Çarşamba, Eylül 26, 2007

facebook

hadi gelin facebook'a...
www.facebook.com

Çarşamba, Eylül 19, 2007

yahu...

"yahu"yu severim. hele cümle sonunda söylemeyi. şimdi de durum uygun...
yazamıyorum yahu... iki gündür bakıyorum ekrana. boş sayfalara.

yazamamak, işi yazmak olan bir insanı çıldırtabilir.

bitkinim, yorgunum gribal bir durumdan, hem sonra hava güneşli, evde yapılacak işler var, masam dağınık, salon keza çok dağınık. o yüzden yazamıyorum.


o yüzden diyorum ama işte bahane buluyorum...

aklımdan her şey uçmuş gibi.

işin tuhafı yarın yazmam şart, yani yarından sonraya erteleyemem Akşam yazımı.

ama ne yazayım? vallahi çok tuhaf.

durdum, kaldım hadi hayırlısı yahu...

Pazartesi, Eylül 10, 2007

yunan adaları...


Yunan Adaları’na gidiyoruz, hadi hayırlısı. Kararı bir günde verdik. Kızımla gideceğiz, vize mize yok ya... Kaptık pasaportu, acayip bir ilaç listesi hazırladık, iki şort, bir mayo şeklinde çıktık yola. Ama valiz niyeyse yine de pek ağır, artı bir de puset var. Atladık otobüse, Çeşme yolcusuyuz. Otobüs pop şarkıları çalıyor bangır bangır. Yanımda çocuk olmasa gidip kıstıracağım, çocuk varken ise pek memnunum halimden.


Limana yakın bir yerde bıraktı şoför. Aman tanrım, bu ne rüzgar ve ayrıca aman tanrım, bu valize ne koydum ben? Taşımam olanaksız. Gemiyi görüyorum ama ulaşamıyoruz… Taksi yok. Daha en başta her şey bu kadar zorluysa, Yunan Adaları’nda ne yapacağım ben? Neyse ki biri geçiyor yoldan. Acıyor halime. Pusetli, çocuklu ve dev valizli bir kadın… Valizi limana kadar taşıyor. Gemideyiz ve yorgunuz. Daha başlamadan perişanız, öyle diyeyim.

Akşama kadar dinlenince durum iyi. Yemek salonu Love Boat tadında. Bir yandan piyanodan Children of Sanchez melodileri yükseliyor, diğer yandan geminin bütün kaptanları sırayla ve neşeyle kendilerini tanıtıyorlar. Genç bir kadın olan stajyer kaptan çok alkış alıyor. Yemekler iyi, çeşitli. Çocuk hiçbirini yemese pilav yer. Bizimkinin oyuncak kedileri de yanında. Onlara da bir tabak hazırlayıp masanın altına koyuyor. Garsonlar başta gemiye kaçak kedi girmiş diye birbirlerini dürterken sonradan alışıyorlar duruma.


Sabah Pire’deyiz. Metro istasyonu çok yakında dendiğinden yürüyoruz. Yolda da ikide bir durup “metro nerede?” diye soruyoruz. “Yakın” deyip bizi kandırıyorlar. Yaklaşık 4 kilometre yürüyüşün ardından metrodayız! İyi ki puset var, bizimki “yoruldum” diyerek çoktan beni gemiye geri döndürmüştü yoksa. Puseti kaldırımlara indirip çıkarmaktan bacağım zonkluyor. Olsun diyorum, bu seyahat iyi geçecek…

Atina’yı gördüm daha önce. Ulusal yas ilan edildiği gün oradayız, evet, ancak Türkiye medyasının iddia ettiği üzere gökyüzü dumanlarla kaplı falan değil… Bizimkini Akropol bu yaşta enterese etmez diyerek (Ay ne ayıp bana!) şehir merkezinde kedi arayışına çıkıyoruz. Plaka civarlarındayız, güzel, hoş, neşeli sokaklardayız. Bir Yunan kedisine ihtiyacımız var… Buluyoruz neyse bir kedi, bizimkisi mest. Kâh oturup dinlenerek, kâh bir Yunan, pardon Türk kahvesi molası vererek arşınlıyoruz sokakları. Pire’ye dönüş daha kolay. Metro istasyonundan taksiye biniyoruz ve taksi şoförü beyefendinin taşımaktan hazzetmediğim ama kucağıma konuşlanan puset için ayrıca birkaç Euro tırtıklaması beni sinir ediyor.

Ertesi gün, Mikonos. Tur rehberleri ve broşürler burası için ısrarla “farklı cinsel tercihleri olanların rağbet ettiği ada” diyor. “Gayler burayı acayip seviyor” diyen yok. Bar bar dolaşamayacağımıza göre ikimizin Ada’da göreceği şeyler şunlar; yel değirmenleri, küçük Venedik ve meşhur pelikan Petrus. Küçük Venedik iki adımlık yer, zaten ölen meşhur Petrus’un replikaları da her yerde. Petrus’un boyu bizimkinin boyu kadar, o yüzden korkutucu. Hatta görmesek daha iyiymiş, acayip sesler çıkarıp hızlı hızlı küçük Venedik’i arşınlıyor… Bir Yunanlıyla sohbet ediyorum; “Ornos plajı ailelere göredir” diyor bana, diğerleri bizi aşarmış… Eyvallah diyerek soluğu plajda alıyoruz, havlu unutmuşum, güneş kremi ve şapka da… İdare edeceğiz, havlu yok ama bir sürü kedimiz var yanımızda. Kolluk da unutmuşum… İşte bu fena…

SANTORINI ÂŞIKSIZ ÇOK SIKICI

Santorini enteresan ama… Cidden. Bir kere ya eşek kullanacaksınız tepelere çıkmak için -ki merkez yukarılarda- ya da teleferiğe bineceksiniz. Teleferik kuyruğu neredeyse bir kilometre, eşekler de bizimkine pis kokulu geliyor. Gözümüz korktuğundan Santorini için tura ‘yazıldık’. Herkesi atlayıp bir yata vardık. Hatta açıklarda demirleyip şifalı sularda, henüz faal olan volkanın yanında yüzdük. Santorini’ye çocukla değil sevgiliyle gitmek lazım. Cidden âşık olunan biriyle ama… Dönerken “dünyanın en güzel gün batımı burada” diyerek adalarını pazarlayan Yunanlılara hak verip teleferik kuyruğunda, önümüzdeki çiftin kavgası yanlış bir insanla Ada’ya gelmenin ne denli sıkıcı olduğunun kanıtı gibiydi adeta. O gün batımını izlerken o kavga olmuyor yani, tezat…

Midilli bizden bir ada. Moliva’ymış, Petra’ymış, araba kiralamaymış falan bize uymadı. Son gün rehavetiyle kendimizi kafelere vurduk kızımla. Haldır haldır koşturmaya değil, beraberce dinlenmeye geldiğimizden son gün bunu layıkıyla yerine getirdik. İyi de oldu...

Çocuğuyla Yunan Adaları’na gidecekler korkmasın, mayo, havlu, terlik, kolluk, güneş kremi ve puset unutmasın. Gemi seyahati zor olur mu diye de endişelenmesin, aksine bütün çocuklar işin en çok gemi faslını beğeniyor. Durum budur, gideceklere duyurulur.
(Not: yazı cumartesi günü AKŞAM'da yayınlandı..)