Çarşamba, Aralık 29, 2010

Herkese kendisinden bir tane daha lazım şu dünyada...

Ben size burada yazı yazarken öbür Ece’nin yemek yapması lazım mesela. Bulaşıkları ben çıkartayım makineden ama öbür Ece de çarşafları değiştirsin, çamaşırları da o asıp ütülesin. Ben bazen yemek yapmaya da talip olabilirim, o sırada öbür Ece benim alıp da bir türlü okumaya başlayamadığım kitaplara başlasın, çok seveceklerimi sıraya dizsin. Sonra kitaplığı bir toparlasın, hayatıma çeki düzen versin!

Hem bazen gerçekten sıkıldığım yazılar oluyor. Bir zahmet oturup o Ece yazsın onları. Bir sürü şeyi unutuyorum mesela, ne söylüyorsam not alsın. Alışverişe çıksın, açmak istemediğim telefonlara cevap versin, kimi mailleri o cevaplasın. Ciddi söylüyorum, sol elimin kemikleri ağrıyor yazmaktan, o Ece ağrımayan el parmaklarıyla yazıversin ben ne diyorsam…

Hamarat olsun canım biraz… Bazı şeyleri de ben söylemeden yapıversin. Bu evde brownie seviliyor, havuçlu kek seviliyor. E Ece dediğin bunları süper yapıyor. Ben söylemeden yapsın mümkünse. Akşam yemeği hep hazır olsun sayesinde. Örtüler ben söylemeden değiştirilsin, biten peçeteliğe peçeteler yerleştirilsin, eve çiçek alınsın, balkon saksıları sulansın… Eski kasetler napılacak mesela, o Ece düşünsün, bu da benim problemim olmasın artık… Gelsin şu laptopun ekranını silsin, hazır başlamışken televizyon camını da silsin. Halılar silkelensin o Ece tarafından, derken akşam olsun, gitsin bir yerlere…

Zira artık akşam olup da dinlenme vakti geldiğinde bir ece daha çekemeyeceğim)

Pazartesi, Aralık 27, 2010

Ben Aynı Ben

Yeni eve taşınınca insan; bir müddet değişmiş olduğuna inanıyor. Ne bakımdan? Evet, madem ev yeni, ben de yeni bir insan olacağım. Nasıl? Bir kere düzenli olacağım. Sabah kalkar kalmaz yatağımı toplayacağım, biriken gazeteleri asla gazetelikte tepeleme bir vaziyette bırakarak görüntü kirliliğine yol açmayacağım… Çaydanlıkta kalan çayı derhal, kahvaltının ardından boşaltacağım. Terliklerin hepsi ayrı bir odada kalmayacak, hepsi ayakkabılıktaki yerini alacak. Hem ne o öyle? Giyilmeyen ayakkabılar başka yere kaldırılacak ve efendim tüm ayakkabılar asker gibi dizilecek, mümkünse bir gün oturup boyaydı, fırçaydı, gereken işlemler de yapılacak.

Dolap içleri mi? Kazaklar bir yerde olacak, tişörtler gömlekler başka yerde. Karışıklığa, sabahları “Ne giyeceğim ben? Şuyum nerede, buyum nerede?” demeye son. Mutfak dolaplarına gelince… Ayıp ettiniz… Eskimiş, tarihi geçmişler atılacak bundan böyle. Hiçbir şey öyle poşetinde, torbasında olmayacak. Her şey kavanozlanacak, kavanozlar da birbirine benzeyecek, tekir bekir olmayacak. Fazla kavanozlar babaanneler gibi saklanmayacak, dolap içleri kavanoz mezarlığı gibi görünmeyecek. İhtiyacı olana verilecek yıllarca biriktirilen kavanozlar. Di mi ama?

Aradığın bir şeyi şıp diye bulabildiğin bir sistem geliştireceksin. Oyum nerede, buyum nerede diyene cevabı hemen verebilecek kadar duruma hakim olacaksın. Buzdolabının içini artık ikide bir kontrol edip çürümüş sebze meyveye mahal vermeyecek, daha tutumlu olacak, malzemelerini doğru yer ve zamanda değerlendireceksin.

Hem sonra toz almayı bileceksin. Bir parmak tozla tv izlemekten vazgeçeceksin. Sevmediğin fotoğrafları çerçevelerinden çıkarıp yeni fotoğraflar koyacaksın, asla böyle beş dakikalık minik işlere üşenmeyeceksin. Çekmecelerin illa derli toplu olacak, bütün bunlara harcayacağın mesai beş dakika, bunu unutmayacak, buna göre yaşayacaksın…

Öyle başlıyor işte. Başka bir insan olurum sanıyor insan yeni eve taşınınca. Ama ııh, olmuyor. Ben aynı ben… Peki ya sen?

Cumartesi, Aralık 25, 2010

Check out my photos!

Hi,

I set up a profile where I can post photos, connect and share.

Do me a favor and confirm our relationship here.


Thanks,
Ece Arar
This message was intended for ecearar.secret@blogger.com and was sent as a notification, invitation or reminder (digital goods subject to change in reminders) of an event initiated by Ece Arar using a third-party or platform application and may contain promotional materials and/or services for sale including digital goods received.

To control messages sent to or from you, your contacts and/or FanBox, click here.
Our offices are located at: FanBox - 255 G Street, Ste 723, San Diego, CA 92101

Pazartesi, Aralık 20, 2010

Hadi kardan adam yapmaya

Birkaç gün sonra kar yağacaksa atkıları, eldivenleri, şapkaları saklandıkları yerden çıkarmak lazım. Hem sonra şapka takmaktan kesinlikle nefret eden çocuklar için yumyumuşak kulaklıklardan almak lazım. Eldivenlerini orda burada unutan yavrucaklara birbirine bağlanan ve sonra da monta iliştirilen eldiven bulmak lazım, ki var mıdır böyle bir şey bilemem. Sonra mumbot almak lazım. Eskiden öyle denirdi, mumbot… Şimdi ne deniyor, bak, bunu da bilmek lazım. Mumbot dediğin bir kış giyilir, sonra büyür ayaklar. İnsan şaşırır, ne zaman büyüdü bu çocuk bu kadar diye… O mumbotlar karda kışta hatırlanıp da dip bucaktan çıkarıldığında anlar çocuğunun büyüdüğünü…

Hadi kardan adam yapalım, dersin… Dışarısı kış kıyamet… Birden aklına gelir; bunca kara bir de kalın kalın botlar lazım… Nereye koymuştuk senin şu botlarını, dersin sonra. Gidip dolapları karıştırırsın. Minik insan heyecanla arkandan gelir… Normal şartlarda hiç gönüllü değilken lahana gibi giyinmeye, şimdi iki kazak üst üste giymiştir, içinde kesin külotlu çorap, üstünde de en kalın pantolonu vardır. Hatta şapkasını ve eldivenlerini de takmış, işte senin peşinden heyecanla geliyordur. Dolaptan çıkar o botlar. Hah, kırmızı mesela, ne şirin. Kalın mı kalın, ayağa su imkansız geçirmez, minicik ayaklar bunun içinde asla üşümez… Minik insan da heyecanlanır, hemen giymek ister botlarını. Giysin ki hemen gidilsin kardan adam yapmaya.

Aaa bir bakar, bir bakarsın botlar ufak.. Büyümüş işte… Biraz daha büyümüş, geçen kıştan bu yana resmen büyümüş. Olmadı botlar dersin, o üzülür, sen üzülürsün… Olabilecek en kalın başka ayakkabıya talim olup giyiverir hemen. Normal zamanda asla çabucak hazır olamazken kapı kenarındadır artık, hazır asker vaziyetinde, bir elinde havuç, diğer elinde süpürgeyle…

E, kış gelmiştir artık… Hadi kardan adam yapmaya.

Perşembe, Aralık 16, 2010

www.minifikir.com

mini mini fikirlerimle artık official bir web sitesindeyim. beklerim.

15 aralıkta başladım (tanyatinomun doğumgününde)

bana şans getireceğine eminim)

Perşembe, Aralık 09, 2010

Arka Koltuktaki Kız

Françoise Dorner “Arka Koltuktaki Kız” romanıyla 2004 Goncourt İlk Roman Ödülü’nü almış. Şaşmamalı… Kitaba başladığınız an ile sonu arasındaki ara pek uzun olmuyor. Nina, eşi Roger ile bir kiosk işletiyor. Roger ile tanıştıkları yer de bir kiosk. Heyecansız, sıradan bir tanışmanın ardından, sıradan bir hayatın yaşandığı bir evliliğin içinde buluyor kendini Nina. Sürprizleri hiç sevmeyen, konuşmayan, karısıyla ilgilenmeyen, ancak onun da sürekli çalışmasını ve eve gidince ev işlerine gömülmesini, evi süpürmesini, yemeğini hazırlamasını isteyen ve uzun zamandır karısına adıyla bile seslenmemiş olan Roger ile evliliğini sorgulamaya başlayan Nina’nın kitabı bu. Bir kez, her şeyin bittiğini anladığı andan itibaren Nina da değişmeye başlıyor. Bir yanda alevlendirmeye çalıştığı evliliği (kocasının ilgisini çekmek için yeni gecelikler), bir yanda kadın olduğunu hissetmek için tesadüfen tanıştığı adamlarla kurduğu ilişkiler…

Nina kioskta kadın dergilerinde okuduklarını kendine uygulayadursun (orkide kokulu bir parfüm, en iyisinden bir maskara), Roger karısındaki değişimleri bir bir not etmekte hafızasına, ama bunu belli etmiyor…

Derken Roger karısının hediye ettiği evdeki sinema sistemini hiçe sayıp da gizli gizli sinemaya giderken, Nina kocasını kendisi olarak etkilemeyemediğinden, başka biri olarak ona ulaşmayı kafaya koyuyor. Sinema karanlığında Çinli bir kadın şimdi o, peruğu, kıpkırmızı ruju, daracık pardösüsüyle başka biri… Roger günden güne bu kadına bağlanırken, Nina günden güne yaptığından pişman, kendi yarattığı kadını kıskanmakta…
Eh, devamı size kalsın… Ama konuyu, sonunu falan boş verin, Dorner’in içtenliğine siz de benim gibi ayakta alkış tutun. Birkaç sözcüklük tümcelerinde sıradan evlilikleri ifşa edişine siz de hayran olun… Okumayan kalmasın… (Arka Koltuktaki Kız, Françoise Dorner, Çeviren: Aysen Özışık, Dharma Yayınları)

Çarşamba, Kasım 03, 2010

Eşyalarla Buluşma



Yeni eve taşınırken insan uzun süredir görmediği eşyalarıyla da buluşuyor. Bazaları kaldırıyor, hurçları açıyor, artık giyemeyeceğiniz kıyafetlere sanki ilk kez görüyormuşçasına bakıyorsunuz mesela. Bir zamanlar 34 beden olmak! Geçmişe böylesi bir bakış sıkıntı verici olabiliyor, bir daha asla dönülemeyecek günler, tamamen geçmiş bir gençlik. Hem sonra aynı duygu fotoğraflarda da yakalıyor insanı. İşte o kıyafetleri giymiş olan genç insan… Sağlıklı, neşeli, hayata, işe yeni başlamış ya da okul sıralarında, kaygısız, mutlu.

Fotoğraf faslı bittiyse atmaya kıyamadığınız mektuplar, notlar, kağıtlar, dosyalar var. Her biri başka bir şaşkınlığa sürüklüyor insanı. Zira gündelik hayhuyda tamamen göz ardı edilmiş nesneler bunlar. Bir yerlere koymuş ve orada öylece zamana karşı durmuşlar. Sizin gibi değil yani. Siz günden güne yaşlanırken tamamen aynı kalan bu eşyalar, nesneler insanla dalga geçer gibiler. Asla değişmiyor, asla yaş almıyorlar. Öylece durup sizin yeni bir eve taşınmanızı veyahut da evi elden geçireceğiniz o büyük anlardan birini bekliyorlar. Sabırla, ses çıkarmadan, varlıklarını unutturarak hem de.

Unutulduklarından, bulundukları anda küçük çaplı bir duygu değişimine neden oluyorlar. Yine aynı şey; bütün bunları kim yazmış, şu el yazısı kimin, neden böyle demişim ya da işte “ah ne kadar aptalmışım!”…

Hepsini bir kenara bırakırsanız artık kullanmadığınız ama atmaya kıyamadığınız eşyalarla da buluşmak durumundasınız. Eski bir fincan, bir biblo, hediye gelen ama tamamen sizin tarzınızın dışında olan bir vazo… Aslında belki de yeni eve taşınmak bir “uyaran”. Saklamaktan vazgeç diyen, artık şu yaşından sonra düzenli ol diye gizliden gizli mesajlar veren bir sistem. Uyarsanız ne ala, eskilerden kurtulmak kolay olsaydı bunca eşyayla yaşıyor olmazdık gerçi. Ah yine bilemedim… Ne yapacağım bunca eşyayı ben?

Pazartesi, Kasım 01, 2010

Babamın Ettiği B*ktan Laflar...

Bir kere Justin Halpern’in “Babamın Ettiği B*ktan Laflar” isimli kitabına sadece küfürlü konuşan bir babanın acayip sözleri diye bakmamak lazım. En azından benim kitabı merak etmemdeki neden asla bu olmadı. Halpern’in yeni çağda tüm dünyada hızlı bir şekilde tanınıp, kitap anlaşmasından dizi sözleşmesine giden bir yolu vardı ve asıl ilgi çeken de benim gözümde bu oldu. 29 yaşındaki Justin pek de bir baltaya sap olamamış bir vaziyette, hayatı birazda karmaşık bir al aldığı sıralarda bir twitter hesabı açıyor. Kız arkadaşından yeni ayrılmış, işi yok, aile ocağına geri dönmüş vesaire. Evde “evlere şenlik” bir baba var. Akıllı, e biraz yaşlı ve sözünü esirgemeyen bir baba…

Justin ne zaman babasının söylediklerini arkadaşlarına aktarsa “Bu çok iyiymiş, bunu yaz” gibi tepkiler almış muhtemelen. “Shit My Dad Says” isimli twitter hesabını alması da bu yüzden. Birkaç takipçiyle başlayan yolculuk binlerce takipçiye kısa sürede ulaşıyor ve birden “Babamın Ettiği B*ktan Laflar” bir internet fenomenine dönüşmesine yol açıyor Halpern’ın. Sonra kitap teklifi geliyor.

Halpern kitapta doğru olanı yapmış; eğer sadece babasının ettiği laflardan oluşsaydı bu kitap, hiçbir işe yaramazdı… Hem babayı, hem de Justin’i tanımamış olsaydık olmazdı. Bu yüzden Justin kitabı yazarken çocukluğundan beri süregelen hikayeleri toparlamış, hem de tabiri caizse bu b*ktan lafları aralara serpiştirmiş.

Açıkçası muhteşem bir babası var. Her eve lazım cinsten. Küfürlü konuşmasını es geçersek( hiç sevmem küfürlü konuşmaları) her cümlesinde bir hayat dersi var. Kimi zaman acımasız görünse de aslında hep oğlunu koruyan, kollayan, daha iyisini başarması için yüreklendiren bir üslup onunkisi. Kitabın ve bu cümlelerin başarısı olumsuz gidi görünen bir ifade biçimiyle aslında tamamen olumlu mesajlar veriyor olması; tezatın büyüsü denebilir hatta.

Çocuğuyla iletişim kurmayan, gayret bile göstermeyen ebeveynlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Küfürle de olsa çocuğuna yol gösteren bir baba bulmuşuz, kaçırmayalım, okuyalım. Diziyi de merakla bekleyelim derim ben. Kitap Resif Kitap’tan taze çıktı, Anıl Bilge çevirdi. Baskısı yenilendi bile. Hadi bakalım!

Salı, Ekim 19, 2010

Dünyayı Kurtaran Çocuklar

“Gelin Dünyamızı Kurtaralım”ı sadece bir çocuk kitabı olarak nitelemek imkansız. Öyle olsa bile içinde hepimizin öğreneceği ve elbette dünyamızı kurtarabilmek üzere yapabileceği pek çok faydalı öneri var. Jacquie Wines tarafından yayınlanan ne nefis resim ve grafiklerle süslü bu kitap iki yıl önce İnkılap Yayınları’ndan çıkmış( umarım yeni baskılar yapmıştır).

Wines çocuklara “Dünyamızı kurtarmak senin elinde” diyerek çevreci birçok öneri sıralıyor kitabında. Dünyanın geleceği ile ilgili “fark yaratmak” sahiden de mümkün. Bakın önerilerden birkaçı şöyle mesela; “Stand-by konumunda bırakılan bir renkli televizyonun, o an, açıkken harcadığı elektriğin % 85’i kadar elektrik harcadığını biliyor muydunuz?”. Yani milyonlarca lira para boşuna harcanan enerjiye gidiyorken yapmamız gereken şey tasarruf! Yumuşatıcı kullanmayın, az kirlileri soğuk suyla yıkayın, aspiratör kullanmak yerine camları açın, kurutma makinesi yerine çamaşırlarınızı asarak kurutun gibi önerilerin sıralandığı kitap aynı zamanda örneğin sera gazlarının dünyamıza zararını da anlatıyor.

Kuş evi yapmaktan balkon ve bahçemizde sebze yetiştiriciliğine, minik göller oluşturmaktan deterjan yerine doğal malzemelerin kullanımını teşvike kadar pek çok faydalı bilgi veren kitabı okuyan çocukların büyükleri yönlendireceğine garanti gözüyle bakabiliriz. Zira bizim bilmediğimiz pek çok şeyi öğrenmiş olacaklar ve bu da inanın büyük bir mutluluk.

Alışveriş bölümünde çocuklara alışveriş listelerinin öneminden bahseden yazar “Meyve suyu içmek yerine meyve yiyin. Çabuk hazırlanan ve tüketilen gıdalardan uzak durun. Enerjiyi boşa harcamayan aletler kullanın” gibi önerilerde bulunuyor. Geri dönüşümle ilgili bölümün yanı sıra hayvanları kurtarmakla ilgili bölümüyle de kitap dikkat çekiyor. “Gelin Dünyamızı Kurtaralım” sevimli yazım diliyle ve içeriğiyle her çocuğun evinde, elinde bulunması gereken bir kitap. Böylesi kitaplara çok ihtiyacımız var.

Pazar, Ekim 17, 2010

ev...




Taşınma telaşesi sürünce başka hiçbir şeye konsantre olamıyor insan. Varsa yoksa yeni evim, üstüne üstlük eski evden nasıl, ne halde taşınacağım... Hiç taşınmamış olanlar, hayatlarını tek bir evde geçirenler taşınanın halinden pek anlamazlar gibi geliyor bana. Son on yılda, dördü aynı sokakta, ya aynı apartmanda veyahut da bir iki yanındakinde hayatını geçirmiş biriyim, ev bağımlılığım olmasa da sokak ve site bağımlılığım olduğunu kolaylıkla iddia edebilirim. Bu beşinci evle taşınma işime bir nokta koymayı planlasam da, taşınmak nedir biliyor olsam da, yine de o karşı konulmaz stres beni de sarmış vaziyette.

Hazırlıklar yapmam, kitaplarımı mesela kutulara koymam gerekirken yaptığım her türlü iş fuzuli geliyor mesela bana. Bir yerde yaptığım en ufak bir düzenleme “Aman, ne gerek var” cümlemle son buluyor. Bu yüzden de ev biraz da savaş meydanına dönmüş gibi.

Ne gerek var’cı zihniyetim yüzünden perperişan bir (eski) evim var. Bu kolay vazgeçiş de enteresan aslında; içinde oturduğum eve iki yıl boyunca verdiğim değerin zerre kadar önemi yok şimdi; zira onu terk ettim, yenisine odaklandım ve her ne kadar birlikte yaşıyor olsak da ona yüz vermiyorum. Tıpkı ilişkiler gibi. Evle ilişkimi kafamda sonlandırır sonlandırmaz yabancılamaya başladım da denebilir; artık bana ait değil, çok yakında bir başkası şu salonda oturacak, şu yatak odasında uyuyacak. Ben o sıra çok uzakta (öndeki apartmanda) olacağım. Geçmişi yad etmem kolay; çık balkona, şöyle bir bak, karşında eski ev. Bana ait olmayan, yaşanmış ve terk edilmiş bir “şey”.

Böyle böyle duygularla evimle nankörce vedalaşma safhasındayım. “Zaten banyon da çok karanlıktı” diyebiliyorum gönül rahatlığıyla, hem sonra salonun gereksiz yere büyüktü… Hakkını da vermiyor değilim; “Mutfağında masama oturup gelen geçeni izleyerek birçok kahve içtim, dalgın dalgın bakıp berjerlerimden manzaranı izledim salondan” da diyorum. İyisiyle kötüsüyle beraberliğimizi noktalıyoruz işte. Magazin sayfalarında sıkça kullanıldığı üzere artık yeni bir hayata yelken açıyorum. Eski ev, eski hayattır bu durumda. Öyleyse elveda.

Cuma, Ekim 08, 2010

"hamarat"lar aranıyor

hamaratdiva'yı bilirsiniz. enhar'ı da bilirsiniz. eh bilmiyorum derseniz de hamaratdiva.com'u ziyaret edebilirsiniz. hamaratdiva'nın atölyeleri başlıyor. hamaratatolye.com'dan bilgi alabilirsiniz. ayrıca da efendim; pozitif tv'de yayınlanan hamaratdiva tv de üm hızıyla devam ederken sizlere de bir seslenelim dedik;gelin, hamaratlığınızı, maharetinizi gösterin. örgü kuş mu yapıyorsunuz, gelin bir de on dakikalık programımızda yapın, kağıttan taçlar, kolyeler, bilezikler, çantalar, çocuklara faaliyetler... lütfen bana yazın...

efendim, bu da atölyelerle ilgili bültenimiz; katılmak ve bilgi almak için de en aşağıda telefon mevcut:


Kendi Spa Ürünlerinizi Yapın, Cupcake Süsleyin, Fotoğraf Çekin
- Üstelik sadece birkaç saatte!-

Hamarat Atölye’de yarım ya da tam günlük atölye çalışmalarına katılanlar kendi el emekleri olan şık bir çanta, lezzetli bir kurabiye, mis kokulu sabunlar ya da örgü bir oyuncak kuzunun sahibi oluyorlar...

Sımsıcak bir ortamda stresten uzak birkaç saat geçirmek isteyenler için Hamarat Atölye doğru adres. Bağdat Caddesi’nde yer alan Hamarat Diva Atölyeleri’nin ekim ayı programında birbirinden renkli atölyeler var. Gerekli tüm malzemelerin ekstra bir ücret almadan edildiği atölyeler için rezervasyon yaptırmaksa mecburi. Maksimum altı kişiyle yapılan atölyelerin ilki 11 Ekim’de gerçekleşiyor.

Dilşah Akova’nın eğitmenliğindeki sabun ve banyo tuzu atölyesi saat 11 Ekim 2010 tarihinde 11.00’de başlayacak ve 16.00’da sona erecek. Didem Özcan’ın eğitmenliğini yaptığı butik kurabiye yapımı ise 20 Ekim tarihinde yine yarım gün olarak yapılacak. Ünlü fotoğrafçı Pemra Yüce ise 17 ve 23 Ekim tarihlerinde fotoğraf atölyesinin başında olacak. İstanbul’u gezerek fotoğraf eğitimi alan kursiyerler açık havada fotoğraf çekimini öğrenerek çektikleri


fotoğrafların kritiğini yapma fırsatı yakalayacaklar. 24 ve 27 Ekim tarihlerindeyse Didem Özcan eğitmenliğinde cupcake süsleme atölyesi yapılacak.

Hamarat Atölyeler kasım ayında kumaş çiçek yapımı, çocuklarla kurabiye süsleme, scrapbooking, kart yapımı ve baskı, portre ve obje fotoğrafı çekim teknikleri, Brezilya nakışı ve dikiş ile devam edecek. Dileyenler 0 544 783 9692 numaralı telefondan ve hamaratdiva.com adreslerinden bilgi alabilecek.

Çarşamba, Ekim 06, 2010

New York New York



Birkaç küçük işaret beni New York kitaplarına götürdü. Alain de Botton Seyahat Sanatı isimli kitabında seyahati beş bölüme ayırıyor; kalkış, nedenler, doğa, sanat ve dönüş. Hepimiz için seyahat kavramı tam anlamıyla bu beş maddeden oluşmasa da Alain de Botton’un tespitlerine katılmamak olanaksız. “Seyahatin bize sunduğu gerçekliğin, beklentilerimize hiçbir zaman denk düşmediği fikrine az çok aşinayız.” diyor Botton. Botton, yeni yerlere daima tevazuyla yaklaştığımızı, kendi yaşadığımız çevreyi ise ilk başta tanımaya gayret ettiğimizi ama daha sonra bunun için hiç çaba harcamadığımızı söylüyor kitabında. Oysa seyahat etmek yazara göre kalıplaşmış fikirlerimizden kurtarıyor bizi, her şeyi yakından incelemek istiyoruz başka bir yerdeyken... (Sel Yayıncılık)

Serdar Turgut’un, Şahsi bir New York Biyografisi isimli kitabı “Her şey son derece soğuk bir Ocak ayında başladı. 1973 yılında, 18 yaşımda bir Pan-Am uçağına atlayıp New York’a uçtum.” sözleriyle başlıyor. O andan itibaren de bir daha New York’tan kurtulamayan ve hatta kurtulmak da istemeyen Turgut’un kitabı için elbette seyahat kitabı demek olanaksız ama eğer New York’a yolculuk etmek gibi bir planınız varsa, bu kitap da pekala değişik bir bakış açısı sağlayacak size. “Ruhen” New York’a uyum sağlayan Serdar Turgut, kendi New York’unu anlattığı kitapta okurlara sokak kültüründen lokantalara, sanattan New York’u konu edinen filmlere kadar pek çok farklı yönden gösteriyor bu kenti bize; “Bu kitabı okuyan okurlar arasında sabah saat 05.30’da Broadway’in nasıl gözüktüğünü bilebilecek insan sayısı bir düzineyi geçmez.” diyor bir de, insanın derhal valizini toplayıp gidesi geliyor bu tümceyi okuyunca. New York’a gidilsin ve kitabın yeni baskısında bu tümceye bir kişi daha eklensin... (YKY)

Buket Uzuner’in kitabıysa New York Seyir Defteri adını taşıyor. İlk olarak 2000 yılında Remzi Kitapevi tarafından yayınlanan kitabın çok özel, spiralli, tam da yanınıza alıp da New York’u görmeye gitmek isteyeceğiz türden bir baskısı vardı. Derken kitap yeniden yayınlandı. Hangisini bulursanız bulun, New York’la ilgileniyorsanız edinmeniz gereken bir kitap bu da. Buket Uzuner, herkesin kendi New York’u olduğuna inanıyor ve “Buyurun Manhattan’a beraber çıkalım.” diyerek bizi kendi kentine götürüyor. Tanıdığı New Yorklu insanları anlatışı hep bir ipucu kenti tanımak için... Daha sonra mekan portreleri geliyor. Çin Mahallesi’nden, Times Meydanı’na, Brooklyn Köprüsü’nden sanat müzelerine kadar pek çok görülesi yerde rehberlik ediyor bize yazar. (Everest Yayınları)

Salı, Ekim 05, 2010

Teknoloji Bağımlılığı

Bazen teknolojiye bağımlı mıyım diye düşünüyorum. Ama yok, Türkiye’ye gelen ilk IPhone 4’ü alabilmek için fellik fellik araştırma yapan, sonra gidip kapısında bekleyen biri olamam, bu bana göre değil. Yine de IPhohe’um olsa mı acaba diyen bir kimseyim, anteni çekiyordu çekmiyordu yazılarını niye okuyorum diye kendime soruyorum. Peki IPad? Ne hoş görünüyor değil mi? Kitapları bir de bu şekilde okumak iyi olmaz mıydı? Bir IPad’im yokken idefix ve amazon’daki e-kitapları ve fiyatlarını incelememe ne demeli?

Bir plazma tvsi olmayanlardanım ama ben. 8Dün aldık bir tane...) MTV’nin Crips diye bir programı var; ünlü ve zenginlerin evlerine konuk olunuyor. Bakın orada beyzbolcu bir adam şöyle demişti; “Evinde bir plazma tv’in yoksa sen bu hayatta bir looser’sın(kaybeden)… Hayda, bir looser olmadığım kalmıştı.

Ama bir dijital fotoğraf makinesinin arkasından epeyce koşmuşluğum da var, hangisini alsam, slr’lar pek pahalı ama hayır, kesin slr olsun diyerek… Hem sonra daha kimseciklerde yokken 1996 yılında ilk dizüstü bilgisayarı kapıp yüksek lisans yaptığım İngiltere’ye götürmüşlüğüm de var. Oradan mı alsaydım? Galiba aklım kimi zaman tersine işliyor. Derken yıllar sonra şu mini mini laptoplara da bir hayaran oldum ki sormayın; birden kullandığım daha da ağır ve büyük gelmeye başladı gözüme.

Hem minicik bir tane alırsam her yere götürebilir, her yerden yazılarımı yazabilirdim. Demek ki neydi? Bu bir ihtiyaçtı. Öyle öyle gidip pek sevimli, hala da hakikaten çantama atıp her yere götürdüğüm mini laptopumun ardından dururum sandım.

Olmadı.

Şimdi kesinlikle bir Flip Hd istiyorum. Minicik bir alet o da; görüntü kalitesi süper olan mini bir kamera. Kesinlikle bir ihtiyaç, at cebine çık dışarı, çekecek çok şey var zira. Onu da aldım mı hız keserim gibi geliyor, varsın olmasın plazmam, ne de olsa bir tv delisi değilim. Sonra IPhone 4 okumalarımı kesmek, bu telefon işinden uzak durmak ve teknoloji bağımlısı olup olmadığımı sorgulamaya gerek kalmadan yaşamak da istiyorum. Ama şu Flip HD’yi bir aldım mıydı… Süper olacak!

Cumartesi, Ekim 02, 2010

“İsmi Lazım Değil”in doğal tarihi


Kaka, “İsmi Lazım Değil”in Doğal Tarihi Can Çocuk tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Şirin mi şirin illüstrasyonlarıyla, kalın ciltli bu kitap “Meraklı Kitaplar”ın Doğa-Çevre dizisinden çıktı. Kapakta bir “bilim adamı” resmedilmiş, elinde bir deney tüpü, içinde de doğru tahmin: ismi lazım değil olan ama kitap boyunca anlatılan o şey var.

Kitap arkasında şöyle diyor; “Kaka, büyük olasılıkla dünyadaki en faydalı şey. Onun ne işe yaradığını, nereye karıştığını, kaka sayesinde neler öğrenebileceğinizi ve çok daha fazlasını bu capcanlı, eğlenceli doğal tarih kitabında bulacaksınız.” Bilmem ilginizi çeker mi ama çocukların çekeceği kesin! Zira Nicola Davis’in yazdığı ve Neal Layton’un resimlediği ve Egem Atik’in çevirdiği kitap “Yetişkinler bu konuda utangaçlar…” diye başlıyor ama ya çocuklar? Bu konuda hiç de utangaç değiller ve “kakam geldi” diyebildiklerine göre kitabı da mutlaka sevecekler!

Kitabı okuyanlar bir hayvan türünü sadece kakasına bakarak teşhis etmeyi öğrenmelerinin yanı sıra etçil, otçul hayvanların beslenme biçimlerini, aynı yiyecekleri yiyen hayvanlar arasındaki farkları, renkli yiyeceklerin nelere sebep olduklarını ve “kakayla çözülen sorunlar”ı da öğrenecekler. Hayvanların toplu tuvaletleri olduğunu, kiminin bu tuvaletlere uğradıklarında grupta neler olup bittiğini öğrendiklerini, tembel hayvanların dört günde bir ağaçtan indiklerini de görecekler.

Peki tüm bu kakaya ne oluyor? Birçok hayvan yuvalarını inşa ediyor, hatta insanlar da tezekten faydalanıyor. Hayvanlar tohumları yiyor, taşıyor ve evet bitkiler de tam da bunu istiyor… Kitabın sonlarına doğru şu tümceyle karşılaşıyoruz; “Dünyada ne kadar hayvan türü varsa o kadar güzel kaka hikayesi var… Kaka büyük olasılıkla gezegenimizdeki en faydalı şeylerden biri. Kafanıza düşen kuş kakasının tesadüf olmaması gerek!”

Kitabın sonunda hem dizin, hem de mini bir sözlük de mevcut. İlkokul çocuklarının merakla okuyacağı bir kitap diyebiliriz; zira hem dili, hem illüstrasyonları çok eğlenceli. Bilime meraklı, doğal tarihe meraklı çocuklar için iyi bir alternatif. İyi okumalar.

Pazar, Eylül 12, 2010

geldim ama...

bloga uzun zamandır yazmadığımı fark ettim. önce yorum var mı ona baktım, üç tuhaf yorum gördüm. aşağılayan, aptalca bir blog diyen ama uyduruktan isim veren üç kişi. bir hevesle geri gelmiştim ama vazgeçtim, bir süre daha yazmayayım ben.

Pazartesi, Temmuz 05, 2010

Sana kraliçeymişsin gibi davranacağım! -akşam pazar-


Başlığım aslında bir kitap adı... Rosa Montero'ya ait. Kitap şöyle tanıtılır arkasında; 'Çöken, yoz bir dünyanın yapay renkleri içinde görünen yalnızlıkları, acımasızca bir anlatımla dile getiren, renkli, hızlı, sürükleyici bir tempoyla, bir 'bolero' temposuyla okurlara aktaran bir roman.' Gördüğünüz anda, hemen raftan çekivereceğiniz, 'acaba neymiş?' diyeceğiniz türden, albenili bir kitap ismi. Niye? Çünkü herkes kendisine kraliçe gibi davranılmasını ister. Mümkün mü? Eh pek nadir.

Diyeceğim şu ki; gününüzü kraliçeymişsiniz gibi geçirmek isterseniz gidebileceğiniz yerler var. Mesela Türkiye'nin tek 'kişiye özel' kuaförü Bursa'daki Roma Private size öyleymişsiniz gibi davranabiliyor, bunu misyon edinmiş vaziyette. Bir telefon, bir randevu, tamam, kapılar açılıyor. Bu nefis konseptin fikir babası ve sahibi Fatih Ertuğrul açılalı henüz üç hafta olan bu kişiye özel salonun aynı zamanda maestrosu.

KENDİME AİT BİR ODA

Randevumu alıp kırmızı halılardan geçerek girdim kapıdan ben de. Şık mı şık, 50 metrekarelik alan bir süreliğine benim. İngiliz kumaşlarıyla kaplanmış koltuklarım var, duvar kağıtlarım yaldızlı. Tamamen Hindistan usulü dizayn edilmiş bir masaj odası da mevcut. İster TV izlerim, ister internette dolaşırım. Kitap okuyabilir, müzik dinleyebilir, bir şeyler yiyip içebilir ya da masaj koltuğunda stres atabilirim. Ama hayır, bunlar için gelmedim. Birkaç saatliğine de olsa bana ait bir olan bu odadan güzelleşmeden çıkmaya niyetim yok. Maksat bu.

Maestro, kişileri yönlendirerek işe başlıyor, benim yapmam gerekense, hımmm, aslında hiçbir şey! Fatih Ertuğrul, 'Saçlar yıkansın, bakım yapılsın' diyor, hop biri gelip yıkıyor da yıkıyor, bakım yapıyor da yapıyor. Fatih Bey ortadan kaybolup bir süre sonra bir daha uğruyor, 'saçlar kurutulsun, sonra manikür pediküre geçilsin...' diyor. Çalışanlar sırayla emirleri yerine getiriyor; biri odaya girerken diğeri çıkıyor, asla kalabalık yok, gürültü yok, stres yok, kafa ütüleyen fön makinesi sesi yok, 'hani ne zaman bana sıra gelecek?' diye durup düşünmek de yok.

GÜNÜN YILDIZI BENİM!
50 metrekarelik alanımda mutlu mesut bana kraliçeymişim gibi davranılmasına 'göz yumuyorum', elimden başka ne gelebilir ki? Şunu söylemeli ama; kişiye özel salon mantığının VİP salonlardan büyük bir farkı var. VİP salonlar birkaç kişiye aynı anda hizmet verebilirken kişiye özel 'Private' salon sizi günün tek yıldızı yapmaya ant içmiş vaziyette. Orada o gün sadece siz ve size hizmet verecek kişiler hazır ve nazır olabiliyor. Ama illa bir arkadaşım da yanımda olsun derseniz o arkadaş sadece bir köşede oturacak, bahtına küsecek, ona bir hizmet verilmiyor.

Fatih Ertuğrul, içki servisi de koymuş salona. Mesela 'masaj yaptırırken bir kadeh şarap içersem çok şahane olur' diyorsanız, tamam. Ya da 'pedikür yapılırken maillerime bakarım ben, işimi de buradan hallederim' diyorsanız o da var. Kalabalıkları sevmeyen ve 'kuaföre gideceğim, bin kadının arasında kalacağım, birileri mutlaka beni lafa tutacak' fobisi olanlar için de iyi bir çözüm. Nazik hanımlar, beyler manikür ve derken masaj koltuğu sırtınıza masaj yaparken bir de pedikürle sizi şımartıyorlar. Elde masaj koltuğunun kumandası, oh yahu diyor insan, günün yıldızı sahiden de benim! Ardından üstüne bir de makyaj; hafif, gündüze uygun. Derken işin olmazsa olmazı, bir fön.

Bütün bu birkaç 'şımartıldığım' saatin ardından kişiye özel salonlar aslında tam da şımartmak istediğiniz insanlara bir hediye vermek istediğinizde işe yarayabilir gibi geldi bana. En çok düğün ve nişanı olanlar talep ediyorlarsa da bana kalırsa tam bir doğum günü hediyesi olur bundan... Cilt bakımı, masaj, lazer epilasyon gibi ekstralar da eklendiğinde aslında koca bir günü 'Private' salonda geçirebilir insan. Eh ayda yılda bir günü böyle geçirmeye de kimsenin itirazı olmaz sanırım. Kimselere bulaşmadan, kimseleri görmeden, dergilere gömülerek bir yandan güzelleşip bir yandan da ruhu dinlendirirken hayat, doğru tahmin ettiniz, çok güzel.

Pazartesi, Haziran 28, 2010

öyleyse...

mermaid akşam'dan akşam'a olmasın demiş.. madem öyle durum raporu vereyim:

* havuz kenarındayız. bir yaz klasiği. ama elvin büyüdü. takipte değilim çok. nereye gittiğini, ne yaptığını haber veriyor, ben artık göz ucuyla kontroldeyim..

* zaten kocaman oldu teyzeleri, amcaları. yüzüyor, oynuyor, büyüyor...

* kitap okumaktan hala hoşlanmıyor. ne yapacağız bilemiyorum...

* yağmurlu havaları geride bırakmaktan mutluyum. yoksa bize yaz zor geçiyor...

* eric clapton ve steve winwood konserinin ardından geçen gün elvin'i hayatının ilk konserine götürdüm. emir kusturica ve no smoking orchestra. ilkler ne önemlidir, o konseri hayatı boyunca hatırlayacağına eminim. gerçi yarım saat sonra uykusu geldi ama olsun:))

* bu akşam da alphaville var. pek hoş!

* yazlık çocuklarının hepsinde bir scooter ve su tabancası. bu yazın çocuk trendleri bunlar!

akşam yazı2 / Teknede boş boş durmayacaksın!


'Herkes yelken yapabilir' bu haftanın korkutucu cümlesi. İnsan ister istemez geriliyor, herkes yapabiliyor ve ben yapamazsam ne olur sorusu Tiriliye'ye doğru sabah erken saatte arabamla yol alırken resmen kafamı kurcalıyor.


Pazar pazar o saatte yolda olmam için ya sportif faaliyetleri yaşam biçimi olarak bellemiş ya da deli olmam lazım. Ama görev bekliyor: Başlangıç seviyesinde yelken eğitimi alacağım ve size yazacağım...

Bu karışık duygularla gittim, limanda Sardina'yı buldum. Çeper Yatçılık'tan Eren (Çep) ve Nail (Erginer) Hoca teknede kursiyerleri beklemekte, deniz sütliman, rüzgar sıfır. İlk gelen kursiyer benim. Yola çıkmadan sorularımı mermi gibi sıralıyorum. Deneyim başlamadan öğrendiğim genel bilgiler şunlar: Çep ve Erginer iki haftada toplam 16 saatte yelkenciliğin temel eğitimini veriyorlar. İsteyen orta, ileri seviyelerde de kurslara katılabiliyor. Ancak 16 saatlik eğitimin ardından amatör denizcilik sınavlarına girecek kadar işin özünü de kapmış oluyorlar.

Kursiyerler tamamlanınca yola çıktık, istikamet Fıstıklı. Eren Hoca bütün kursiyerlere ayrı ayrı görevler veriyor. Biri dümende, bir başkası halat çekiyor, öteki yelken direğinin yanında. Anladığım şu: Teknede boş boş durmayacaksın, herkesin illa bir görevi var, o an yoksa da aradan üç dakika geçmeden olacak!

Ben bir önceki gün yapılanları kaçırmış vaziyetteyim, diğer kursiyerler pusula okumayı öğrenmiş, dümene geçmiş, iskele ne, sancak ne taraf, halatı saat yönünde üç kere dolamak nasıl bir şey, birtakım gemici düğümleri nasıl yapılır biliyorlar. Yahu ne çabuk öğrenmişler! Ben tamamen bana farklı bir terminolojinin içinden Tirilye açıklarına, içi rüzgarla dolması gereken yelkene bakıyor ve şaşırmaktan kendimi alamıyorum. Evet, yelkencilik enteresan bir faaliyet, deyim yerindeyse 'farklı bir kültür' ve koşturup duranları izlemesi de ne yalan söyleyeyim feci keyifli.

EĞLENCE KISA SÜRÜYOR...

Ancak bu eğlence kısa sürüyor. Yelkenliye adım atan herkes yerine göre gerekenleri yapmak durumunda. Bu yüzden bendenizin de dümene geçtiği, karşısında kerteniz noktası belirlediği ve arada pusulayı da kontrol ederek o noktaya gitmesi gerektiği anlar oldu. Bu misyon esnasında diğer kursiyerlerin de 'Yapabilirsiniz Ece Hanım' nidaları beni yüreklendirse de biri gelip şu dümeni elimden alsa demeden de edemedim tabii. Eren Hoca 'Biri gelip de almadığı müddetçe dümeni bırakamazsınız' dediğinden dümeni bırakamadım da... Yelkencilikten şunu anladım, rüzgarın gücüyle gideceksin ama rüzgara karşı gideceksin. Bol rüzgar olsun diye dilek tutacaksın... Diledin ama olmuyor mu? Rivayetlerin birinden medet umacaksın. Mesela 'Haydarrrr' diye bağırarak direği kaşırsan rüzgarın geleceğine inanan denizciler varmış. Bizim Haydar'a birkaç kez seslenmemiz pek işe yaramadı ama biraz motor desteğiyle iki yelken açıp kapamayla Fıstıklı kıyılarına Tirilye'den yaklaşık 1.5 saatte ulaştık.

Güneş tepede, tente açıldı, çaylar yapıldı. Böylelikle bir tekne kuralını daha öğrendik, sıcak içeceğini asla tepeleme doldurma, tehlikeli olabilir.
Ne oldukları konusunda bir fikrim olmasa da darapaz ve orsa seyirleri yapa yapa geri dönüşe geçtiğimiz sırada birden bütün bu işin matematik hesaplarının yanında inanılmaz ahenkli, hatta edebi, zarafet dolu olduğunu fark etmeye başladım.

YELKEN NE YAPMANIZ GEREKTİĞİNİ SÖYLER

Rüzgarın sesini dinlemek ne kadar içten gelen bir duyguysa, takım ruhuyla hareket etmek, zorluklara göğüs gerebilmek, doğru anlarda doğru karar alabilmek, bir motor sesi olmadan uçsuz bucaksız bir denizde yol almak, o sessizlikte hayatın cidden keyfini çıkarmak nedir doğrusu bu ya, birden fark ettim. Eren Hoca'nın şu sözü de kulaklarımdan çıkmadı; 'Teknenin bir omurga hattı var. Yelkenler omurgaya belli bir açıyla geliyor. Yelken size ne yapmanız gerektiğini söyler.'

Tüm yelken açmaların, toplamaların, halatı üç kere dolamaların, çözmelerin yelkene kulak vermekle, arzusunu yerine getirmekle ilgili olduğunu anlayıverdim. Tirilye'ye yaklaştığımızda ve kursiyerler tekneyi limana yerleştirmeye çalışırken anladım ki insan arkasına bakıp da dümen suyunu kontrol ettiğinde ve düz gittiğini gördüğünde, bir izbarço düğümünü doğru atabildiğinde kendini iyi hisseder. Öğrendim ve hissettim ki yelken işi biraz da 'his' işi. Birkaç saniye öncesinden ne yapacağını düşünebilme, kararlarını doğru verme işi. Anladım ki bu bana yıllar yollar kadar uzak duran iş, aslında hiç de yabancı değil. 12 metrelik Sardina'da 365 gün yelken öğrenme fırsatı var. Yaz-kış demeden bu işe gönül vermek mümkün. Deneyim kazandıktan sonra gelsin yelkenli yatlarla mavi yolculuklar, yelken yarışları ya da yat rallileri...

Sadece 16 saate harita üzerinde rota belirlemek, yatı limandan çıkarıp hakkını vererek seyir yapmak ve tekrar limana bağlanabilecek düzeye gelmek ilginizi çekiyorsa buyurun yelkencilik kurslarına. Sadun Boro 'İyi kaptan fırtına denize çıkıp, gemisini sağ salim limana getiren değil, fırtınayı görüp limandan ayrılmayandır' dermiş. Bu söz kulağınıza küpe olsun, hadi rüzgarınız kolaya olsun!
ECE ARAR

Cuma, Haziran 25, 2010

akşam'da ilk yazı

Acı yok Rocky!

Yeni bir şey öğrenmenin de, denemenin de yaşı yok... Yeter ki vakit ayrılsın, kafa hazır olsun, beyin 'Action!' desin, vücut onaylasın... Derken fikrin peşinden gidilsin, organizasyon yapılsın. İşe koyulsun kişi... Yazması bile yorucu. Ama hayır; tünelin ucunda 'iyi görünmek' gibi bir amaç var ise; ister tembel olun, ister çalışkan, iddia ediyorum yolunuz bir gün sizin de bir spor salonuna düşecek!

İlk yazının konusu resmen kendiliğinden geldi. Öğlen yemeğine otur, yanındakiler Power Plate'ten söz ediyor, bir yere git, kadınlar nasıl da sıkılaştıklarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Haftada üç seans gidiyormuşsun, bir ay sonra kendini tanıyamıyormuşsun!

Bu bir süredir böyle ama, yaz geliyor diye Power Plate tavan yapmış, herkes bir saat spor yapmak yerine 10 dakikada tüm kaslarını çalıştırmanın derdinde. Ama beni baştan uyardılar; dediler ki 'Dikkat! Öyle böyle bir çalışma değil. İnanılmaz ağrıyor her yerin, hareketler çok zor. Saniyeler geçmek bilmiyor...' Ben tabii bütün bunları duyunca koşarak kaçmak isteyen bir insanım. Spor yapmayan biri için acı dolu sözler bunlar. Ancak o ne? Bir TV haber programında Nefise Karatay, Power Plate yapıyor ve şöyle diyor; 'İnanılmaz rahatlatıcı. Çok dinlendim.' İşte konu bu; o rahatlıyor, ben düşüncesiyle geriliyorum.

Korkunun ecele faydası yok. NASA tarafından geliştirilen ve astronotlar yerçekimsiz ortamda hareket edebilsin, kaslarını çalıştırsın diye yapılan bu alet, 15 sene önce spor salonu formuna dönüşse de Türkiye'deki serüveni çok eski değil. Bunu şuradan da anlayabiliriz; Sevgin Sönmez Hoca şöyle diyor; '8 milyon nüfuslu Fransa'da binlerce Power Plate stüdyosu varken Türkiye'de sayı 25.' 'Şimdilerde beş dakika boş bulamazsınız stüdyoları' diyor hoca. Zira bu 'konsantre' çalışma hem bilinçli spor yapanların hem de sıkılaşmak, yağ oranını azaltmak, kas oranını yükseltmek isteyenlerin tercihi. 'Kısa sürede az efor ile etkili sonuçlar alacaksınız' cümlesi sihirli gibi. Her kapıyı açan cümlelerden. Hele şu hızlı yaşamak zorunda olduğumuz devirde...


HOCAYA ÇOK DİL DÖKTÜM AMA NAFİLE...
Ben de 'Deneyeceğim ve yazacağım, olay bu' diyerek attım kendimi Power Plate Stüdyosu'na. Sevgin Hoca'dan önce bu işin adının DKN Technology olduğunu, Power Plate'in de markalardan biri olduğunu öğrendim. Hoca'yı baştan uyardım; 'Hocam ben hayatında hiç spora yer ayırmayan bir insanım. Hocam ben şöyleyim, hocam ben böyleyim...' İstiyorum ki hoca bana acısın, beni yormasın.

10 dakika spor fikri illa ki cazip de, o 10 dakikayı bile acılar içinde geçirmeyeyim... Kemik yoğunluğunu, lenfatik drenajı, kolajen miktarını, kan dolaşımı hızını, oksijenlenmeyi, büyüme hormonunu artıran, stres hormonunu düşüren, sırt ve bel ağrılarını, selüliti azaltan, en azından bunu iddia eden bu NASA icadı cihaz beni hiç üzmesin...

'Kalp pilim yok, hamile değilim, varis, protez, yara, epilepsi yok hocam!' diyerek çıktım aletin üzerine. Hoca yandaki Power Plate'te hareketi gösterecek, ben benimkinde olaya 'katlanacağım'. Anladığım bu. Deneyecek olanlara şuradan şunu söylemem gerekiyor; 'Okuyucu... Benim gibi korka korka gitme stüdyoya. Hocalar zaten ilk olarak basit programlarla başlıyorlarmış.' Yani hoca öyle söyledi, 'Sizi ilk seansta zorlamayacağız, yapamayacağınız hareketleri yapmanızı beklemeyeceğiz'...

SANİYELER SAYMAKLA BİTMEDİ

Hafif bir rahatlama hissiyle çıktım alete. Hoca gösterdi, 'Kayak yapar gibi dur. Ayak şöyle, kol böyle, elde dambıl. Şimdi bir ayak yanda, öteki burada...' Bütün bunlar saniyeler içinde olmakta. Üstelik alet öyle bir titreşim yayıyor ki, sanki bütün vücudunuza çekiçler vurmakta, gözünüz illa ki geri sayımdaki rakamlarda. 'Acı yok Rocky' diye diye kendime, saydım ben de rakamları. 'hadi Ece, kaldı beş saniye...'
Bu nasıl kas çalışmasıdır bilmiyorum, bacaklar sanki yanıyor içeriden. Her hareket bitiminde insanının kendi kendini tebrik edesi geliyor. Elbette bir sonraki hareket başladığı anda yeniden derin derin nefes alma, yeniden 'Acı yok' nidaları...
Hoca 'Geçen gün futbolcu bir arkadaş geldi' diyor. Arkadaş fit, arkadaş sağlıklı, arkadaş sporun alasını yapmış. 'Bu ne ki? Ben bunu rahat rahat 10 dakika yaparım' demiş. İlk seansı olduğundan o BİLE yedi buçuk dakikada pes etmiş. Hoca senin üç-dört dakika yapman mucize demeye getiriyor da, nazik olduğundan 'Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla' yöntemine başvuruyor.
Neyse efendim, zaten ilk seans zorlarmış adamı, sonra açılırmış insan. İkinci seansta bile daha kolay gelirmiş hareketler, gitgide de dakika sayısı artar, vücut sıkılaştıkça kişi daha da memnun kalırmış.


DERSTEN TİTREYEREK ÇIKTIM
En basit hareketleri zar zor bitirince bende bir sevinç, bir sevinç, çıktım stüdyodan. Hocanın elini sıkıp gideceğim ama o da ne? Bir tuhaflık var. Yürüyemiyorum... Neden? Ayaklarım titriyor deli gibi. Niye? Power Plate 101 dersinden çıktım! Bir daha yapar mıyım diye diye, titreye titreye yürüdüm beş metre ötedeki arabama. Açtım kapıyı, oturdum. 'Yaparsın Ece, yaparsın' dedim sonra. Üç dakikalık ve kas oranını artıran, yağları da eriten başka bir alet yapmadıkları sürece şu an en konsantre iş bu. Yaparsın, yaparsın...

Sonra titrek bacaklarımla gelip yazımın başına oturdum. Spor yapmış ve kendini bu yüzden çok iyi hisseden her insan gibi gurur duydum kendimle. Bir aferini hak ettiğime karar verdim. Bir ödül? Kendime? Neden olmasın diyerek ısmarladım hamburger mönümü. Spor insanı acıktırıyor...

Perşembe, Haziran 17, 2010

yine akşam'dayım

bu pazardan itibaren her pazar okuyabilirsiniz. sevinçliyim ulusal medyaya döndüğüm için..

Çarşamba, Haziran 16, 2010

küçük ece'den mektup

elvin'in bir arkadaşı var; birinci sınıfta; ece.

öğretmenine bir mektup yazmış:

"sevgili öğretmenim. seni çok seviyorum. eminim sen de beni seviyorsundur. peki neden göstermiyorsun?"


bu mektubun yazıldığı öğretmeni biliyorum. ece'ye gönülden hak veriyorum. tanrı kimsenin ruhunu alıp gitmesin...

ruhu çoktan başka yerlere gitmiş, sadece bedenen var olanları da öğretmen yapmasın.

Pazartesi, Haziran 14, 2010

Yazarların İstanbul’u

Yazarların İstanbul’u zarif bir kitap, zarif bir proje. Kapağı özenli, içi özenli, fotoğraflarla bezeli. Bu anlamda biraz da arşivlik, saklamalık bir kitap yani. Hele derdiniz İstanbul’sa, bir İstanbul aşığı iseniz, koleksiyoneri iseniz alınması şart kitaplardan biri. Kitabın sunuşunda, “Kimi kaçsa da dönüp geldi yine. Ancak gitseler de, eminiz kibir parçaları hâlâ İstanbul’da, yedi tepeli bu kentin sokaklarında. Boğaz’daki vapurlarda, Üsküdar’ın arkalarından doğup Cihangir’in arkalarından batan güneşinde, kokusunda, rüzgârında, balıklarında, güvercinlerinde, yokuşlarında, erguvanlarında.” deniyor.

Zaten sadece yazarların değil, iflah olmaz tüm İstanbul âşıklarının dayanamayacağı sözler değil mi bunlar? Öyleyse Barbaros Altuğ’un bu projesinde yer alan yazarlara şöyle bir göz atalım biz de… İnci Aral örneğin bize kendi İstanbul’unu anlatırken; “Kentlerin, semtlerin de bir ruhu vardır.” diyor. Çengelköy’ü anlatan Aral’ın ardından Kürşat Başar ile Bebek var sırada. Başar, kendisini en çok mutlu eden şeyleri yaptığı listeye Bebek’i de almış mesela. Naim Dilmener şarkılardaki İstanbul’u yazmış, Nazlı Eray’ın Şişhane’sinin ardından Aslı Erdoğan’ın Galata’sı… Ayşe Kulin’in çocukluğunu bir öykü gibi anlattığı, su gibi akıp giden Narmanlı anıları da bu kitapta.

Perihan Mağden İstanbul’un sokak kızları ve köpeklerini anlatırken, Petros Markaris bizi Heybeliada’ya götürüyor. Markaris’in “Ada Boşluğu ve Bisiklet” yazısı öyle etkileyici, öyle büyüleyici ki kitap onsuz eksik kalırmış, bunu okuyunca göreceksiniz. Celil Oker’den hüzünlü bir Kapalıçarşı güzellemesi olan “Kapalıçarşı Rehber İstemez” isimli yazının ardından, Mehmet Murat Somer’den okuru da bir turist kılığına sokup dolaştırdığı nefis bir İstanbul öyküsü var sırada. Latife Tekin “Güneşi eriyerek batıyor İstanbul’un, gecesi denizden taşıp fışkırıyor.” diyor, Buket Uzuner gönülden bağlandığı kendi Moda’sını anlatıyor. Yazarlar hakkında kısa bilgilerle biten kitabın ardından okur bir dizi olsun bu proje istiyor. Bütün yazarlar anlatsın kendi şehirlerini… Her şehrin bir kitabı olsun… (Yazarların İstanbulu, Merkez Kitaplar)

Cuma, Haziran 11, 2010

renkli renkli

yaz tasarımıyla, yazı hatırlatan kitap arka planıyla karşınızdayım.

ee? nasıl başladı yaz bakalım?

Cuma, Haziran 04, 2010

kitaplar 5 lira! YENİ POST!!!!

evettt kitaplar geldi aşağıda. hepsi tertemiz, bazıları okunmamış gibi durmakta. tanesi 5 lira. seçin, bildirin, kargoya vereyim. siz kargo gelince havale yapın...

alınanları italik yaptım.

alta 5-6 tane daha ekledim.

mormermaid; kendi başına.., birlikte büyütelim, bir yaş, çocuk eğitiminde yapılan..., merhaba tembellik, bir annenin anıları, japon çocukların, çocuğun duygusal...

heidi; çocukların korkuları, annenlik sevgisi, mutlu çocukluğun sırları

bb; erkekler 1'e ayrılır, masum adam, çocuğum okula başlıyor, psikoterapiler, maraz, küçüğe bir dondurma

nihal; 100 dolap, ayvalık'ı gezerken, bir terapistin...

zilsiz zarife; erkekler neden aramaz, etklil hatırlama, bir annenin anıları, aşk, seks, tragedya, koruyucu meleğiniz....

chiydem; mediacat

doğru mudur:)) doğru diyenler ecearar at gmail.com a adres ve telefonlarını yazsınlar:)))

aslında arada gözünüzden kaçan iyi kitaplar var:))))


kolay gelsin... siz yine de onlar seçmeden de bildirebilirsiniz. iyi "yaz" okumaları şimdiden.

Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim- Üstün Dökmen

Duygu Yolculuğu- Laurence Sterne

Nurikabe- Michael Mepham

Bir Terapistin Arka Bahçesi- Alper Hasanoğlu

Kadınlar Dekameronu- Julia Voznesenskaya

100 Dolap- ND Wilson

Ayvalık'ı Gezerken- Ahmet Yorulmaz

Ya Şimdi Ya Hiç- Michael Ogden

Ölü Oyuncaklar- Stella Trevez

Miyase'nin Kuzuları- Üstün Dökmen

Dorsay'ın Penceresinden- Atilla Dorsay

Düş Günler_ Güven Turan

Türkçe Aşk Laçkadır- Burak Akkul

Masallar ve Gerçeklerle Reklamcılık- MediaCat

Öykü Yazma Teknikleri

Yazınsal Olarak Kısa Öykü- H.E Bates

Boğazkesen_ Nedim Gürsel

Yüksek Volüm- İlyas Başsoy

Hep Sonbaharı Yaşadık- Atilla Birkiye

Anokulu ve Kreş İçin Anne Baba Rehberi- Ayşe Güner

Aşk, Seks ve Tragedya- Simon Goldhill

Kendi Başına Düşünen Çocuklar Yetiştirmek- Dr. Elisa
Medhus


Yakutiler- Cihat Burak

Doğum Travması- Otto Rank

Eğitici Drama-Pervin Korkmaz

Vardar Rüzgarı- Selma Fındıklı

Boşanma Meleği- Jülide Sevim

Çocuğum Okula Başlıyor (İlköğretime Hazırlık)- Fatma Çiğdem Gökçen

Fark Etmeden Diyet- Selahattin Dönmez

Bütün Giritliler Yaan Söyler- Alphons Silbermann

Bir Defterden- Melih Cevdet

Mezat- Arif Nihat Dursun (roman)

Gönlümün Şirazesi Bozuldu- Hasan Özkılıç

Erkekler Neden Aramaz, Kadınlar Neden Unutmaz- Caroline Vimont

Erkekler 1'e Ayrılır- Emily Giffin (roman)

Öğretmenlerle Nasıl Başa Çıkılır- Peter Corey (komik.. çocuklara)

Ay Kaç Yaşında- Aytül Akal (çocuk)

Japon Çocuklarının Sevdiği Masallar- Florence Sakade (çocuk)

Güzel Günler Kitabı- Salih Mercanoğlu (çocuk)

Psikoterapiler- Prof Dr Cengiz Güleç

Sihirli Kentin Firarisi- Müjdat Sönmez

Koruyucu Meleğiniz Konuşuyor- Jonathan Cainer

Kaltak- Elizabeth Wurtzel

Alice Anoreksi Diyarında- Jo& Alice Kingsley

Birlikte Büyütelim- Prof Bengi Semerci

Çocukların Korkuları Vardır- Jan-Uwe Rogge

Annelik Sevgisi- Elizabeth Badinter

Etkili Hatırlama Teknikleri- Laird

Çocuğun Duygusal Sorunları- Dr. Lee Salk

Bir yaşındaki Çocuğunuz Büyürken

Mutlu Çocukluğun Sırları- Steve Biddulph

Bir Annenin Anıları- Janis Hogan

Çocuk Eğitiminde Yapılan Hatalar- Çetin Özbey


Annelerin Yüreğini Isıtacak Öyküler

Modern İran ve Afgan Öyküleri Antolojisi

Öğrenmenin Gücü- Klas Mellander

Sürgün- Michelle Paver

Küçük Şeyler 4- Üstün Dökmen

Batılı Gözüyle Türkiye- Ülkü Köksal

Ve Birden Mucit ortaya Çıkıverdi- G. Altshuller

Çocuklarıma Mektuplar- Antonio Gramsei

Maraz- hande Altaylı

Enformasyon Toplumu ve Türkiye- Veysel Bozkurt

Ay Çöreği- Mustafa Arslantunalı

Masum Adam- John Grisham

Şükür Defteri- Meral ceylan

Küçüğe Bir Dondurma- Tuna Kiremitçi

Hamilelikte Sağlıklı Beslenme- Dr. Allan Walker

Sara'nın Yüzü- Melvin Burgess

Son Sigaram* Adil Maviş (sigara bırakma kitabı)

Deniz Kabukları- Üstün Dökmen

Merhaba Tembellik- Corinne Maier

Mutluluk-Will Ferguson (roman)

Yeryüzündeki Amor- Hans Ulrich Treichel

Boşanma ve Çocuk Üzerine Etkileri- Yvette Walczak

Rekabet Etmeden Yaşamak- E. Çalkavur

Yöneticinizi Siz Yönetin- Anthony

Güle Güle Bebeğim- Arda Uskan

Uyumlu Şirket- Toffler

İş Dünyası Savaşları- James

Gerilim Altındaki Yönetici- Yates

Mükemmele Ulaşanlar- Heller

Teori Z- Ouchi

Sözsüz İletişim- Cooper

Gemisini Yürüten Kaptan- Golde

Meslek İntiharı- Cole

Zaman Tuzağı- Mac Kenzie

Başarısız Yöneticiler- Carthy

Tül- Berrin Karakaş

Güneş Her Yüreğe Değer- Ayşen Işık

Moks- Ahmet Şerif İzgören

Sinestezya- Jeffrey Moore

İndigo Çocuklar- Lee Carrol

Masallarve Gerçeklerle Reklamcılık

Çarşamba, Haziran 02, 2010

DAKTİLO, PC VE HAYAT


Facebook, Twitter olmadan hayat daha mı iyiydi? Daha da geriye gidelim, internet de yoktu. Cep telefonu yoktu, cep telefonu… Ama yaşıyorduk işte. İşlerimizi de yapıyorduk. Ama sanki şimdi cep telefonumuz olmasa işlerimizi halledemeyiz gibi şimdi, size de öyle geliyor değil mi?

Oysa biriyle buluşacaksak bir gece öncesinden haberleşirdik, saatler verirdik, “sakın geç kalma” derdik. Buluşma yerine giden bekler de beklerdi… Nasılsa gelir, gelecektir diyerek… Okuldaysak arabaların camlarına notlar bırakırdık, “Dersten çıkınca bir yere kaybolma, sinemaya gideceğiz” yazardık mesela. Cep telefonumuz yoktu ama not kâğıtlarımız, kalemlerimiz her daim hazırdı. Üniversite zamanlarında evi arayıp da bulamazlar, bizi merak ederler diye ailelerimizi gece dışarı çıkmadan arardık, eh sonra, ertesi güne kadar konuşamama ihtimaliyle nasıl uyurdular şimdi bilemiyorum…

Mini minilerin bile cep telefonu var bugünlerde. Okuma yazma bilmeyenler google’dan aradıkları oyunları bile bulabiliyorlar. Tüm elektronik aletleri şıp diye öğreniyorlar, bir şeyi bir kere anlatmak yetiyor da artıyor onlara. Büyül olasılıkla yeni kuşaklar beyinlerde bu elektronik bilgiyle doğuyorlar…

Oysa “bilgisayar” denen şey nasıl da uzak, nasıl da korkutucuydu bizim için bir zamanlar… Üniversite yıllarında evimizde bilgisayarımız yoktu ama okulda bilgisayar dersimiz vardı mesela. Ben acayip korkardım o dersten, haftada bir saatti ama ayaklarım geri geri giderdi. “ne yapayım bilgisayar dersini?” derdim içimden, öğrendiklerim bana ne zaman lazım olacak ve NİYE lazım olacak… Gerçi şimdi bile fikrim olmayan şeyler öğreniyorduk, MS-DOS yazılımları ve bir araya gelip de benim anlamadığım bir şeyler olan harfler, komutlar… Nasıl geçti zaman, nasıl?

Ah ben daktiloyla haber yazılana zamanlara da yetiştim , yaşım mı çıkacak şimdi ortaya? Önümüzde daktilomuz, masamızda bir adet telefonumuz vardı. Bolca samanlı kâğıdımız bir de… Habere gider, dönüşte daktilomuzla buluşurduk. Çat çat samanlı kâğıtlara haberimizi yazar, yanlış basılan harflerin üstüne “x” atar, çarpılardık. Sonra kâğıt ziyan olmasın diye de çaba harcardık. Haberin olduğu kısmı keser haber şefine götürürdük. Kalan kâğıdı da yeni bir haberde değerlendirirdik… Sonra bilgisayar geldi ve sanki hayat birdenbire hızlandı.

Sanki işler, hayat kolaylaştı ama size de öyle gelmiyor mu, yıllar galiba daha hızlı akmaya başladı…

Pazartesi, Mayıs 24, 2010

Hangi An’a Dönmek İsterdiniz?




Uzun zamandır okuduğum en iyi kitaplardan biri oldu Anıkolik; hatta son okuduğum o “çok iyi” kitabı hatırlayamıyorum bile. Hatırlamak demişken? Hangi an’ımı hatırlamak isterim şimdi şu an? En mutlu an’lar hangileriydi? Yazarın kahramanı Win’in sözlerini ben söylemiş gibi yapsam şimdi; ne diyordu kitabın başında bir yerlerde Win? “Kırk yaşınızdayken 28 yaşınızdaki küstah duruşunuzu bir an bile olsa yeniden tatmanın neye benzediğini biliyor musunuz? Mükemmelin de ötesinde bir duygu”.

Anıkolik “Mem” ismi verilmiş bir hafıza hapının etrafında gelişen bir roman. Anlatıcı Win 40 yaşında. Yorgun bir hayatın içinde, yorgun bir evlilik, bitkin bir iş, bitmeyen bir kitap, sıkıcı bir üniversiteye hapsolmuş vaziyette. Eh, hepimiz gibi! Geçmişin nasıl olup da geçiverdiğini, karısının birden bire nasıl böylesine değiştiğini, eski Edie’nin nereye gittiğini, duygularının hangi an’da tükendiğini, ne zaman bu denli yabancılaştıklarını, 28 yaşında Whitman büyük ödülünü kazanan ve önünde parlak bir geleceği olduğuna kesin bir gözle bakılan o Win’in nereye gittiğini düşünürken olaylar gelişiyor. Ve evet olaylar, Mem çevresinde gelişiyor.

Mem insanı geçmişindeki o mutlu “an”lara götüren bir ilaç. Sadece an’lar… Win 5 yaşında, annesi henüz yaşıyorlar, durgun bir gölde kanodalar. Win o an’ı yaşarken küçük Win’in içinde gibi hissediyor kendini, Mem alınca o saf mutluluk halini hissediyor… Taze biçilmiş çimlerin kokusu, yeni bir iş aldığımız andaki heyecan, kaybettiğimiz yakınımıza sarıldığımız ya da bize tek bir söz söylediği “sıradan” bir zaman.

Mem’in müptelası olan Win’i haklı bularak okudum ben kitabı… Bir ilaç daha bulsun, biraz daha mutlu olsun, karısını eski haliyle görsünn, onu severek bakan gözleriyle karşılaşsın, o an’lar artsın istedim…

Anıkolik sizi kahramanın yerine koymanın dışında dışarıdan kendi hayatınıza da dönüp bakmanıza yol açan kitaplardan. Neredeydim, nereye gidiyorum? Bulunduğum yerden mutlu muyum, geçmişte hangi an’lara dönmek isterdim gibi sorular sorduran, en nihayetinde de finaliyle göz kamaştıran bir roman. Final şaşırtıcı değil, final şöyle demeli “tam da olması gerektiği” gibi. Bir bakıma hayatlarımız gibi. Sıradan hayatlarımız… Bu “sıradan”hayattan keyif almanın binbir yolu var; bunu tekrar hatırlamak için de bir Mem’e değil ama böyle güzel kitaplar okumaya ihtiyacımız var. Pagan Kennedy’den Anıkolik Siren Kitap’tan…

buyurun trendyol davetiyesi

bugün nefis ray banler var:)
internet alışveriş canavarınız ece'den davetiye:

http://www.trendyol.com/davet/ecearar_6959

Cumartesi, Mayıs 22, 2010

Cuma, Mayıs 14, 2010

hâlâ markafoni'den alışveriş yapmıyor olabilir misiniz?



valla benim her sabah iple çektiğim an bu. bakalım markafoni'ye neler gelmiş? hemen bir alışveriş, haftada en az üç paket. özenli markafoni kutularından çıkan, gerçekten ucuza aldığım parfümler (en son guess parfüm 50 liraydı galiba), ayakkabılar (en son elle bir ayakkabı zannedersen 40 küsur liraydı), mayolar, terlikler, daha neler neler aldım. şiddetle önermekteyim. bakın bugün şunlar kapıldı; çanta 175'ten 69'a düşmüş, cüzdan 80'den 39'a.

hâlâ da üye değilseniz, referans göstermeniz gerekiyor. bir daha hatırlatayım. ecearar at gmail.com email adresimle beni referans gösterbilirsiniz. sonra ama siz de davet edin arkadaşlarınızı. arkadaşlarınızın yaptığı alışverişlerden de kazanıyorsunuz çünkü... daha ne diyeyim? iyi alışverişler!

Pazartesi, Mayıs 10, 2010

elvin noktası



hazır "elvin" yazan bir tabela göünce kaçırmadık... anneler günü sabahımız parkta başladı. herkes uyurken babam, elvin, ben uzun bir kahvaltı yaptık parkta, önümüzde menekşeler, masamızda çaylar:) sonra parkaki yürüyüşünde dedesine eşlik etti elvin. sonra dede yorulup eve gitti.

biz "turist" olalım bugün dedik, kendimizi kapalı çarşı civarlarına vurduk, sönmez'den kitap aldık, civciv sevdik, "tavşanlar kaç para?" diye sorduk.

yürüdük, yürüdük, yorulduk... en iyisi evde ayakları uzatmak, balkonda yemek öğle yemeğini dedik... iki gibi geldik. velhasıl pek güzel bir geçirdik...

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

bir sürü hıdırellez:)))


blog yazısı okudum bugün. hem sabahtan tüm hıdırellez adetlerine de göz attım. bir de sır: hayatımda hiç hıdırellez dileği dilemedim bugüne dek. ama twitter'dan mı ne, bana da bulaştı dilek heyecanı.

okudum dedim ya, mesela şunu buldum, kısa boylu çocukların oklavayla kafasına vurursanız bugün, boyları uzarmış sene içinde:))) tutmayın beni bugün. ayrıca en bilinen adetin de gül ağacına bağlanan dilek resimleri olduğunu öğrendim. çizerim çizmesine, bağlarım bağlamasına da (gül bahçeli bir ofisten yazıyorum zira şu an), gün doğmadan kağıdın alınması gerekiyormuş ki onu yapamam.

bir arkadaş şimdi, en iyisi bu gece ofiste kalalım dedi çare olarak.

ha bir de aslında denize atılmalıymış o kağıtlar ki onu da yapamayız, mudanya yarım saat uzaklıkta.

eh, bunlar olmadı.... bir de tüm gün açık kalan kapılar pencereler sene boyu bolluk getirirmiş. hanedeki her kişi için ekilen yedi fasulye ya da nohut da bolluk demekmiş. en güzeli şu: bugün tüm günü kırlarda koşup oynayarak geçirirseniz kışınız ferah geçermiş.

ben bugün çimenli bir yerde, sırtımı güneşe verip canım arkadaşımla leziz bir öğle yemeği yedim. bunu kırlarda koşmak olarak adlediyorum:)

ha bir de yine de çizeceğim dileklerimi. ve hatta ilk hıdırellez dileğim olacağı için daha bir neşeyle yapacağım sanırım bunu. siz neler yapacaksınız?

Pazartesi, Mayıs 03, 2010

lunapark macerası





bizimki "lunapark" canavarı. ne gün lunaparka gidilse akşamına "hayatımın en güzel günüydü bugün" der. hatta o gün diyelim bir de istediği yemek oldu akşama, mutluluğu sürer, "demiştim" der, "bugün hayatımın en güzel günü"...

sonra hızını alamaz, lunapark resimleri çizer. kediler dönmedolaba biner, anne ece-çocuk elvin çarpışan arabalarda olur. her resim kağıdına "anne seni seviyorum, I love you" yazar(bunu neredeyse her resminde yapar aslında).

sonra çok mutlu uyur...keşke her gün gitsek...

Salı, Nisan 27, 2010

bir şey yapacakmışım da...

unutmuşum gibi bir gün. hava kapalı. yağmurlu. mayıs gelmiyor gibi. ("anne, benim adımı neden mayıs koymadın?" diye ayda en az bir kere soran kızıma selam olsun).

mayısın geldiğine inanamıyorum bu arada. zaten zamanla ilgili artık problemlerim var. 35'ten sonrası daha da çabuk geçiyor sanki.

bu arada bugün Paige Marshall'ın doğumgünü. Kendisi benim canım'dır. bir tanedir. demin konuştuk gerçi ama buradan da kutlayayım... hep mutlu ol.

Pazartesi, Nisan 26, 2010

Cuma, Nisan 23, 2010

anneler, çocuklar, pasta yapanlar. katılımınızı bekliyorum


çok ciddiyim bakın. nefis bir yarışmamız var. "annem, pastam ve ben". anneler günüyle ilgili. anneye, çocuğa armağanlarımız da var. jüride de ben varım.

olay basit, çocuğunuzla pasta yapacak, pasta yaparkenki fotoğrafınızı, pastanın fotoğrafını ve tarifini göndereceksiniz maille.

biz de birinci, ikinci, üçüncüyü seçeceğiz. ama daha bitmedi; bütün tarifleri fotoğraflarla bir katalog haline getireceğiz... bundan güzel anı mı olur? hadi mutfağa, sonra doğru bilgisayar başına:))

mail adresi afişte mevcut.
bekliyoruz...

Pazartesi, Nisan 12, 2010

bir sunumun daha ardından



gidip saçları yaptırdık sunum öncesi. bizimki mavi oje de istedi. günlerden cumartesi diye hayır demedim ama sunumda ojeli tek bir çocuk vardı! (kıyamadım yahu, kırk yılda bir saçı yapılmış, ojesi de olsun dedim. yoksa süs püse çok karşıyım. ciddiyim)



konu trafikti. şarkılar, rontlar vs. sınıfın en miniği kızım, sınıfın tek sarı flütlüsüydü. bu da ayrı bir hikaye... okul sene başında illa krem rengi yamaha flüt alınacak diyor. aldık bizde. ama sonra elvin elbette kaybetti. ben de dedim ki aynı şeyi bir daha alamayız, kaybetmemeyi öğren! (acımasız mıyım), neyse evde uyduruk bir flütümüz vardı, onunla gidip geliyor okula. sarı flüt oradan...



sunuma anneanne ilk kez geldi. rontlarda ağladı:))



ingilizce sunumda velilere soru sordular. ben çok parmak kaldırdım!... kızımın okulunu seviyorum... her şey yolunda. iyi haftalar diliyorum hepinize. hissediyorum, bu hafta şahane şeyler olacak!

Perşembe, Nisan 08, 2010

nisan gelmiş

nisan güzel hoş da.. birden soğuk olmasa... tam sevinmişken güneşe, incecik ayakkabıları çıkarmışken dolaptan, ertesi gün palto ve bot giymek zorunda kalmak da neyin nesi?

erik çıkmış, 100 gramı 9 lira.

laleler ve zayıflama telaşı her yerde.

hayat güzel ama... değil mi?

Cuma, Nisan 02, 2010

dikkat! karpuz şekerinde

bir kitap satışımızda "karpuz şekerinde"yi alan blogger arkadaşımızı arıyoruz. bir başka blogger arkadaşımız bu kitabı okumayı çok istiyor ammma velakin bulamıyor imiş. satın alanla irtibata geçmek istiyor. ben de aracılık ediyorum. siz aldıysanız veya sizde var ise ses verin lütfen:)

Perşembe, Nisan 01, 2010

koşun! markafoni'de bu aralar indirim süper

bugün converse'er geldi. seyahat çantası 100 yerine 29 lira mıydı neydi, hemen aldım. sweatshirtte o civarda bir fiyattan 14 liraya mı ne inmişti. bunun yanı sıra, benim ilgimi çekmese de bir oğlum olsa ısrarla isteyeceği formula 1 çantalarında inanılmaz bir indirim var. aşağıdaki çanta 219 liradan 39'a inmiş... dün de çok ihtiyacım olan krem, şu bu alışverişimi yaptım markafoni'den. 250 lira tutarındaki ürünlere 80 lira vermenin iç huzuruyla bugün size bunları yazıyorum.

hala üye değilseniz çok indirim kaçırıyorsunuz derim. markafoni kendisinden sonra türeyen alışveriş sitelerinden hala açık ara önde.

üye değilseniz beni referans gösterin. markafoni'de işler böyle yürüyor. iyi alışverişler...

ps: şu ana kadar markafoni'den beşe yakın ayakkabı, onlarca makyaj ürünü, çanta, güneş gözlüğü, iki tablo (rock!) aldım. her şeyden pekkkk memnunum...




Çarşamba, Mart 31, 2010

Kal!

Başka Zaman Kütüphaneleri enteresan bir kitap. Bir kere “kitap düşkünüyüm, iyi bir okurum, süper bir kütüphanem var” falan diyenlerin acilen kendi saflarına çekmeleri gereken bir kitap bu. İç içe geçmiş altı öyküden oluşan romanın kitaplarla ilgili altı inanılmaz hikayeden oluştuğunu söylemek de olası. Sırp edebiyatının önde gelen yazarlarından Zoran Zivkovic bu kitabıyla haklı olarak birkaç yıl önce Dünya Fantezi Ödülü’ne de değer görülmüş.

İlk öykü mesela çok çarpıcı: bilgisayarının başında vakit geçiren ve kendisine gönderilen spam maillerle tıklamak gibi önemsiz bir şeyle uğraşmayan yazarı cezbeden bir tümce var, “Bizde dünyanın bütün kitapları bulunur.” Bu fazlasıyla iddialı tümceye kayıtsız kalamayan yazarın belirtilen siteye tıklamasıyla başına gelecekler evet, sadece fantezi edebiyatı ile açıklanabilir... Ancak tabii, şunu söylemeli, hayal kurmak şahane, hayal kuran ve bunu ifade eden yazarları okuyabilmek ise daha şahane... Çünkü bir yazarın gelecekte yazacağı tüm kitapları bir liste halinde karşısında bulması fikri sahiden hoş...

İkinci öyküsündeki karakter mesela; “Kitaplara ne kadar çok yer verirseniz verin, asla yetinmezler.” diyor. “Önce duvarları işgal ederler. Ardından adım attıkları her yeri işgal etmeye başlarlar.” (sf:35). Şimdi size bu da harika bir öykü demeyeyim iyisi mi ben, çünkü geride kalan öyküler sayesinde kitap üstüne ne çok şey yazılabileceğini, dahası kitap üstüne yazılanları okumanın nasıl da keyifli olduğunu siz kendiniz görün istiyorum... (Başka Zaman Kütüphaneleri, Çeviren: Cumhur Orancı, İstiklal Kitabevi).

Yazar-gazeteci Alina Reyes’in yirmiden fazla kitabı varmış meğer. Kadınlığı, aşkı ve erotizmi anlatan yazarı ben 7 Gece ile tanıdım. Arka kapaktaki kadına şöyle bir baktığınızda, neden bilmem, bir Melissa P. Vakası gibi algılıyor insan onun yazabileceklerini.

Derken efendim, dört çocuk sahibi ve bilmem şu kadar kitap yazdığını okuyunca sahici bir şaşkınlık. Sevgilisiyle geçirdiği yedi geceyi anlatan bir kadın bu kadar çok çocuk sahibi olamaz veyahut bütün bunları yazamaz gibi...

Gelelim kitaba. Sevgilisiyle gece yarısı bir otel odasında buluşmaya giden kadın önündeki günler ve geceler boyunca birtakım kurallar olacağının farkında değil. Oysa sevgili o ilk gecede “dokunmak yasak” kuralını koyuyor. İkinci gece kural değişiyor, üçüncüde her yere dokunulabiliyor, beşincide her şeye izin var vesaire... Kadın bu kuralları başta anlamsız bulsa da sonradan boyun eğiyor, kurallara uyuyor ve bize de kurallarla dolu gibi görünen ama bir o kadar da cinselliğin sınır tanımazlığını gösteren kısacık bir romanla baş başa kalmak ve düşünmek kalıyor. Doğrusunu söylemek ederse, finali de merak ediyor insan; hani yedinci gece ne olacak bakalım, yazar nasıl bitirecek kitabı gibi çocuksu bir merak iyi de bir neticeye vesile oluyor. (7 Gece, Alina Reyes, Çeviren: Buket Yılmaz, Okuyanus Yayınları)

Pazartesi, Mart 29, 2010

kolay mı anne olmak?

eski bir yazı:


Bizim zamanımızda, ortaokul sıralarında yani, iki ders arası geyik sorulardan biri “kaç çocuk sahibi olmak istersin?”di. En olmadı anket defterinde karşınıza bu soru mutlaka çıkardı. Neyse, soru ne kadar geyikse, benim yanıtım da o derece kendimden emin olurdu. “Üç çocuk isterim...”

Kaderin cilvesi olsa gerek, geçtiğimiz günlerde “Üç Çocuk İstemiyorum!” başlıklı bir yazı yazan da benim… Evet, sahiden de üç çocuk istemiyorum, o zamanki aklım neredeymiş, onu da bilmiyorum.

Gerçi o yaşlarda insan anne olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, çocuk bakmanın da. “Kendime mor renkli bir babet almak istiyorum” demekten bir farkı yok yani kaç çocuk istediğini dile getirmenin… Ta ki sahiden anne olana kadar… İnsanın –bu da kadınlar arası genel bir sohbet temasıdır gerçi - biyolojik bir saati var, orası kesin. O saat de sahiden de hayatın belli bir noktasında önce hafif hafif tiktak eder, derken alarm şeklinde çalmaya başlar.

Tam o anda o alarmı susturmanın tek bir çaresi var, çocuk yapmak. Ortam ve koşullar buna müsaitse ne âlâ, hamile kalmaya çabalıyor, derken de çocuğu doğurup rahatlıyorsunuz. Ama koşullar uygun olmadığı halde alarmı bas bas bağıran kadınlar da o günler/aylar/yıllar boyunca karışık duygularla dolu bir vaziyette, kimi zaman hüzünle, kimi zaman aşırı motive bir şekilde çocuklanmanın yolunu arıyor oluyorlar. Zaten o saatin pili bir noktada tükeniyor, dolayısıyla da çocuk sahibi olmak için yanıp tutuşan birçok kadının da artık böyle bir isteği kalmıyor.

Boş Levha Durumu


Çocuk sahibi olup da dünyanın kaç bucak olduğunu görenler bir müddet “Yok böyle bir şey, hayatta ben bir daha çocuk falan doğuramam. Deli miyim?” dese de, bazılarının bir müddet sonra beyninde zannedersem kimyasal bir değişim oluyor ve beyindeki “çekilen zorluklar” ile ilgili kısım bu kimyasallarla bir güzel temizlenip, tabula rasa (boş levha) olarak anneye geri gönderiliyor.

Anne de bu boş levhanın tekrar dolması için yanıp tutuşuyor olmalı ki, bir çocuk daha istiyor. O levha boşalmasa kimsenin bir daha çocuk sahibi olmak isteyeceğini zannetmiyorum çünkü. Kimleri için tabula rasa’ya bir daha ulaşmak uzun zaman alıyor, kimileri kısa bir zamanda tekrar beynini çiçek gibi yapabiliyor. Bu da neden kimilerinin bir tanecik, kimilerinin de üç-beş çocuk sahibi olduğunu açıklıyor.
Elbette, çocuk sahibi olmayı istemek, sadece beyin işi değil. Ekonomik koşullar iyi olacak, fiziki koşullar olacak, “deprem olacak ama bize bir şey olmayacak” diye kesin emin olduğun bir durum olacak, çocuğun bilmem kaç yıl sonra gideceği okulu gezmiş, görmüş ve ikna olmuş olacaksın… Ya da daha basit bir taktikle yola çıkacaksın; çayıra salmayı aklına koyacaksın yani. Sonrası kolay zaten…

İnsan hamilelikte zannediyor ki; bu bebeği taşıma işi pek bir zor, doğunca anne bir rahatlayacak bir rahatlayacak, her şey de güllük gülistanlık olacak. Yok öyle bir şey; doğar doğmaz farkına varılıyor bunun. Hani “Onu ilk gördüğüm anda kalbim yerinden çıktı, dünyanın en güzel duygusunu yaşadım.” diyenler var ya; bana pek inandırıcı gelmiyorlar.

Bebeği kucağınıza aldığınız ilk anda aslında, “Aman tanrım! Artık karnımda değil. Dışarıda ve de yanımda. Ne yapacağız, nasıl büyüyecek kazasız belasız ve hastalıksız bu çocuk?” demek gerekiyor. Aslında o ilk aşılarda, ilk yüksek ateşte, havalelerde falan yani, hayat sahiden de zor geliyor… “O hasta olmasaydı, ben olsaydım” diyorsunuz, ona bir şey olmasın, bana olsun…” Böylesi bir duyguyu da zaten bir tek size ait olan o parçaya, o güzel meleğe karşı hissediyorsunuz.

Bence işin en tuhafı, gün geçtikçe bağlandığınız bu küçük insanın size sizin hakkınızda pek çok şey öğretebilmesi. Yani o olmasa ne kadar sevgi dolu, ne kadar cesur, ne kadar derviş sabırlı olabileceğinizi bilme ihtimaliniz yok…
Sırf onun için dağları delebilecek, herkesi ve her şeyi silebilecek kadar cesur, onun için herkesi göz ardı edip, dünya yıkılsa ve bir tek o ve siz kalsanız bile umurunuzda olmayacak kadar sevgiyle dolu ve aynı şeyi bin kere söyleyip, on bin defa gösterecek ve bundan da asla gocunmayacak kadar sabırlı olabiliyorsunuz. Ve evet, bütün bunları size yaptırabilecek dünya üzerinde başka hiçbir insan olamaz.
Anne olmak hiç kolay değil; ama belki de böylesine zor olduğu için güzel… O hayatınıza girdikten sonra başka bir insana dönüşmek ama dönüştüğünüz bu insanı sevdiğinizi fark etmek de çok güzel. Zira anne olup da hâlâ acımasız ya da vicdansız, sabırsız ya da kaygısız olmak -sanki- hiç mümkün değil…

Cumartesi, Mart 27, 2010

kepek ekmekli hayat

üç haftayı geçti zannedersem... yeme alışkanlıklarını değiştirdim. her gün bir kola içerken üç haftada toplam bir kola içtim. bol bol su. az tuz. sıfır tereyağı, bitkisel yağlar. az zeytinyağı. minimumda şeker. kepek ekmeği. sabahları yumurta, az peynir, domates ya da nesfit. kimi zaman öğlenleri kepek ekmeğine tost ya da çorba ya da ızgara tavuk. akşamları ne yiyorsam az. minimumda pilav, az makarna. birkaç akşam uygulamadığım oldu. pideli köfte yediğim, pizza yediğim, bol tereyağlı karides, bol tereyağlı dil kavurma yediğim, mantı yediğim akşamlar oldu. hepsi birer akşam olmak kaydıyla demek ki abartılmış yedi akşam.

bununla birlikte her akşam cips/çikolata/keklere/nutella'ya da veda ettim. elbette bunu da iki üç akşam bozdum. yine de her akşam yediklerimi düşününce bu üç haftadır çok değiştiğimi düşünüyorum. açıkçası çok zorlandım diyemem. oysa diyet yapmak zorunda olsaydım kesin üç gün sonra bu bütün ıvır zıvırı tekrar yemeye başlamış olabilirdim.

hatta hayatımda ilk defa bir diyetisyene gidip (çok ciddi bir para bayılıp) hakikaten beş gün uygulayıp bıraktım geçtiğimiz günlerde. bu zorlamalar hiç bana göre değil.

demek istediğim şu ki aslında sağlıklı beslenmeye beyin karar verince olmuyor değilmiş meğer. aralarda portakal yemek falan kötü şeyler değilmiş... iyi hissetmek iyiymiş. 1.5 kilo vermek de cabası...

oh la la...

Perşembe, Mart 25, 2010

Duras ve Steiner (aşk mı dediniz?)



Yann Andrea Steiner’in “O Aşk” isimli kitabından daha önce söz etmiştim. Yirmili yaşlarında, bir Duras kitabı okuduktan sonra ona saplantılı bir şekilde bağlanan, on yıl boyunca mektuplar yazan ve bir gün bir mektubuna yanıt aldıktan sonra yazarla tanışan Steiner, daha sonra ölümüne kadar büyük yazarla birlikte yaşamış.

Yazarın sevgilisi, hizmetçisi, şoförü, aşçısı, dinleyicisi olan Steiner, Duras öldükten sonra bir süre ortadan kaybolmuş ancak "O Aşk" adlı uzun metni yazarak geri dönmüş.

Bu kez Marguerite Duras tarafından yazılan Yann Andrea Stainer kitabı var elimde. Yazarın Yann ile yetinmeyip hayranı bu genç çocuğa daha uygun gördüğü için Andreas ve Stainer isimlerini eklediğini de belirtelim.

Duras bu kitapta tanıştıkları günü ve gecesini anlatarak başlıyor hikâyeye; doğrusu bu ya, pek de net hatırlamıyor olan biteni, Yann’ın daha sonra anlattıklarına istinaden o günü yazıyor. Yann’ın, hiç yazılmayan Theodorea Kats’la ilgili merakını bir anlamda bu anlatıyla gideriyor. Naziler tarafından öldürülen Kats bir anlamda Duras’ın olmak istediği kadın olduğu için yazılamıyor belki.


İç içe geçen metinde bir başka Yahudi öyküsüyle daha karşılaşıyor okur. Gençlik, ölüm, aşk ve Yann Stainer ile olan ilişkisini bir arada yazıyor Duras. Zaman zaman kendisini öldüreceğinden korktuğu Yann ile 16 yıl beraber olan yazarın bu kitabı da diğerleri gibi gereksiz her türlü sözden/sözcükten arındırılmış, saf, sağlam bir metin. Can Yayınları tarafından çıkan Stainer kitabı “O Aşk” ile birlikte okumaksa ilginç bir deneyim olacaktır… (Yann Andrea Stainer, Marguerite Duras, Çeviren: Esra Özdoğan, Sel Yayıncılık)

Çarşamba, Mart 24, 2010

Çocuğunuz okumazsa siz okuyun


“Çocuklar İçin Dünya Tarihi “Her şey nasıl başladı?” sorusuyla başlıyor. Kitaba resimli bir ansiklopedi de demek mümkün. Volkanlardan, lavlardan itibaren dünyayı günümüze kadar taşıyan kitap, insanların değişik çağlarda ve değişik ülkelerde nasıl yaşadıklarına ışık tutmayı amaçlıyor. En önemli buluş olarak tarımı ön plana çıkaran kitap, oldukça sevimli bir dil kullanıyor. Sümerler, Babilliler, Mısırlılar, Yunanistan, İtalya, Roma İmparatorluğu’ndan sonra sırasıyla bütün çağlarda yaşanmış en önemli olaylara resimler eşliğinde göz atılıyor. Metinler uzun ve sıkıcı değil, aksine epey anlaşılır bir dilde ve okuması eğlenceli. Çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çekebilecek bir kitap. “Dünya nereye gidiyor?” sorusuyla biten kitap Yerdeniz Yayınları’ndan. (Christer Öhman, Çeviren: Murat Özsoy, Ali Arda).

“Çocuk Üniversitesi” daha yeni yayınlanan kitaplardan. 2002 yılında Almanya, Tübingen’de gerçekleştirilen Birinci Çocuk Üniversitesi’nin sekiz sorusu ile sekiz profesörün bu sorulara verdikleri yanıtları içeren kitap Optimist Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Dinazorların soyu neden tükendi, okul neden can sıkıcıdır gibi sorulara yanıt veren kitap aslında büyük bir oluşumun da ilk meyvesi. Zira bu içocuklara kapılarını açan ilk üniversitenin ardından bu yaz Avrupa’nın 70 kentinde çocuk üniversiteleri gerçekleştirilecek. düzenledi. 8-15 yaş arası çocukları hedef alan bu bilgi kaynağının devamı da gelecek. (Ulrich Janssen- Ulla Steuernagel, Çeviren: Kızılca Yürür, Optimist Yayınları ).

Isaac Newton ve Elması eğlenceli bilgi sunuyor. Kitabın arka kapağında şunlar yazıyor; “Büyük ihtimalle Isaac Newton’u duymuşsunuzdur. Yerçekimini keşfetmiş, etrafta zeki bir insan olarak ün salmış, kafasına elma düşmüştür. Peki ama bunları duydunuz mu? Okuldayken çok başarısız bir öğrenciydi. Renkleri anlayabilmek için dakikalarca güneşe baktı...” Şemaların teorilere eşlik ettiği, konuların tadında bırakıldığı bu kitap sayesinde çocukşar Kepler, Galileo gibi önemli bilim insanları hakkında bilgi sahibi olacakları gibi, Newton’un sadece iki yıl içinde binomiyal teoremden tanjanta, yerçekiminden, kalkülüse, renklerden, integral kalkülüse kadar pek çok buluşa imza attığını ve dahası buluşlarını kendine saklamayı sevdiğini öğreniyorlar. Timaş’ın “Eğlenceli Bilgi”si Newton ile sınırlı değil; Muhteşem Filmler, Akıl Almaz Deneyler, Avrupa Futbul Şampiyonası da bu resinin kitapları arasında... (Kjartan Poskiit, Çeviren: Ali Uzan).

Tudem Yayınları’nın da nefis bir serisi var. “Yüz Adımda” diye başlayan serinin örneğin “100 Adımda Antik Roma” kitabı pek doyurucu, pek eğlenceli. Onuncu maddede örneğin şunlar yazıyor; “Zengin ait evlerde merkesi bir alttan ısıtma sistemi vardı. Odunla çalışan bir sobanın ısıttığı hava, zeminin hemen altına yapılmış kanallarda dolaşarak zemini ısıtırdı. Sobanın sürekli olarak yanmasını sağlayan, kestikleri odunlarla durmadan ateşi besleyen kölelerdi.” Gerçek Roma yemeği tarifi ya da kağıttan mozaik yapımı gibi ek bilgilere de rastlanabilecek olan kitap serinin diğer kitaplarını da okuma isteği doğuruyor! (Fiona Macdonald, Çeviren: Levent Türer
Tudem)