artık bu saatten sonra Babaoğlu'nun yazılarını okumak daha da bir anlam kazanacak hepimiz için. Bu kadar yıkanıp yağlanıp övülen bir mekandan hem konaklama, hem ağırlanma, hem sansasyonel bir ayrılık hem de mekan sahibiyle büyük bir aşk çıkaran romantik prensin bu yazki maceralarını sabırsızlıkla bekliyoruz.
Yiğit'in yazısında bir de Oray'ın yeni kitabıyla ilgili bilgi var, ben de hemen alıp okuyacağım...

Bunları kimse yazama(z)dı

Oray Eğin'in üçüncü kitabı 'Bunları Kimse Yazamadı' çıktı ve iki gündür elimden düşüremiyorum. Neden mi? Birincisi gerçekten de bu kitapta yazılanları başka hiç kimse yazamazdı. Ve biz de başka hiçbir yerde okuyamazdık.
İkincisi ise kitap sizi hiç bilinmeyen bir yolculuğa çıkarıyor. Sanki yıllardır yaşadığımız kentin hiç bilmediğimiz sokaklarını keşfederiz ya aynen öyle bir his. Servet düşmanlığı yapanlardan tetikçilere; cahillerden akıl hastalarına kadar medyadaki herkesin isim isim analizini yapıyor Eğin.

'Aman bize ne. Gazeteciler okusun işte' demeyin. Medyada olanların zaten okuması gerekiyor. Üstelik okusalar bile bunu asla bilemeyeceksiniz, çünkü bunu asla söylemeyecekler. Önemli olan medyayla alakası olmayanların okuması. Yıllardır baş tacı edilen bu gazetecileri bir de bu bakış açısıyla görmek istemez misiniz?

Cuma, Mart 27, 2009

oluyor böyle şeyler...


kuzucuğun yarın okulda "sunum"u var. sunum ne iddialı sözcük değil mi, adı bile beni irkiltmeye yetiyor. aklıma amerikan filmlerindeki stresli, kravatlı adamlar geliyor. acayip hazırlanmıştır sunuma, geçer ciddi yüzlü, yaşlı ve sıkıcı adamların karşısına, başlar "sunum"unu yapmaya...

bu sunum yarın, dediğim gibi. ve çocuk yarın okul kıyafetlerini giyip okula gidecek. tatil gününde okula gitmesi bir yana, bir de işte koca koca insanların önünde birtakım şeyler söyleyecek...

niye? biz veliler onların okulda cidden bir şey öğrendiklerine inanalım, "verdiğimiz paralar helal olsun diyelim" diye. böyle de bir anafikri var bu işin. tamam insanın çocuğunun günbegün geliştiğini, öğrendiğini bilmesi güzel de, benim bir veli olarak böylesi gözüme sokulan bir çabaya ihtiyacım pek yok. ben evde gördüğüm halinden onun durumunu az çk çıkarabiliyorum, bu da bana yetiyor. eminim bir çok veliye bu sunum sayısı az bile geliyordur.

yahu bana kalsa olmasın sunum, müsamere, şu bu. olmasın valla. ben giriyorum strese. kendi çocukluğum aklıma geliyordur belki...

ayrıca her sunum öncesi "lütfen çekim yapmayınız. cd olarak size takdim edeceğiz" yazısı da beni delirtiyor. çekim yapmanın sunum esnasında sahneye kadar yürüyen ve dünyada bir tek kendisi ve kendi evladı varmış gibi davranan veliler yüzünden çıkartıldığın tahmin ediyorum, edebiliyorum.

bu konudaki itirazım bu kırk dakikalık sunum cdlerinin tam 25 tl'ye veliye satılıyor olması. yahu maliyeti ne? bir lira, iki lira. bizden yeteri kadar para alıyorsun, bir jest yapıp sunumu da çektiriyorsun, e o zaman devam et jeste, hediye et şu cdleri...

öyle işte. negatif miyim bugün?

yok değilim, şimdi pozitife geçiyorum. tra la la:))))

Perşembe, Mart 26, 2009

kadın öyküleri kitabı



unuttuğum bir şeydi kadın öyküleri yarışması... bir öykü yollamıştım, üç sene mi oluyor ne? dereceye girmedi öykü. unuttum ben. sonra dün postadan bir kitap çıktı. aaa, içinde benim öykü de mevcut. "yayınlanmaya değer" olanlar kitaplaşmış meğer. ne hoş.

haberi şu;

Petrol-İş tarafından düzenlenen 'Kadın Öyküleri Yarışması' sonuçlandı. 345 kadın öykücünün 498 eser ile katıldığı yarışmada, Bursa'dan katılan Serap Gökalp'in 'Fadime Hanımın Işığı' adlı eseri yarışmada birinciliğe değer görüldü. Bursalı Serap Hanımı tanırım umarım bir gün:) Aynı şehirden besleniyoruz ne de olsa. Tebrikler...

Petrol-İş Sendikası tarafında yapılan yazılı açıklamada Gazeteci-Yazar Berat Günçıkan, Gazeteci-Yazar Handan Koç, Yazar Jaklin Çelik, Yazar Latife Tekin, Üniversite Öğretim Üyesi Saliha Paker, Şair-Yazar Sennur Sezer, Sendikacı Yaşar Seyman’dan oluşan jüri üyelerinin yaptığı değerlendirme sonucunda ikincilik ödülüne Almanya’nın Hannover kentinden “Variyola” isimli öyküsüyle katılan Kadriye Bakşi, üçüncülük ödülüne de “Kendi Tabutunu Taşıyanlar” öyküsüyle Hamide Gönen layık görüldü.

“Melamin Tabaklar” adlı öyküyle Nazmiye Demiroğlu, “Sukut-u Meryem” adlı öyküyle Gülbeyaz Karakuş, “Ciğer Kokusu” isimli öyküyle Hande Baba bu yılki teşvik ödülünün sahibi oldular. Ödüllü öykülerle birlikte jüri üyelerinin yayınlanmaya değer bulduğu öykülerden oluşan bir kitap hazırlandı.


345 kadın katıldı


Amacını kadınları yazmak konusunda yüreklendirmek, emeği ile geçinen kadınların da edebiyata yansıtılabilecek gerçekliklerinin olduğunu göstererek, kadınları edebiyat içinde de görünür kılmak olarak tanımlayan yarışmaya çok sayıda katılım olmuştu.

Yarışmaya Türkiye’nin her bölgesinden ve yurtdışından 345 kadın, 498 hikaye ile katıldı.

Çarşamba, Mart 25, 2009

kahve falı, elif şafak, denizatı, arap sabunu ve bulaşık makinası


neyi google'layarak blogunuzu buluyorlar, değil mi ama?

valla beni bulanlar elif şafak ile adalet ağaoğlu sözcüklerini çıldırasıya aramış olanlar. bunun yanı sra kahve falı ve de kahve falında denizatı görenler delice gelmişler. bulaşık makinasında arap sabunu kullanmak isteyenler de burda. yok kullanmayın ama parlatıcı gözüne elma sirkesine okey:)))))


internet kullanan insanların kahvelerinde çıkan deniz atları için arama yapmaları ne enteresan değil mi?

başka enteresan bir yan, kahvelerinde denizatı bulanların bu blogda denizatının neye dalalet olduğunu asla bulamayacak olmaları...ahahaha

evrenden torpilim var:)


benim ajan (halil gökhan) yeni bir kitap çıkartıyoruz dedi; bak göreceksin, secret gibi değil, düzgün, elle tutulur.... çıkınca göndereyim, oku diye ilave etti tabii.

ben kişisel gelişim kitaplarına meraklı değilim, hoş çekim yasası türü kitapları tamamıyla bu kategoriye dahil etmek yanlış olabilir ama en nihayetinde bir teoriden yola çıksalar da sonuç kendi hayatınız iyileştirmek üzere çabalar üzerine kurulu.

bir gün geldi kitap kargodan; içinde yazarın notu; "Ece Hanım, sizin de evrenden torpiliniz var." yazıyordu. İmza: Aykut Oğut.

bilen bilir, tesadüflere, işaretlere pek inanırım ben. hadi inanmak demeyelim de, hayatın neşesi olarak görür, üstüne giderim kimi küçük işaretlerin.

örneğin bir yüzüğümü taktığım gün süper bir şey olmuşsa uzun bir süre elim o yüzüğe gider, başkalarına yüz vermem. başka bir gün sıkıntılı bir anımda boynumda olan kolyeyi uğursuz addeder, bir süre kullanmam.

evrenden torpiliniz var'ın bana ulaştığı sabah silkinip kendime geldiğim, tekrar güçlerimin farkında olmam gerektiğini düşündüğüm, "aslansın sen, yapabilirsin" diyerek kendime pozitif mesajlar verdiğim, yeni bir deftere yazmaya başladığım (buna da inanırım: bir deftere yazarken her şey kötü giderse o defteri kaldırıp atar, yenisine başlarım) nefis bir sabahtı. kış uykusundan uyanma, aydınlanma diyelim... (çok mu uzattım lafı yav, kitaba gelemedim)...

işte o sabah geldi kitap elime, içindeki yazıyı görmedim. sadece dışarı çıkarken çantama attım. defterimin yanına koydum. derken gün içinde "aslansın sen ece" telkinlerim sonucu işle ilgili iyi şeyler oldu. gülümseyerek dururken birden kitaba gitti elim; ilk sayfayı açıp "ece hanım sizin de evrenden torpiliniz var" el yazısını okuyunca gülümsemem arttı. işaretlere yeniden inanıp kitabı okumaya başladım.

aykut oğut'u(ike ogut)bu tarz kitaplar yazanlardan ayıran müthiş bir fark var; samimiyet, içtenlik. bir kere sahiden okuyucuya bire bir hitap ediyor ki bu sayede yazarın size ilettiklerini direkt algılıyorsunuz. mot-a-mot bir anlatım yok, çekim yasası şudur, olay budur demiyor, sıkmıyor.

ayrıca bunca çekim yasası kitabı okuyup da neden uygulayamadığımızın sırrını da veriyor. çünkü olay enerjide bitiyor! mıknatıs olma hali ve de iyi şeyleri ya da kötüleri çekme, çekebilme kapasitesi....

elbete bununla birlikte enerjinizin yükseklerde olması için yapılması gerekenler dışında, kitap sounnda gayet basit ve anlaşılır egzersizler veriyor. uygulayamamak imkansız. dediğim gibi anlaşılır, basit şeyler. belki bu tip kitaplarda bizim sorunumuz yabancı kaynaklı eserleri okumamızdan kaynaklanıyordur kim bilir. bizden birinin samimiyeti daha etkili olmuş...

oğut imkansız denen ne varsa başarmış hayatta... çekim yasasını falan boş verin, imkansızları olabilir'e dönüştürmek için motivasyona ihtiyacınız var ise bile bu kitabı okuyabilirsiniz.

tek kelime ingilizce bilmeden, beş parasız Amerika'ya giden bir adam bugün dünyanın en büyük markalarının reklam sesi olduysa, birçok ödüllü filmde rol alıyorsa sesine kulak vermek lazım....

röportaj fotoğraflarına uzun uzun baktım sonra... o pozitif ruh hali belki bana da (b)ulaşır diye. 15 günde 15 baskı... "aslansın sen ece, sen de iki ayda yeni bir kitap yazabilirsin!!!!"

neden olmasın? (Aykut Oğut, Dharma)

Pazartesi, Mart 23, 2009

filmlerden kısa kısa



milk sean penn'e oscar kazandırdı ama ııh, benim sean penn'im bu olamazzzzz. mystic river'daki, we're no angels'taki sean penn'imi istiyorum ben. evet, şahane rol yapıyor, evet straight adamlar inanılmaz gözlerle "bu adam gay mi yav?" diyerek izliyorlar filmi, o derece döktürüyor yani de, film fazla belgesel tatta. ııh.

doubt'taki meryl streep "ay bi tokat atıp rahatlasam" diyeceğiniz bir role bürünmüş. filmin konusu fazlasıyla klasik ve evet, p. seymour da bu filmin gay'i ya da gay'imsisi. inanılmaz bir aktör. meryl streep ise meryl strep işte, hep rolünün kadını. filmin sonu ııh. ııh. ııh.

slumdog iyi. tamam, izleyelim.

vicky christina barcelona'daki penelope cruz inanılmaz başarılı. cruz inanılmaz bir kadın. gerçek mi, değil mi, şoktayım... film tipik w. allen tarzı ama match point kadar başarılı değil bu. ama penelope yok mu penelope, filme sonradan dahil olması bile harika... aman allahım, kesinlikle izlenesi...

brooklyn rules... aa bu ne? diyorsanız, adamımın içinde üç dakika boyunca yer aldığı filmlerden biri daha diyebilirim. alec baldwin'den bahsediyorum elbette. yine üç dakika ama yine bana yeter. ayrıca film de iyi, başarılı. izlenesi. 2007 yapımı.

snatch
. brad pitt'li bir film. tarantino tarzı. espritüel ve zekice. izlensin!

mamma mia
! anneee, bu ne ya! yirmi dakika dayabildim.

the reader. bir sürü alt katmanı olan, azru edilirse saatlerce birileriyle tartışabileceğiniz bir film. en etkileyici yanı kitaplarla ilişkisi. izlensin!

revolutinary road
. valla iki saat miki saat, bence sıkıcı değil. kimileri çok sıkılabilir. hepimiz için geçerli bir konuyu tartışıyor, "bu muyum ben, burada mı geçecek ömrüm, hani hayallerim?". karı koca olma halinin ve eklenen çocuklarla birlikte sevmediğin işte bir ömür tüketmenin filme dönüşmüş hali. bence çok başarılı...

the wrestler. adamım mickey döktürüyor. kendisi gibi. olduğu gibi ve fakat sarı ve uzun saçlı. vahşi bir şekilde başlıyor film. zımbalar, delikler, kanlar, şunlar bunlar... ama anlıyorsunuz ki biraz sonra anlatacağı hayatı derinden algılayabilmeniz için bunları da iyice bellemeniz şart. çok insani yanı olan, insanın içini burkan, marissa tomei ile de büyüleyen bir film. sonu çok dramatik bir de. izlensin, kesinlikle izlensin.

Pazar, Mart 22, 2009

pazar akşamı notları


anatemamız bugün habertürk'ün blog tanıtan sayfasında yer almış, ne güzel...

pazar akşamları televizyon beni çok sıkıyor.

the wrestler'ın ilk yarım saati çok vahşi ve zor ama devamı çok insani. izlemek şart!

evrenden torpilim var'ı okudum.

onu ve izlediğim filmleri kısacık bir yazayım diyorum...

yarın belki... vakit olursa:))))

Cumartesi, Mart 21, 2009

ekinoks



şimdi gün eşit. gece 12, gündüz 12 saat. böyle günleri seviyorum...
bir de resmi olarak bahar başlangıcı.
tamam dışarısı soğuk ama güneş var.
evdeki lale çıldırasıya açtı yapraklarını, anlayamadım, bahar sevinci midir nedir?

şu "ayşe arman olamadınız, ondan böyle vır vır vır" muhabbeti beni deli ediyor... bundan sonra da bu minvalde yazacak arkadaşlara not düşeyim,

ben "ece arar" oldum ve bundan da çok memnununum,

başka kimse olmak istemem....

sevgiler, saygılar...

Perşembe, Mart 19, 2009

bir anketimiz daha sona erdi...

"bloglarda en çok şunları seviyorum..." isimli anket sona erdi.

sonuca göre kimse uzun yazı okumak istemiyor...

bu da çok mantıklı:))))

Pazartesi, Mart 16, 2009

bu da ayşe arman yorumu

Zeka, kıskançlığı gizlemeyi gerektirmez mi?

Bence gerektirir.

Hepimiz bazı şeyleri kıskanırız.

Ama bunu bir şekilde bastırırız, gizleriz. İçimizdeki kıskançlığın, su yüzüne çıkmasına izin vermeyiz.

Vermemeliyiz.

Diye düşündüm.

Ayça Örer’in Taraf’taki Adalet Ağaoğlu’yla yaptığı röportajı okuyunca.

Elif Şafak’a demediğini bırakmamış.

İnternetten girin okuyun, "Bana geldi, olan biteni tamamen farklı yazdı, beni kullandı, yazısına, kurgusuna alet etti, zaten her yerde ona rastlamaktan sıkılmıştım, çay içtiğimizi yazmış, ben yıllardır kahve içerim, ne çayı, yok efendim ben kurabiyeleri şu şekilde dizermişim, alakası yok, aramızda yaşanmayan diyalogları kaleme almış..."

Bire bir bu kelimelerle değil ama bu manaya gelecek şeyler.

Zehir zembelek açıklamalar.

Söyledikleri gerçek bile olsa...

Koskoca Adalet Ağaoğlu’na bunları bu şekilde söylemek yakışıyor mu?

Hayret ettim.

Aynı şekilde dün de Buket Uzuner de verip veriştirmiş Elif Şafak’a.

Nedir bu kadın edebiyatçıların birbirleriyle alıp veremedikleri?

Ben bu filmi daha önce Orhan Pamuk’la da izlemiştim.

Yazar kıskançlığı bu olsa gerek....

not: istisnasız bloggerların hepsi bu konuda, bu sitede çok daha anlamlı şeyler söylediler gibi geliyor bana. ben bu a.arman yazısından bir şey anlamadım. boşu boşuna yazılmış bir yazı...

buket uzuner de şöyle demiş;

“Adalet hanımın kitaplarıyla büyümüş, ona çok şey borçlu olan bir yazarım. Adalet hanıma ‘deli’, ‘yaşlı’ ya da ‘hasta’ muamelesi yapılmasından çok rahatsız oluyorum. Adalet hanım aklı başında ve ne söylediğini bilen bir insan. O yüzden ona ‘ayıp etmiş’ demeden evvel ‘ne demiş ve neden demiş’ diye sormak gerekiyor. Edebiyat dünyasında usta-çırak ilişkisi çok önemli o yüzden genç yazarların biraz daha dikkatli olmaları gerektiğine inanıyorum.

Elif Şafak Siyah Süt‘de lohusalık dönemini anlatıyor ama benim kulağıma Elif Şafak’ın bu kitabı henüz hamileyken kurguladığı ve yazmaya başladığı yönünde dedikodular geldi. Lohusalık dönemi çok zor bir dönemidir. Ben de anne olduğum için biliyorum. Vücuttaki hormon seviyelerinin değiştiği bir cinnet dönemidir bu... O yüzden henüz lohusalık dönemi bitmemişken bir kitap yazabilmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Hele de bu kitap lohusalık dönemi hakkındaysa... Ben bir anne ve yazar olarak bunun neredeyse ‘imkansız’ olduğunu söyleyebilirim. Elif Şafak bunu başarmışsa ne mutlu ona! Ben bunu başarabilecek bir yazar bilmiyorum tarihte.”

taraf.com.tr'den

Cumartesi, Mart 14, 2009

enteresan... elif şafak vs adalet ağaoğlu...

Adalet Ağaoğlu, Siyah Süt adlı kitabında kendisinden söz eden Elif Şafak’a kızgın: Beni kullandığını gördüm. Kadın öyle yazmış ki, gözlerim yerinden oynadı. Aramızda geçenleri kendi tasarısına göre anlatmış



Adalet Ağaoğlu girişinde kendisinden bahseden Siyah Süt kitabında yer alan bölümlerin gerçeği yansıtmadığını ve Şafak’ın yaşadıklarının kendisine göre yorumlayarak yazdığını söyledi.

Uzun süre okumadığını kitabın kendisiyle başlayıp kendisiyle bittiğini hatırlatıyor: “Hiç okudunuz mu?’ dediler, ‘Hayır okumadım’ dedim. Uzun süre okumadım. Ben reklam yapılan kitapları çok geç okuyorum. Kendisi de sordu, ‘Okumadım, ben sizden bıktım zaten’ dedim. Çok görünen yazardan hoşlanmıyorum galiba. Baktığım zaman beni kullandığını gördüm. Yazdıklarını kendi yaptığı tasarıya göre yazmış” sözleriyle anlatıyor.

Çay yok, çay saati yapmışız

Elif Şafak’ın kendisini arayarak, “Sizi ziyaret etmek istiyorum” dediğini söyleyen Ağaoğlu, değişik ve umut verici yazarın bu isteğini kabul ettiğini anlattı. Sonrasında “ahlaken temiz bulmadığı” için okumadığı Şafak’ın, “elinde kapı önünden alınmış, küçücük cimri tarafından getirilmiş bir çiçekle geldiğini” söyleyen Ağaoğlu, o gün zarif bulduğu bu davranışı, üzerinden zaman geçince daha farklı yorumlamaya başladığını aktarıyor.

Kitapta Başlangıçta Çay Vardı bölümünde geçen olayların tamamen çarpıtıldığını söyleyen Ağaoğlu, anı şöyle anlatıyor: “Geldi oturdu, ‘Ne içersin?’ dedim. Bir kere benim evimde çay diye bir şey demlenmez. Hep çalışan bir kadın oldum ben. Akşamüstü içkisi her zaman olabilir ama hiçbir zaman akşam çayı diye bir şeyim olmadı. Filtre kahvem her zaman prizdedir. ‘Kusura bakmayın çay demleyemem ama filtre kahve var ve poşet çay verebilirim’ dedim. Ihlamur koydum getirdim. Evde kurabiye varsa, tatlı tuzlu varsa küçücük bir tabağa koyarım. Simetriden nefret ederim. Evde hiçbir zaman takım bir şey bulamazsın benim. Elbise giyerken hiç takım giymem. Kadın öyle yazmış ki, ben çay getirmişim ona, büyük tepside, çay saati ona çay hazırlamışım. Pırıl pırıl bardaklarda gelmiş. Gözlerim yerinden oynadı. Hayatımda yok böyle bir şey. Annem teyzem gelse elbette özenle yaparım ama bizim yazarlar arası günlük geliş gidiş için öyle bir adetim yok. Ama ne yapmış, ‘Bir kadın ki bu kadar ev kadını olabilir.’ Aynen böyle yazmış. Hayretler içinde kaldım ben. Bir de kurabiye götürmüşüm, bir tarafta dört tane tatlı, bir tarafta da dört tane tuzlu varmış. Ben bunu asker gibi tabağa dizmişim. Öyle bir imaj yaratıyor.”

Şafak’ın evliliği üzerine sorular sorduğunu söyleyen Ağaoğlu, soruları esprili bir dille yanıtlamış. 55. yazarlık yıldönümü nedeniyle, eşi Halim Ağaoğlu tarafından hazırlanan Herkes Kendi Kitabının İçini Tanır seçkisi nedeniyle eşinin adının “iyi kocaya” çıktığını Şafak’la paylaşan Ağaoğlu, onun ziyaretini de, “Halim’i keşke bizim de böyle kocamız olsa diye görmeye geliyorsunuz, Halim’in müşterisi çoğaldı” sözleriyle yorumlamış.

Daha önce kendini ziyaret edenlerden biriyle yaşadığı anıyı Şafak’la paylaşan Ağaoğlu, “Çorap çekmecesini açtım, Halim’in çorapları katlanmış duruyor, gömlek dolabı gömlekler ütülü duruyor, getirdim mutfağa buzdolabının içinde peynir ekmek bir şeyler duruyor. Dedim “Sen bu kadarını yapabiliyorsan, her erkek senin her şeyi yapmana izin verir, başkasıyla yatmana bile izin verir” diye eklemiş.


Babam için evlendim

Evlilik teklifi aldığı zaman, eşine “Ben seninle otururum ama evli bir kadın olmak istemiyorum” yanıtı verdiğini, eşinin “Benim için hiçbir sakıncası yok fakat babana inme iner” sözleriyle kendisini ikna ettiğini de Şafak’a söyleyen Ağaoğlu, Şafak’ın “Çocuk istemediniz mi?” sorusuna şöyle yanıt vermiş: “Ben kapalı çalışmak isterim, sabaha kadar çalışmayı tercih ederim’ dedim. Yalnız müzik çalarım, benim huyum bu. “Çocuğum olsaydı eğer, ben başkaları gibi bohem hayatı yaşayayım diye lokantaya meyhaneye gidecek bir tip de değilim, ben kendimi tanıyorum meyhaneye lokantaya götüremezdim. Çocuk ihtiyacı duymadım.”
Anlatıldığı gibi doğum sonrasında Şafak’la çocuk sahibi olmak üzerine uzlaşmadığını aktaran Ağaoğlu, bu konuya da tepkili: “En sonunda anlaşmışım ben onunla, ‘Ne iyi doğurdun’ demişim, ‘Fikrinizi değiştirdiniz mi’ demiş, ‘Değiştirdim’ demişim. Yani uzlaşma, Mevlanalık oynuyor orada da. Öyle bir şey olmadı. Giderken ‘Siz bebek mi bekliyorsunuz?’ dedim, kendisi hiç söylemedi, ‘Belki’ dedi gitti. Ben o gittikten sonra hamile olduğunu anladım. Benden sakladı. O kitabı zaten yazmakta olduğunu sonra anladım. Önceden çok iyi niyetli bulmuştum. O kendi romanına göre evirmiş çevirmiş, kendine göre bir şeyler yazmış.”

Siyah Süt’te Başlangıçta Çay Vardı bölümünden:


Biraz sonra porselen fincanlar ve iki tabakla çıkageliyor. Tabağında simetrik dizilmiş kurabiyeler, sağ tarafta tatlılar, sol tarafta tuzlular, eşit sayıda. Hayatta böyle orantılı bir kurabiye tabağı hazırlayacağımı düşünmüyorum bir an. Nedense önce komik sonra hüzünlü geliyor bu fikir. Belki de böylesine bir yazı ve yaşam mekanına baktıkça hep bildiğim ama idrakını ertelediğim bir olgu dikiliveriyor karşıma: Savrukluğum.

“Derken pat diye, hazırlıksız yakalayarak beni, kadın yazarların annelik sınavından söz açıyor, Adalet Hanım. Ben diyor, zor bir tercih yaptım, bundan uzun zaman önce biliyor musun? Çocuk sahibi olmamayı seçtim. Yazarlığım için öyle gerekti, öyle gelişti. “yazabilmek için bir kadın yazar olarak tutunabilmek için seçtiğim yolda bir başıma, ‘kadın başıma’ ilerleyebilmek için, bu toplumda varolabilmek için, bazı şeylere sahip olabilmek için bazı şeylere sahip olmamayı idrak ve kabul etmek...”


bu haber üzerine elif şafak'ın gönderdiği açıklama;
“Adalet Ağaoğlu’nun hakkımda sarf ettiği sözlere cevap vermek istemiyorum çünkü yazarların birbirleriyle kapışmalarını, medya üzerinden şahsi tartışmalara girmelerini doğru bulmuyorum. Bizim yapıcı sözler, güzel işler ve hikâyeler üretmemiz lâzım. Sanatçıların, bilhassa kadın sanatçıların birbirlerini desteklemeleri gerektiğine inanıyorum.”

sizce kime inanmalı?


not:taraf.com.tr'den

U2 dinleyenler buraya:)

Amerika'da yapılan geniş bir araştırmada, dinlenen müzik türü ile IQ'nun arasında önemli bir ilişki olduğu ve bazı müzik türü dinleyenlerin, daha zeki olduğu belirlendi...

Buna göre, Beethoven dinleyenler en zeki oluyor.
Sonra Radiohead, U2, Bob Dylan geliyor..
En az zeki olanlar ise "Beyonce, Jay Z ve Justin Timberlake" dinleyenler. hehehehe

Salı, Mart 10, 2009

elvin çiziyor


bunları kuzucuk çiziyor...

biliyorsunuz yedi yaşında.

resimden anlayanlardan, "bu çocuktan stilist mi olur, ressam mı, şu mu bu mu?" konulu panelimize katılımını rica eder,

iyi geceler dilerizzzzzz

tepedeki yabancı



şavkar altınel'den tepedeki yabancı'yı okudum en son... aylardır kitap okuyamamıştım, kendi içimde yaşadığım bir küslük durumu işte. nihayetinde geçen hafta bir gün, bir seferde okudum tepedeki yabancı'yı. ben daha önce şavkar altınel kitabı okumamıştım; bunu alma sebebim de ingiltere'yi bilmediğimiz, ayrıntılı bir gözle, kimi edebiyatçıların izini sürerek yazmış olması.

konu ilginç geldi yani:)

neyse okudum, sevdim. kimi isimlerin ardından yazarla birlikte gittim... ama yazarın en çok günlük detayları anlattığı kısımları sevdim, oradaki sade dilin ardında inanılmaz bir tat vardı.

sevgilisinin annesinin mesela yaşlanıp da hastalandığı dönemde beraber yaptıkları o son yolculukta kendini güvensiz hissederek sürekli çantasını kucağında tutması, birdenbire eski bir fotoğrafını çantadan çıkarıp gençliğini göstermesini anlattığı sahneler mesela, yıllar sonra da hatırlayacağım şeyler...

başka şavkar altınel kitapları da okuyacağım galiba. kitap yky'den yeni çıktı. zaten altınel bir yky yazarıymış, oradan bulunabilir diğer kitaplar da...

Cuma, Mart 06, 2009

anne ben çiçeklere ellemesem?

hava güneşli. bir iki çiçek toplasak?

-anne ellemeyeyim çiçeklere ben...
- aa kızım, hiçbir şeyden haberin olmuyor... papatyayı tanı, ballı babayı bil, bak bu mine. topla hadi
- peki anne.

eve geliş. çiçekleri vazoya yerleştiriş. zaten hasta olan çocuk uykuya dalış. ertesi gün okula gidiş.

okuldan telefon:

-çocuğun gözü şişti.

birden flashbackle gerçekleri hatırlayan anne:
-amannn, ne ettim ben!!!

nedir, çocuğun çiçeklere alerjisi var. durumu daha önce gördük mü? evet gördük, hem de her yıl! ne zaman? mayıs aylarında. şimdi hangi ay? mart? bu ne peki? bilmem... martta da toplamayacak demek çiçek...

akşamüstü indi servisten. kocaman bir göz... yorgun.... kucağıma çıktı,ü çok yorgunum dedi. eve gelip sekize kadar uyudu.

ödev yapma sen, boş ver dedim... tamam dedi.

sabah uyandı, şiş biraz inmiş.

çiçek toplamadan büyüyen bir çocuk????

çok zor iş... alerji konusunda bilgili arkadaşlardan tavsiye? çok iyi olur....

Çarşamba, Mart 04, 2009

geldi galiba


bu fotoğrafı yayınlamak için sahiden güneşli bir gün olmasını bekledim. dallarda çiçekler kışa inat hüküm sürmekteyken, bir parktan (ç)aldık bu güzel bahar çiçeğini elvin'le. koyduk vazomuza.hiç değilse eve bahar gelsin diye, bakalım bakalım içimiz açılsın diye.

günlerdir öyle sakin duruyor, tomurcuklarını açıyor, mutfağı renklendiriyor. elvin hastaydı günlerdir, sınıfının yarısı ve öğretmeni gibi. bir gün gitti, bir gün gidemedi okula. dün de bütün gün evdeydi, iyi gibiydi. aslında bu sabah bomba gibiydi:))ama son bir toparlanma günü ilan ettik...

dışarı baktım güneş. aslında bir sürü dert mevcut; başta işler, güçler... ama yine de iyi hissettim kendimi. bahar havası ve güneş her daim ruhun dopingi. sebeb bu...

Salı, Mart 03, 2009

haftasonu keyfi



kuzucuk çekti. haftasonu keyfimizde. aşağıdakiler de onun maarifeti.

kuşlar


kuşlar.deniz.deniz kokusu. yosun. çakıl taşları. kum. güneş. uyku. sokaklar. çay. kahve. sonra hafif ürperirsin hani, bir hırka alırsın üstüne. akşam olmaktadır. ama mevsimlerden yazsa, dert etmezsin. uzun bir akşam yemeği. telaşsız. yemekte iki bira... hımm, tamam. yaz gelsin.

ishak reyna

İshak Reyna’nın yeni kitabı “Ha Hayat Ha Edebiyat”ın Utku Lomlu tarafından tasarlanmış nefis bir kapağı var. Ha hayat Ha Edebiyat, “İlk Yarıdan Denemeler” alt başlığını taşıyor. Reyna; mektup, günce, köşe, portre gibi yazılarını derlediği bu kitabı niye hazırladığına ilişkin bir de yazı yazmış “önsöz niyetine”. Diyor ki; “Eğer bir ‘ikinci yarı’ olacaksa, ilk yarının “nasıl geçtiğine” bakalabilmek için bu kitap.”
Elias Canneti, Sevin Okyay’a yazılan mektuplar, Nurullah Ataç, Süskind, Nermi Uygur kitiaplarıyla ilgili yazılar, okula göndermek zorunda kaldığımız çocuklar ve özel derslerle ilgili saptamalar ile ishak Reyna’nın kendini çözümlediği, bunu yaparken de kimi Musevi adetlerini, kurallarını da okura aktardığı bölümler.

Ama ben en çok kitaplar ve listelerle ilgili yazılarını sevdim galiba. “Baştan beri, odam ne kadar dağınık olursa olsun (ki değildir), raflarım, düzenlerini de düzenli hallerini de korumuştur.” diyor Reyna. “Sözgelimi, kitaplığımın büyük bölümünü oluşturan Edebiyat Kitapları(m), ilk elde dillere ve ülkelere, bu dil ve ülkenin yazarları doğum yıllarına, eserleri ise türlere ve yayımlanış yıllarına göre tam bir yatay listelemeye tabii tutulmuşlardır.” Reyna’yı Alfabetika ve Dokuz’dan Sıfır’a Doğru’dan beri izleyen bir okur olarak bu kitaba kayıtsız kalamazdım; umarım siz de kalmazsınız. (Everest, 2008)

Pazartesi, Mart 02, 2009

kadın her yaşta kadın


elvin bana bir masal anlattı az önce. kediler lunaparka gitmişler vesaire... uzun hikaye, neyse sonra sirke de gitmeye karar veriyorlar. sirk uzaktaymış, arabayla gitmek gerekiyormuş. içlerinden hangisinin arabası en güzelse onunla gitmeye karar vermişler.

ben de sordum haliyle, en güzel araba nasılmış diye... şöyleymiş:

arabanın içi bembeyazmış ve büyükmüş. su koyma yeri varmış. cd çalabiliyormuş, aynaları kocamanmış ve istediğin şarkıyı sesli olarak söylüyormuşsun, çalıyormuş araba... dışı da pembe fosforlu ve simliymiş:)))

kadın her yerde kadın işte... en güzel arabayı bir erkeğe anlattırsanız o neler anlatırdı kim bilir...

Pazar, Mart 01, 2009

kadın haberciler...

kadın habercilere nooldu, nereye gittiler sorusuna jülide ateş'in verdiği samimi cevabı çok sevdim;

"Demek ki seyirci bunu istiyor. Elendik bir şekilde, onu kabul etmek lazım. Üzüntüden kahır olmuyor, kendimi paralamıyorum. Mutluluğum, ana haber okumaya endeksli değil. Hayatımdan haberi aldığınız zaman, bana kocaman bir alan kalır. Sunuculuk dışında çok başka renklerim ve dostluklarım var. 'Bir gün olur mu?' bilmiyorum ama ben onu bekleyerek yaşayamam. Demek ki böyle olması gerekiyormuş. Ya üç büyük kanal ya da hiçbiri. Böyle bir şey yok. Milyonlarca koltuk var hayatta..."