Pazartesi, Kasım 23, 2009

elvin


büyümüş biraz daha, değil mi?

Perşembe, Kasım 19, 2009

kitap mimi

meral sobeledi, konu kitap olunca hemen cevap veriyorum.

1. Şu an okumakta olduğunuz kitap nedir? Kısaca konusunu anlatır mısınız?

maalesef şu an kitap okumuyorum. ama feng shui beni çok eğlendiriyor. okuduğum bir feng shui yazısında sokak kapınızın kenarına en sevdiğiniz kitapları dizin. çıkmadan bir kitaptan bir cümle okuyun diyordu. ben de enn sevdiklerimden birer cümle okuyorum, öyle diyeyim.

2. En son aldığınız kitap?

en son hakan günday'dan ziyan'ı aldım. benim için çok önemli bir yazar.

3. Şimdiye kadar aldığınız kitaplar içinde en sevdiğiniz hangisidir?

Aylak Adam benim de, meral gibi,en sevdiğim kitap.

4. Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de sizi illallah ettiren kitap hangisidir?

yine meral gibi, ullyses'i bitiremedim, proust kitaplarını da. ama hayatımın bir döneminde prosut'ları bitirmeyi umuyorum.

5.Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap nedir?

önce bir ziyan'a başlayayım da.
ha bir de, kayıp gül'e başladım, yarım kaldı. konuyla ilgili ezgi başaran'ın yazısını da okumanızı dilerim.

tanya'yı, ersin hoca'yi mimlesem?

Cuma, Kasım 13, 2009

müziğe dönüş

dönem dönem hiçbir şey dinlemeden yazıyorum.
bir sayfayı kapatınca yenisini açıyorum.
şimdi paula nutini/ candy hastalığındayım.
bugün sanırım elli kere dinledim şu ana kadar.
bir de atiye& teoman düeti "kal".

süper.

Çarşamba, Kasım 11, 2009

öteki



öteki, dediğim gibi ece vahapoğlu'nin dördüncü kitabı ve de ilk romanı. ece kitabın tanıtımında ayyuka çıkardıkları gibi aslında türbanlı ve de başı açık iki kızın lezbiyen ilişkisini falan anlatmıyor kitapta.

aksine "öteki" diye gördüklerimizin iç dünyalarını aralıyor. ister türbanlı bir kadın olun, isterseniz başı açık ve türbana karşı, her iki dünyanın insanının da okuyunca kendini bulacağı ve aynı zamanda öteki diye gördüğünü daha iyi tanımak için bir yol bulabileceği bir kitap bu.

öteki yedinci baskıda.
okuyun olur mu?

Pazartesi, Kasım 09, 2009

ece vahapoğlu bugün takvim'de kitabımı yazdı

ece vahaoğlu ile cumartesi günü dolu dolu bir gün geçirdik. bir imza günü için bursa'daydı. işimiz gereği karşılama anından, yemek yeme faslına, ardından imza boyunca, arada basın mensuplarının sorularını yanıtlarken, derken imza sonrası kahve keyfi yaparken hep beraberdik. sıcak, içten, akıllı, güzel ve iyi bir insan.

öteki onun dördüncü kitabı ve ilk romanı. sex &city tarzında ama ülkemizin gerçekleriyle örülü. başı açık, tuttuğunu koparan esin ile başı kapalı, kabına sığmayan kübra'nın hikayesi. üstelik aileler, eşler de sahnede, dolayısıyla güzel bir ülke portresi çiziyor vahapoğlu.

kitabı bitiremedim ama tam şunları yazarken bile yamacımda duruyor. okuyup burada değerlendirmeye can atıyorum diyebilirim, kitap akıp gidiyor... kendi adıma, ece vahaoğlu ile tanışmaktan mutlu olduğumu söylemeliyim. hayatıma yeni, güzel bir insan kattım.

imza gününde ben de ona kitabımı imzalayıp verdim. "yolda okursun" dedim, "ah yolda okuyamıyorum, midem bulanıyor." dedi. yola çıktıktan iki saat sonra sms atarak, "yarıladım, süper" yazınca neşeyle gülümsedim.

bugün de köşesinde bunu yazmış;

Aşk yani kadınla erkeğin bir araya gelme nedeni aslında bilinçaltındaki "üreme içgüdüsü" imiş. 1800'lerde söylemiş bunu Schopenhauer. Üreme içgüdüsü yüce bir hayranlık kılığına bürünüp karşımıza "aşk" olarak çıkıyormuş.
Bu bilgiyi de imzaya gittiğim Bursa'daki Kent Meydan AVM'nin PR'ını yapan ama aynı zamanda yazar olan Ece Arar'ın geçen yıl yazdığı kitapta okudum. Bana hediye edilen kitabın adına bakar mısınız? "Çocuk sahibi olmak için 40 bahane" Zamanım gelmiş gibi duruyormuşum; bu hafta bunu ikinci kez duyuyorum; diğeri de "anne olmadan" konuk edildiğim Kanaltürk' teki Gül Gölge'nin "Ben bir Anneyim" programındaydı. Gül bir yandan, diğer konuk Demet Kutluay bir yandan, bana "hadi artık" deyip durdular.
Kitap "kendi bahanesini bulmak isteyenler" için yazılmış; tek tek okuduğum maddeler öyle esprili bir dille anlatılmış ki neredeyse gülerken kendimi çocuk doğurmaya hazır hissettim.
Benim şimdilik aklıma en yatan bahane "sabrını test etmek" oldu. Hayatımdaki en büyük kusurum olarak gördüğüm "sabırsızlığımı" belki böylece yenebilirim. Öğrenebilirim...
Tabii önce doğru koca adayıyla karşılaşma sabrını gösterebilirsem...

http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/vahapoglu/2009/11/09/ask_aslinda

Çarşamba, Ekim 28, 2009

hamilelik günlüğü yeniden..



güncellendi, yenilendi. gıcır gıcır oldu.
kasım'da dharma'dan yayında.

hamile olmayı planlayan arkadaşlarınıza alınız, zira birçok okuyandan duyduğum bir şey var;

"uzun süre hamile kalmaya çalıştım, olmadı... ama kitabı alıp okumaya başladığımda hamile kaldım" diyen bir sürü okuyucu mektubu aldım:))

gülçün hadi ama demiş.
dayanamadım, yazdım.

Perşembe, Eylül 17, 2009

2009 çocukları neler seviyor, hep beraber bulalım mı?

diyorum ki herkes sorsa çocuklarına, hatta mahalle çocuklarının cevaplarını da alsak, bir baksak bakalım, çocuklar bu hızlı çağda ne oynuyor, ne seviyor, binlerce cevaba ulaşsak, bir envanter çıkarsak...

madem çocuklarımız önemli, elimizdeki verilerden kim bilir ne sonuçlar çıkarırız...

çok büyük bir çaba gerektirmeyen bir iş... soralım ve kaydedelim.... hatta bu soruları yanıtlamak isteyenler için e-mail adresimi vereyim ben. gönüllüler atsın cevapları, ben biriktireyim.

olur mu dersiniz?
elvin'le başlayalım... dilerseniz soruları artıralım...

elvin 8 yaşında:

en sevdiğin ev oyunu: minişlerle oynamak
en sevdiğin sokak oyunu: yerden yüksek
en sevdiğin renk: siyah
en sevdiğin çizgi film: sünger bob
en sevdiğin dizi film: I Carli (ne bu bilmiyorum), Zoe
en sevdiğin yemek: makarna
en sevdiğin kahraman: Zoe
en sevdiğin kitap: Sokak Kedisi Muko /Uğur Durak
en sevdiğin müzik: Hannah Montana film müzikleri
en sevdiğin ders: ingilizce
en sevmediğin ders: türkçe
en sevdiğin oyuncak: oyuncak kediler
en sevdiğin bilgisayar oyunu: Sue oyunları
en sevdiğin faaliyet: şişeden köpek yapmak
en sevdiğin sinema filmi: çizmeli kedi


ne dersiniz, yapar mısınız, bekliyorum maillerinizi. ecearar at gmail.com

Cuma, Eylül 11, 2009

okullar açılıyor

alışverişler tamam.
geçen sene bir marketin kırtasiye reyonuna daldığıma pişmanım.
bu sene bir kırtasiyeye girip "amca bana şunları ver" demenin huzurunu yaşıyorum. alışveriş sonrası "şu kalemi de al" diye tutturan kızıma "o da bizden olsun" diyen yerler kırtasiyeler. kırtasiyeler tam da bugünleri bekliyorlar. ben de iç huzuruyla kapladım kitapları. hem kap kağıtları marketten aldıklarımdan daha güzeldi.

kitap kaplamak geçen sene bir işkence gibi gelmişti. bu seneyse pek huzurlu bir aktivite oldu. ara ara gidip bir kitap kaplayıp işime geri döndüm. hani gider bir çikolata atar ağzınıza, sonra işe devam edersiniz. onun gibi.

sel felaketinin faturasının yine halka çıkarılmasına üzgünüm. ama o halkın kimisinin yağmacılığına kızgınım. bir yanda iyiler, bir yanda kötüler... bir yanda çarpık kentleşme, bir yanda bilinçsizlik, bir yanda dere yatağına kurulan evlere çıkan izin... her şey karışık, sonuç çok üzücü.

bugün, bu gece neler olacak bilmiyorum, umarım yeni bir felaket olmaz.

Pazartesi, Ağustos 31, 2009

mutlu yıllar

onlarca film izledim, onlarca kitap okudum. havuz kenarında mesailer tükettim, yüzdüm, kendime geldim, uydum, uyandım. güldüm, sevindim, daraldım.

bir yazı bitirip yeni bir mevsime başladım.

yeni bir yıl bir eylülde başlar. bana hep öyle olur. olsun isterim ya da...

herkese mutlu yıllar...

Cumartesi, Ağustos 22, 2009

lastik pabuç

lastik pabuç diye bir yer açılmış galata'da, ne şahane değil mi:) trendometre'ye bir tık.

Cuma, Ağustos 21, 2009

HEATROW'DA BİR HAFTA

canımız yazarımız alain de botton heatrow'da bir hafta geçirdi. terminal 5 departure'da elinde laptopuyla oturdu. heatrow'un davetlisiydi ve dilediği herkesle konuşma izni vardı. buna yolcular da dahil. onların hikayelerini dinledi. ve kitap bitti. a week at the heatrow nereden gelip nereye gittiğimizle ilgili bir kitap olacak imiş. pek hoş. preorder'la amazon'da. bize de çabuk gelir kanaatindeyim, botton bu ülkede de pek sevilen bir yazar, hemen çevrilir.

ama ben heatrow'dan bir tane almayı tercih ederim.

mail2blooger

nasıl oluyor? bilen? nereden ayar yapıyoruz mail adresimizden bloga göndermeyi?

Pazar, Ağustos 16, 2009

seni gidi aşk hastası seni...

Aşk Hastası son zamanlarda okuduğum en iyi kitap… Aşkı bir akıl hastalığı olarak ele alan; kimi hastalıklarla benzerliklerini bulan ve tarih boyunca aşkın nasıl ifade bulduğunu örnekleyen bu kitap baş tacı edilmeli… Her satırını çizmek için yanıp tutuştuğum kitabın yazarı Frank Tallis. Aşkı Teşhis etmek, Güzelliğin Hayali, Teselli İhtiyacı gibi bölümlere ayrılan kitap Darwin’le startı verdiğinde hem onun evrim teorisinden, hem de kişisel aşk tarihinden dem vuruyor ki bu bile kitabı diğerlerinden daha ilginç yapmaya yetiyor.

Evlilik fikrine karşı kaygıları olan Charles, o dönem artı ve eksilerden oluşan bir liste yapıyor mesela. Evlenirse asla balonla seyahat edemeyeceğini, kitap okuyamayacağını, çalışmak ve sıkıcı akraba ziyaretleri yapmak zorunda kalacağını düşünüyor. Ama evlenmezse bütün bu sıkıcı işlerin hiçbiri olmayacak… Ancak aşk onu birdenbire yakalıyor ve beş ay sonra evlilikle ilgili yazdıklarının hiçbirini anımsamıyor… Dahası on çocuklu bir baba oluyor…

Ünlü bir bestesi olan Berlioz da sadece tiyatro sahnesinde bir kez gördüğü Henrietta’ya âşık oluyor. Henrietta onu kabul etmediği, onunla bir kelime dahi konuşmadığı için çılgına dönen Berlioz kadını senelerce izliyor. Hatta onun oynadığı bir oyun için beste yapıyor. Nihayet Henrietta onunla konuşmayı kabul ettikten kısa bir süre sonra evlenen çift için hayat hiç de umdukları gibi olmuyor. Bir hayale âşık olan ve onu bulunca ilgisi biten Berlioz başka kadınların peşinden gidiyor… Kitap, enteresan hikâyelerle desteklenmiş bilimsel bir eser… Aşk bir hastalık mı? Evet, öyle. Kitabı okuyunca göreceksiniz… (Çeviren: Erdem Atik, Altın Bilek Yayınları, 2006)

Pazartesi, Ağustos 10, 2009

bir de güzel haber

perihan mağden yazılarını özleyenleri perihanmagden.net'e alalım.

birtakım hastalıklar

böbrek taşı, aşırı kansızlık.
son dönem başımdakiler bunlar. ama iyiye yoruyorum. benden habersiz oluşan böbrek taşım sayesinde felaket kansız olduğumu öğrendim. taş düştü ve kansızlığımın neyse ki çaresi var.

daha iyiyim.

Perşembe, Ağustos 06, 2009

SERDAR TURGUT'UN KÖŞE YAZISI

İzlenmesi gereken isimler

Ben Twitter'a çok şey borçluyum. Çünkü normalde üzerine yoğunlaşmadığım bazı insanları bana tanıştırdı. Şimdi ben bu isimlerin modern bir gazetede mutlaka bulunması gerektiğini düşünüyorum.

Trendometre en keyifle okuduğum köşe yazısı. (İnternet sitesi de) oldu. Yaprak Aras Şahinbaş'a bravo. Türban takıp dolaştı. Sonra yazısını yazdı. New York'un nasıl cesur yazan Michael Musto'su varsa Yiğit Karaahmet de İstanbul'un Michael Mustosu'dur. Murat Menteş iyi bir zekaya ve bilgi birikimine sahip. Melis Alphan style-moda konularında çok güzel konuşup, yazıyor. Ezgi Başaran, Batı medyasını çok iyi takip ediyor. Detaylardan haberi görüp yazabiliyor. Mehmet Kenan Kaya'nın haftada bir yazdığı kültür yazılarını da çok parlak buluyorum. Çalışan anneler konusunda Ece Arar çok iyidir. Şimdi dinleniyor ama mutlaka bir yerde başlamalı. Medyada benim ilgimi çeken insanlar şimdilik bunlar. Listemi sürekli geliştirmeyi umuyorum.

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

bu kadar mı olur

rüzgar adamı aptal eden bir şey. yazlık bir evde balkonda oturamamaksa oldukça ironik oluyor bu durumda. bugün mantı günü:))) okinawanalılarla ilgili okuyorum, okinawa rejimi, dharma. diyorum ki kendi kendime doğuştan okinawalı değilsen bu iş zor. adamlar su yosunu yiyor, şunu yiyor, bunu yiyor. cips yemiyor. mantı yok. ee?

tabii yaşarlar doksan, yüz yaşına kadar. çevre kirliliği de yok.
okinawalı olunmaz, okinawalı doğulur hatta!

ayça şen'in kitabı kötü. ölümsüz olduğum zamanlar, muammer kırdök, okudum ama bilemedim... hasan ali toptaş, sonsuzluğa dek? miydi, okudum ama emin değilim. demek bu ara pek sevmemişim okuduğum kitapları...

twitter hastalığı devam. beni takip edin. kesinlikle twitlenin...

Pazartesi, Temmuz 27, 2009

dünya wireless olsun

e hiç değilse yazlık olsun dedim, oldu nitekim.
ama havuz kenarı, çay bahçesi ve lokanta. evde ııh.
size şu satırları çay bahçesinden yazmak isterdim ama lokantanın bir köşesine sıkışmış vaziyetteyim. zira benim laptopun pili çok zavallı... çocuk neyse ki büyüdü de kontrol lazım değil... e hava zaten berbat bugün. ne işim varsa bitiresim var şu köşecikte. gelsin çaylar, tostlar...

tost mu dedim, salata diyecektim:)))

dün pideli köfte günüydü ve ne yarımı, bir tane götürdüm...

facebookumu yaklaşık bir ay önce kapattım. abesle iştigal oldu biraz bana, oyunlarıyla falan çok vakit harcadım. oysa zaman değerli, yaşlar ilerledikçe daha çok anlamıyor mu bunu insan? ama twitter iyi. hadi birbirimizi bulalım orada.

zayıf görünsem de çok kilo aldım, fazladan bir beş kilo var. vermeliyim! ama annemin yemeklerine dayanamıyorummm...

çok kitap okudum, hepsinden bahsedeceğim. ancak blogger arkadaşımın tavsiyesi üzerine aldığım mehmet saraç'ın canlarına değsin'i gerçekten bir numaraydı. edinmenizi öneririm...

şu sıra ölümsüz olduğum zamanlar, muammer kırdök okuyorum. yazarın ilk kitabı. geçen hafta radikal kitap'ta pek bir methedilmişti.

dergiler, sektörel.
hep unutuyorum yazmayı... biri pozitif sağlık. pozitifsaglik.com.tr adresinden bulabilirsiniz. arkadaşım demet'e ait. satılmıyor, ücretsiz hastane, klinik ve doktorlara dağıtılıyor. üç aylık periyotlarda hazırlıyoruz. bitmek üzere, bugün hala biraz işim var dergiyle ilgili. editör benim, yazan, redakte eden, röportaja giden, şu bu. demet bütün kontakları ayarlıyor, konuları bana bildiriyor. bir de çizen arkadaş var. güzel dergi:)))

bir diğer derginin ilk sayısını yaptık. pırlant. saat ve mücevheratçı. bursa'da iyi bilinir, kanyon'da, antalya'da falan da mağazaları var. onlara bir dergi yapıyoruz bu ara... yapıyorum yani.

dergici oldum çıktım. tek başıma! süper de oluyorlar. aklınızda bulunsun. yine söyleyeyim, her türlü broşür, dergi, yazı, basın bülteni işleriniz tek başıma itinayla yapılır. işlerden görmek isteyenlere mail atılır!

alim ikinci bebeğe pek sevindim. yeni baskı maalesef yok bende. yeni kitap projelerini de anlat! bloggerlar, bir daha söylüyorum, bir türk, bir ingiliz ve üç kuruşluk dünya'yı mutlaka okuyun, pişman olmayacaksınız.

evliya çelebi "şefaat ya resul allah" diyeceğine yanlışlıkla "seyahat ya resul allah" demiş ya, alim de öyle demiş gibi geliyor bana!

Çarşamba, Temmuz 22, 2009

ay ay geldim

nasıl oldu gelemedim, onu da bilemiyorum.
kaplumbağanın suyu bitmiş, hemen ekledik.
bütün kitap önerilerinizi not ettim, listeme aldım. alim'in kitabını da evet lütfen okuyunuz, gidesiniz gelecek, her yere gidesiniz... sonra alim'i alkışlamak da isteyebilirsiniz kitap bitince, benden söylemesi.

yazlık iyi. kuzu havuzda taklalara başladı. işim çok aslında. yazlıkta havuz kenarındayken nasıl iki dergi yapabildim bilmiyorum. çok yoruldum... yazlıktaydım da değildim diyelim, kafaca en azından. yani havuzdan yorgun argın o eşyalarla dönüp banyo yaptırttıktan sonra yazıp çizdim hep... iki arada bir derede bursa toplantılarına gelip geri döndüm falan... ne kadardır yazmıyorsam, o kadardır yorgunum diyelim...

biraz sakinlerim ama haftaya falan diye umuyorum... ama bilmiyorum.

şu an gerçek evimizdeyizzzz, ev tam takır. bir burger king ısmarladık. ben, ece, diyetimsi beslenmemi bu öğünlük bozuyorum ama yani el insaf kendim, öyle yorgunum ki, bir ödülü hak ediyorum. zaten öğlen de bir salata yedim. sabah da sadece bir dilim ekmek ve bir katı yumurta.

yiyeyim artık... zil çaldı!!!

gittim.

Cuma, Temmuz 03, 2009

tatildeyiz

 bir günlüğüne eve geldik. yüzüyoruz, dondurma yiyor, kitap okuyoruz.
her şey yolunda...
favori kitaplarınızı not alıyorum...
hatta bana sizi en çok etkileyen, en beğendiğiniz birkaç kitabı da yazar mısınız, "bunu insan okumazsa olmazzzz" dediklerinizi?

benim bu anlamda ilk kitabım yusuf atılgan'dan aylak adam'dır.
biri jose saramago'dan bütün isimler'dir.
aslı erdoğan- kabuk adam, latife tekin- berci kristin çöp masalları, şebnem işigüzel- çöplük de olmazsa olmazlarımdan...

bu arada;
d&r bir kampanya yapmış. bir sürü kitap 4 lira. benimkini de koymuşlar. kendime aldım bir tane!

görüşmek üzere
Posted by Picasa

Perşembe, Haziran 25, 2009

bugün buldum!

www.insanokur.org

küçük şeyler

ayça şen'in kitabını alamadım hala. çok aklımda.

yazın neler okuyacağım? başka şeyler de almam lazım. kitap önerileri olan?

iki dergi birden yapıyorum şu an. ikisi bitince biraz ferahlayıp yazlığa gidebilirim gibi. gidemiyorum...

elvin'in tatildeki ilk iki haftası dolmak üzere. dolu dolu geçti. yazlığa gitmedik belki ama antalya tatili vardı. sonra burada ananesiyle lunaparka, benimle bir sürü yere gitti. sıkılmaya vakti olmadı yani.

ayrıca sıkılsa ne olacak değil mi ama? biz küçükkken evde sıkıntıdan patlar, ama bu sebeple kendimize oyunlar icat ederdik, olmadı uçuşan tülleri izler ama of pof demezdik. anamız babamız çıkartırsa dışarı çıkardık işte... kıyameti koparmazdık.

ben yemek kitapları biriktiriyorum, biliyorsunuz değil mi? arada sırada çıkarır bir tarif yaparım kitabın birinden. ama uğurlu mudur, ölçüler bir tek onda mı tamdır, güler abla bu işin asıl piri midir bilemeyeceğim... güler ablanın mutfağından diye bir kitap var bende, yıllar önce aldığım. basit, günlük yemekler, üç beş kurabiye, kek tarifi olan çok sade, iddiasız görünümlü bir kitap. ama sadece ve sadece güler ablanın kitabından yaptığım her şey AŞIRI lezzetli oluyor. bir yerde bulursanız alın olur mu, deneyin, bana da haber verin sonra...

Pazartesi, Haziran 22, 2009

antalya'dan bildiriyorum

aslında döndüm ama başlık güzel oldu:)))))

Antalya, İkoncanlar, Bikiniler

Tam Antalya’ya gidilecek zamanmış. Söylemek lazım, Rixos Sungate deli bir otel. Odanızın önünden havuza girmek süper bir lüks. Ayrıca Eda Taşpınar Rusların yanında sönük bir ikoncan. Hayatımda giymediğim kadar topuklu ayakkabılarla havuz ve deniz kenarında dolaşan kadınlar gördüm, saçlar başlar yapılı, aksesuarlar, pareolar yerli yerinde…

Bir de yanlarında aynen kendileri kadar şık giydirilmiş çocuklar… Nasıl oluyor da oluyor anlamak mümkün değil… Yanlarında bakıcı falan yok. Ama kadınlar ultra şık, çocuklar banyo yapmış, saçlar taranmış, tokalar takılmış, en şahanesinden giydirilmiş. Sanki gerçek değil de bir dergi fotoğrafı gibi gezen uzun bacaklı, sarışın ve topuklu kadınlar ve dünya güzeli çocuklar.

Bizim Türklere gelince, sayıları pek azdı. Henüz Türkler tatile çıkmamış demek. Ama hiçbirinin Rus ikoncanlarla yarışması mümkün değildi. Bir kere kimsede o kadar uzun bacak yok, oradan başlayın, gerisi geliyor. Bir de tabii her zamanki gibi bizim çocukların yemek yesin diye peşlerinde koşturuluyordu. Yok, bizimkiler dergiden fırlamış gibi değildi…

Rus ikoncanlara bakarak şunu söyleyebilirim; deniz kenarında da alabildiğine topuklu giyeceksiniz. Şifonumsu bir elbiseniz olacak. Mayo falan giymek yok, illa bikini. Tek omuzlar almış başını yürümüş. Altı başka üstü başka bikini giyen yok; o moda ya bitmiş ya Ruslar beğenmemiş. Gözlükleriniz illa kocaman olacak, kolunuza bilezik şart. Kalın bir şeyler olmasında fayda var, e tabii bikininizle de uyumlu olacak. Yüzünüzde ciddi bir ifade olacak, bu da hiç bozulmayacak. Öyle insani duygular sergilemek yok, gülmek, gülümsemek falan duruşu bozuyor. Çok dik duracak, öyle sürekli oradan oraya yürüyeceksiniz. Bir kitabınız olacak, güneş kremleriniz, şapkanız, süper bir plaj çantanız. Tamam o zaman…

Yalnız Eda Taşpınar’ı çok da es geçmemek lazım. Geçen gün televizyondaki programını izliyordum. Bir kere içten görünüyor, olduğu gibi. Bunun yanı sıra kendi, bikinilerini yapıyormuş ki çok takdire şayan bir durum. Kimsede olmayan bir şeyleri giymek iyi fikir. Mesela dericilerden yılan derisi almış; bundan bir üst yaptırmış, yanına lastik diktirmiş tamam. Süper şık görünüyordu. Bir de birkaç boxerdan bikini yapmış. Yine kestirmiş biçtirmiş, yanlarına ipler taktırmış. Takdir etmeden geçemedim. Beğendim, on puan verdim.

Tabii herhalde vakit bol kendisinde. Biz burada yaz günlerinde üç beş günlük bir kaçamak yapmak dışında pek vakit bulamıyoruz başka şeylere. Değil bikini yapmak, bikini giymek bile hayal… Evet, yazın gelmesiyle fazla kilolardan benim de şikâyetçi olduğum yıllar geldi işte. Bir doğum günü kutlamasının ardından bikini giymek için birkaç kilo vermem gerektiğini fark etmiş bulunuyorum. Eda Taşpınar’ın benzersiz bikinilerine, Rus ikoncanların topuklu ayakkabılarına ve yürüyüşlerine çok uzak bir gezengende yaşıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Sahiden “ayrı dünyaların insanıyız” diye bir şey var.

Onların gezegeninde zannedersem hayat pek keyifli. Bikini yap, alışverişe git, güneş kremi sür. Bizim gezegende hayat pek öyle değil. Olsun, onlar yapsın, biz yazalım. Nihayetinde işimiz bu!

Pazartesi, Haziran 15, 2009

AAAA hemen alayım

EDEBİYAT DÜNYASINI DERİNDEN SARSACAK BİR ROMAN!

Ele avuca sığmayan radyo programlarından, sıra dışı köşe yazılarından, muhtelif televizyon yayınlarından tanıdığımız Ayça Şen, Astronot adlı müzikal çalışmasından sonra son kitabı ile karşımızda…
Ece, yazar olabilmek için her türlü mücadeleye hazırdır: Evini, işini, her şeyini bırakır, annesinin yanına taşınır, parasız pulsuz halkın arasına karışır. Sevgilisinden yeni ayrılmış olmanın verdiği derin acı bile artık romanında kullanılacak küçük bir ayrıntıdan öteye gitmeyecek, yazar olabilmek için çektiği ıstıraplar bununla da kalmayacak, edebiyat uğruna, Vadideki Zambak, Diriliş, Büyük Umutlar ve Anna Karenina gibi, kendisinden daha düşük vizyona sahip yazarların eserlerini “okuma uğraşısı” verecektir.
Ama zorlu şartlar, gelecekte yazım dünyasını derinden sarsacak olan bu fedakâr ve kahraman kadını yıldıracak mıdır? Hayır, bin kere HAYIR!..

Sonunda Türkiye’de (aslında büyük bir rahatlıkla söyleyebiliriz ki, dünyada) saf bir bilinç ile yazılmış, okuyan herkesi derinden etkileyecek, çok “enteresan” bir “roman” yazmayı ve yayımlatmayı başarır!..

Ayça Şen’den “Bir Başyapıt”: HIRS ve CEZA

antalya bekle bizi

bu gece gidiyoruz. doğumgünümüzü orada geçireceğiz (perşembe).

bir yaş daha büyüdüm/ yoksa yaşlandım mı? :)))

güzel bir tatil olsun. yeni yaşım kutlu olsun. yasoooo seninki de şimdiden kutlu olsun...

bloga bakamayacağım ama mailler otomatik geliyor cebe. bir şey diyecekseniz ecearar at gmail.com

görüşmek üzere...

Cuma, Haziran 12, 2009

ne güzel bir fotoğraf...



ben çekmedim... profesyonel bir fotoğrafçının eseri. "canım babam" fotoğraf sergisini duydunuz mu? "canım annem"in babalar versiyonu. istinyepark'ta izlenebilir... onun bursa versiyonunda babam, ağabeyim ve cancan yeğen tibet de yer aldı.

bakmaya doyulmayacak fotoğraflar var... diğer fotoğraftakiler de levent üzümcü ve çocukları:)

ben yoğurt sevmem...

ama belki siz gerçek bir yoğurtseversinizdir:) neşeli bir yarışma var.
Sütaş ile “Gerçek Yoğurtsever Tarifleri Yarışması”


Sütaş, Lezzet dergisi işbirliği ile “Gerçek Yoğurtsever Tarifleri Yarışması” düzenliyor imiş. “Gerçek yoğurtsever benim!” sloganıyla başlatılan yarışmaya tüm Yoğurtseverler tariflerini göndererek katılabilecekler. Tarifler, Yoğurtsever kriterlerine göre değerlendirilecek; yani bol yoğurt içerikli, özgün ve lezzetli tariflerin bu yarışmada kazanma şansları çok yüksek!

Yarışmaya katılabilmek için, Yoğurtseverlerin, kendi özgün tariflerini, bu tarifi hazırlarken kullandıkları Sütaş yoğurt ve hazırladıkları yemek ile beraber çekilmiş bir resimlerini, 1 Haziran - 31 Temmuz 2009 tarihleri arasında göndermeleri yeterli olacak.

Yarışmaya katılım, www.sutas.com.tr adresinden, yogurtsevertarifleri@sutas.com.tr e-posta veya Lezzet dergisine mektup göndererek gerçekleşecek.

hadi bakalım:))))

Perşembe, Haziran 11, 2009

bu ne sıcak...

ben şimdiden bıktım sıcaktan. o yüzden; salondan bir kış görüntüsü yolluyorum size.

Çarşamba, Haziran 10, 2009

kuzu annesinin kitabını okuyor






bunlar mobil fotolardan. üşenip de pcye aktarmıyordum. iyi oldu. bir de böyle bloga aktarınca daha şahane oluyor. ben hep korkarım mesela evin yanıp bütün fotoğrafların yok olmasından. eski bir korku. bu yüzden bloga eklendikçe kimi zaman içim ferahlar...

Salı, Haziran 09, 2009

balkondan manzaralar






birkaç gün oturabildik... şimdi ne sıcak...

esen bir balkon istiyorum:)

Pazartesi, Haziran 08, 2009

ilkokul birinci sınıf son sunumdan fotoğraflar




senin görevin Jim:)





balkondan şu manzaraya bakmak; ayaklarını böylece suya sokarken deniz sesini dinleyip, şu pembe mayolu kuzuya arkadaşlık etmek...

mudanya'dan abla arayışlarına devam. haftanın üç günü kuzu ile ilgilenebilirim diyenler lütfen yazsınlar...

Perşembe, Haziran 04, 2009

küçük şeyler


bursa'dakiler hariç kitaplar gönderildi... benim sağım solum belli değil, işim çok. bursa'daki arkadaşlara da kitapları ulaştırmak istiyorum ama nasıl yapacağım bilemedim, dert oldu bu iş bana...

bir sürü ilan/ dergi işim var. en son yaptığım dergi bu. ben yazdım/ haluk çizdi. dergi 10 bin basılıp firmanın müşterilerine dağıtıldı. biliyorsunuz ama ben yine de tekrar edeyim; her türlü ilan/dergi/broşür/kampanya/fikir yazı çizi işleri olan tanıdıklarınızı bana yönlendirebilirsiniz. freelance olarak, İstanbul piyasasının çok çok altında fiyatlarla çalışıyorum. üstelik bütün işler aynı kalitededir, belki kimilerinden çok daha iyidir:)))

elvin'in son sunumu da bitti. hiç şaşırmadım kedi olduğuna! fotoğrafları yakında koyarım.

hala bir abla arıyorum yaz için, mudanya civarında oturan.

elif şafak/ aşk'ı okuyorum. zor bir kitap. araya başka şeyler katıyorum. erkekler şikayetçiymiş, "elimizde pembe kitap bizi bozuyor" diye. elif şafak röportajında okudum, hay allahım ya, noolur, elindeki kitap pembe olsa yahu, ne kadar korkuyor erkekler simgesel şeylerden, birilerinin onları etiketleyecek olmasından, en azından akıllarından bunu geçirecek olmasından?

Salı, Haziran 02, 2009

YaZ gEldi, HaDi hErkes KitAp oKuSun

yıllar önce her kitabı saklayayım isterdim... alayım alayım biriksin onlar... ama şimdi böyle düşünmüyorum. zaten koca evde bir kitaplığım dahi yok... yazan çizen biri için biliyorum, pek tuhaf bir durum...

eh fazla para da kazandığım söylenemez... okuduğum kitapları başkaları da okusun, iyi fiyatlarla kitap okusunlar diye bazen burada satıyorum. ilk alıcı hep sesil'dir mesela:))) şimdi yine satış vakti. şunu belirteyim, kitapların yüzde doksanbeşi okunmamış kadar sağlam durumdadır. yine kitapların yüzde sekseni bu yıl veya geçen yıl basılmış kitaplardır. tahmin edeceğiniz üere orijinal fiyatları 10-15 milyondan başlayan kitaplardır... ama burada her kitap 5 lira...

siz seçip bana yazın, ben kargoya vereyim, siz sonra havale yapın. bu kadar.
iyi okumalar diliyorum... koyu renkliler gitti bile:)

hande altaylı-maraz

tuna kiremitçi- küçüğe bir dondurma
meral ceylan- şükür defteri
üstün dökmen- empati
melih cevdet anday- bir defterden
nazım hikmet- piraye'ye mektuplar 2
ülkü köksal- batı gözüyle türkiye
alphons- bütün giritliler yalan söyler
g. altshuller- ve birden mucit ortaya çıktı
orhan pamuk- masumiyet müzesi
gramsci- çocuklarıma mektuplar
kelli collins- sağlıklı yaşam için 501 öneri
serkan duru- sen dünyaya bir armağansın
lawrence sterne- duygu yaşamı
julian barnes- limon masası
seyit göktepe- defter ve çikolata

üstün dökmen- küçük şeyler 4
daniella steel- iyi bir kadın
lily prior- çıldırtan koku
klas mellander- öğrenmenin gücü
michelle paver- sürgün
dr. ercan kumcu- krizler, para ve iktisatçılar
fatih özbey- çocuk eğitimindde yapılan hatalar
demet stinger- karnımda biri var

üstün dökmen- deniz kabukları
aytül akal- ay kaç yaşında?
ahmet yorulmaz- ayvalık'tan cunda'dan
zeynep serhan- bisikletle hayal turu

ahmet yorulmaz- ayvalık'ı gezerken
hasan özkılıç- gönlümün şirazesi bozuldu
adil maviş- son sigaram (sigara bıraktırma kitabı, cdli)
esin acıman- erkek doğmak, adam olmak
john grisham- masum adam
cüneyt ülsever- hisarüstü cinayetleri

arif nihat dursun- mezat
regine scheider- erkekler değişir mi?
michale ogden- ya şimdi ya da hiç
arda uskan- güle güle bebeğim
selma fındıklı- vardar rüzgarı
ahmet şerif izgören- moks
jeffrey moore- sinestezya

süper ötesi bir indirim


markafoni'de bugün süper ötesi bir indirim var...
miss sixty gözlükler yüzde 80 indirimli.

350 liralık gözlükler 69 veya 99 lira. ben fotoğrafını gördüğünüz gözlüğü kaptım hemen.... zira uyduruk bir iki gözlüğüm vardı. açıkçası bir ihtiyaçtı da... ve çok ucuza bir şey almanın mutluluğu ile güne başlıyorum...

hala ve hala üye değilseniz siteye girip beni referans gösterebilirsiniz. sonra derhal alışverişe... sizin vasıtanızla üye olanların ilk alışverişinden 10 liralık kuponlar kazanmak da cabası.

benim ilk kuponum tanyatino'mdan gelmişti.. canım benim; hala da alışveriş yapıyor o da zevkle...

Pazartesi, Haziran 01, 2009

müzik kutusu, ev ve abla

* bir evde bu kadar eşya olabilir mi? ara ara delirtiyor beni ev. sahiden... dört büyük torba ıvır zıvır çöpü boyladı ama ııh, olmadı. içim dışım eşya gibi hissediyorum, hatta onları kusacakmışım gibi. bana biri lazım, eve gelecek, benimle oda oda vakit harcayacak, beraber torbaları dolduracağız, ben hafifleyeceğim, o hafifleyecek. hatta bu işi yaparken birer kadeh şarap içeriz, sakin sakin atarız, gerilmeyiz. ben çünkü, gergin gergin yapıyorum bu işi. attıkça artıyorlarmış gibi geliyor. halbuki tam tersi olması lazım...
* yaz geliyor ya, bana bir "abla" lazım. mudanya'da oturacak, beş dakikada bize gelecek, bunu haftanın üç günü falan yapacak. kuzuyla oynayacak, ödev yapacak, havuza girecek. başka da bir şey yapmayacak. var mı tanıdığı olan?

* jason mraz dinliyorum bu ara. nefis. çalışırken hele, süper oluyor...

* kuzunun sınıfta bir melih var. boyu uzun, havalı saçlı:) elvin'in şu sıralar en sevdiği erkek ismi "melih". o derece yani. doğumgününde elvin'e dünyanın en romantik hediyesini almış. bilmem, belki annesi seçmiştir, ama olsun, hediye başucuna koyup da hayallere dalınmayacak gibi değil. bir müzik kutusu... üstünde barbie'msi trendy bir bebek, dönüyor. müzik harika. çok sempatik bir hediye, beni neşelendirdi:))

Çarşamba, Mayıs 27, 2009

bugün mutlu geldi, mutlu oldum



nurdan benim canımdır; on yıldır falan. enerji depomdur. kendimi kötü hissedersem bana iyi gelen ilaçtır. kimi zaman o da enerji yumağı gibi olmaz, o zamanlarda zaten hiç aramaz. ama çoğunlukla bıcır bıcırdır, çocuk gibi.

birkaç hafta oluyordu görüşmeyeli. dün msn'de, "yarın mutlu tönbekici geliyor, röportajım var" dedi, "aaa" dedim, "mutlu geliyor demek!!! hemen geliyorum."

mutlu ile lise arkadaşıyız. ama o günden sonra (20 yıl!!!) hiç karşılıklı görüşmedik, msn, mail, telefonla haberleştik, o da meslektaş olmamız sebebiyle kurduğumuzu diyaloğu ilerletmekten. iyi oldu tabii kontak halinde olmak. mutlu tönbekici benim medya aleminde okumayı en çok sevdiğim yazarlardan. dilini, sözünü, anlattıklarını her zaman sevdiğim biri. tuğçe baran değil de mutlu tönbekici olmasını, artık sadece mutlu olmasını da ayrıca seviyorum.

mutlu son küçük oteller kitabı'nı da çıkardı bu arada. pek yeni. bugün görüşünce hemen istedim bir tane:)) geçen seneki de harikaydı, mutlu'nun diliyle, hayallere kapılmanıza yol açan, gitmesiniz de sizi gezdiren bir dil.

bu senekini de okur okumaz size yazacağım.

velhasıl mutlu geldi, mutlu oldum ben. nurdan da vardı ya değmeyin keyfime.

mutlu yola çıktı, başka bir yere, başka bir otele.
biz diğer faniler tabii, evlerimize döndük:)))

Salı, Mayıs 26, 2009

hamdi koççç, adamımmmm


ırmak zileli radikal'de şöyle yazmış; (hatta okumayın kitabı okumadan, zira bütün kitabı anlatmış, sonuna kadar). demiş ki, bir erkek fantazisi, başka bir şey değil...

katılıyor muyum? hayır. yani, olay bundan ibaret değil. hem daha dün çıkmış kitap hakkında bir tanıtım yazısı yazarken en başından en sonuna kadar konusu anlatılır mı? nerede kaldı heyecan? yani bu yazıyı okuyup kitabı alan yandı, her şeyi bilerek okumak? hele de bir hamdi koç kitabını böyle okumak?

bloggerlar bilir benim hamdi koç takıntımı. bir eski kocanın öğleden sonrası elbette hemen alınıp okundu, tabii şuna üzüldü bu blogun yazarı, yahu bitti kitap, kim blir bir daha ne zaman okuyacağız yeni bir hamdi koç kitabı, değil mi ama?

kitaba gelince... murat'ı sevmek imkansız evet ama kim diyor sevmek zorunda olduğumuzu? murak eski karısını yolda bir adamla görüp deliriyor evet, yok mu böyle adamlar? bu ülkede daha beterleri de var, çekip vuranı, vurduranı. ha murat da o niyette, karısı boşansa da onun malı, kendisi ama her haltı yiyecek.

yok mu bu tür adamlar? var. varlar da ancak hamdi koç gibi yazarlar bu kadar iyi dillendirebiliyor onları.

kitap iyi. en şahane hamdi koç kitabı olmasa da yine de her şey harika. tamam kitap tanıtım yazısı böyle olmaz ama, ırmak zileli'nin yaptığı gibi de olmaz.

hadi bakalım, alalım, sevelim. yazın şezlongların yanına dizelim. listeler hazır değil mi? ekledik mi hamdi koç'u? tamamdır...

Pazartesi, Mayıs 25, 2009

Perşembe, Mayıs 21, 2009

iyi ki doğmuş kuzu:)



iki gün tatildi tamam. hannah montana filmine gidildi, oyunlar oynandı, kurtlar döküldü. sonra bu sabah okula gidildi. çocuğun ardından günün ilk çayı içilirken okuldan telefon geldi, bir haftadır kullandığı ilaçlar demek hala tam etkili olamamıştı ki kulağı ağrıyordu.

çocuk on dakikada okuldan alındı. yarınki doktor kontrolü bugüne çekilip doktora gidildi. doktor yeni ilaçlar yazdığı sırada ağrıdan eser yoktu; amma velakin çocuk haklıydı tabii, kulak hala kızarıktı. en çok, bir hafta daha dondurma yiyemeyeceğine bozuldu çocuk.

anne kıyamadı, götürmedi okula. ama evde pc başında çok iş vardı. çocuk, eli mahkum, kendini iki dvd'ye, sonra çizdiği resimlerine verdi. akşam oldu.

anne yarın da göndermiyor çocuğu okula. niye?

doğum günü kuzunun. sekiz oluyor yarın.

anne sekiz sene önce bu geceyi hatırlıyor. bir belgesel izliyordu, belgesel izlemeyi sevdiğinden değil, öylesine kanepeye kurulmuş, zaman öldürüyordu. zaman öldürülecek bir an değildi oysa, gece onbir buçuktu. uyumak lazımdı. ama uyumuyordu kadın, işte bodrum'u anlatan bir belgesel izliyordu. belki tatil özlediğinden. birden su geldi.

on iki saat bebeğini bekledi kadın. kolay olmadı. sekiz sene önce yarın öğlene doğru geldi bebek.

çabuk mu geçti zaman?

iyi ki var mı kuzu?evet, iyi ki var...

Salı, Mayıs 19, 2009

hande altaylı'dan yeni kitap


doğrusu ilk kitabı da sevmiştim ben. tamam öyle aman aman bir şey yoktu içinde ama iyi bir "şezlong" kitabıydı. maraz da öyle. hande altaylı hali vakti yerinde birtakım insanların iç dünyalarını anlatmayı seviyor. hali vakti yerinde diyorum zira karakterlerin parayla işi yok, yani kitaplarda paranın esamesi okunmuyor, doğal olarak parası olan bir kesimin para haricindeki diğer dertlerini dillendiriyor Altaylı diyelim.

bunda bir sakınca var mı? yok.

kimi eleştirmenlere göre mesela büyük bir derttir bu, böylesi kitapları sırf içinde sosyal mesajlar yok, parasal dertler yok diye küçümsediklerini, adamdan ve de kitaptan saymadıklarını biliyorum. peki ama yok mu böylesi insanlar hayatta? altaylı karakterleri gibi bir cenazeden çıkıp kendilerini nişantaşı kafelerine atanlar yok mu? e var... peki birilerinin de onları anlatmasında bir sakınca var mı? yok!

hande altaylı'nın bir de ciddi başarısı var; ironik bir dili var. ağlanacak şeye gülümseten, gülümsenecek şeye acı acı acı bakmanızı sağlayan bir dil. karakterleri kanlı canlı üstelik, "yuh, hayatta yoktur böyle bir kadın/ adam" dedirtmiyor, öylesi iyi çiziyor karakterleri. biraz insan sarrafı bir insan demek gerekir ona, karakter tahlilleri büyük olasılıkla hayatta pek kuvvetli olan ve bunu yazmayı da becerebilen bir insan.

kahramanı sevdim ben. kitabı da. tek ama tek bir şeye takıldım; 35 yaşında olmasına karşın kendini "yaşlı" addetmesini, örneğin bara falan gidemeyecek yaşta olduğunu ikide bir dillendirmesi ve efendim 28 yaşındaki bir adamdan hoşlanıp ısrarla benden çok küçüksün, sen çocuksun" demesini. yahu neresi çocuk 28 yaşındaki insanın ve yahu sevgili akıllı, hoş Hande Altaylı (biliyorum, aynı yaştayız), neremiz yaşlı bizim? Aaaaaa!

alın kitabı. sevin....

Pazar, Mayıs 17, 2009

Çarşamba, Mayıs 13, 2009

ooo!!!

SüperTeklif 2'inci Yaşına, 1.360.000 Üye ile girmiş... ne yüz bini...

e bu da yeni işimiz

bayağı kazançlı bir şey.
süperteklife tıkayıp üye olun; yapacağımız şey e-mail adreslerimize gelen mailleri okumak/ anket soruları cevaplamak. zor değil. vakit alan işler hiç değil... yüz bin üye yanılıyor olamaz:))))) hadi bakalım...

çıplak erkekler



Çıplak Erkekler, bir ilk roman. Amanda Filippachi, Colombia Yazarlık Programı öğrencisiyken, 1993 yılında, henüz 25 yaşında, bilimsel bir tez olarak yazmış bu kitabı. Çıplak Erkekler, sürrealist bir roman. Sevenleri elbette çıkacaktır bu tarzın, biraz Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar’ı gibi hatta. Orada beş yaşında olan ve “ her şeyi bilen” küçük bir kız vardı anımsarsanız, roman boyunca beni çıldırtmayı mesela, cidden başarmıştı. Biraz Perihan Mağden’in Refakatçisi’ni de aynı hisle okumuştum... Bu iki kitabı birden çağrıştıran Çıplak Erkekler, açıkçası bana en çok 25 yaşında yazılmış olmasıyla dikkat çekici geldi. 25 yaşındaki bir insanın aklından neler geçebilir, bunları nasıl bir romana dönüştürür, biraz da o gözle okudum kitabı.


Jeremy, kahramanımız 29 yaşında. Şişman değil evet, bundan mutlu ama, tuhaf bir bedeni var. Üstelik bu tuhaf bedenin altında büyüyememiş ve hatta olgunlaşamamış bir de ruh barındırıyor. İşinde istediği yere bir türlü gelemiyor, kız arkadaşıyla bitmek bilmeyen sorunları var ve pislik içinde yaşıyor. Kimsenin dikkat etmediği, daha doğrusu dikkatini verecek kadar değerli bulmadığı Jeremy, bir gün öğle yemeği için bir kafede otururken, kadın bir ressamdan bir teklif alıyor. Çıplak poz verecek!
Jeremy’nin kendine saygı duymasına, derken de “neyimi beğenip de beni resmedecek?” demesine varan bu süreçte çocuksu bir mantıkla, ressamın kendisin âşık olmasını isteme hayali birbirine karışıyor. Üstelik 30 yaşındaki güzel ressam Lady Henrietta’nın (bu ismi almış çünkü Dorian Gray’in Portresi’ndeki lordun dişi hali olarak görüyor kendini!) on bir yaşındaki kızı Sara tam bir küçük kadın. Jeremy’nin aksine, küçük bir bedende kocaman ve seksi bir kadının ruhunu taşıyan Sara ile Jeremy’nin ilişkisi, gerçek olamayacak kadar saçma olduğundan beni bunaltsa da, evet okur, bu ironik ve aynı zamanda dediğim gibi bir sürrealist roman. Yazar, tezatlar üzerine kurmuş romanını. Bu iyi bir fikir gibi...


Ancak çocuk bedeninde bir kadın fikri, hayır, beni hiç cezbetmiyor... Yine de siz, hem bir ilk roman avcısı iseniz, veyahut sürrealist bir şeyler arıyorsanız, onlarca dile çevrilen, hayli yankı uyandıran bu romanı kaçırmayın derim ben... (Çıplak Erkekler, Çeviren: Ülker İnce, 2002)

Bir başka kadın yazar “cesur” diye niteleyebileceğimiz biri. Faslı yazar Nedjma (takma isim kullanıyor) Badem isimli kitabıyla übizde de uzun bir süre listelerde kalmayı başarmıştı. “Erişkinler için anı roman” olarak nitelenen kitap poşet içinde satılıyor... Kitabın yirmiye yakın dile çevrilmesinin en büyük nedeni herhalde Arap dünyasında yaşayan kadınlardan en azından birine ait sır perdesinin aralanmış olması...

Daha küçücükken elbette zorla ve kendinden yaşlarca büyük bir adamla sırf mevkii için evlendirilmiş Badra. Bir yandan bu evliliğin ardından yaşadıklarını, kaçışını, teyzesine sığınışını, diğer yandan evliliğinde yaşadıklarını, cinsel deneyimlerini okura aktarıyor. Teyzesine sığınarak yazgısını değiştirebilen şanslı bir kadın aslında. Üstelik bir aşka da tutuluyor sonra, onu yıllarca esir alan, kendini, cinselliğini keşfetmesini sağlayan bu aşkı ince detaylarla, olduğu gibi okura aktarıyor.

Kimi okur bunca aralanmış, bunca apaçık bir anlatımdan rahatsız olabilecektir ancak cinselliğin de hayata ait ayrılmaz bir parça olan gören, kabul edenler mutlaka bu açıklığa takılmayıp edebi bir tat alacaklardır romandan.
Badem erotik bir roman değil, anlatım böyle bile olsa. Badem, kadınlığın keşfinin romanı. Sağlam bir olay örgüsü ile, hiç sıkmayan flash-backlerle, “acaba şimdi ne olacak?” dedirten bir roman. L’Express, “gerçek bir yazarın doğuşunu müjdeliyor.” demiş kitapla ilgili yorumunda. Baskının kol gezdiği bir ortamda bir kadın ne hisseder, ne düşünür görmek, okumak ilginç bir deneyim. Şimdiye kadar okumadıysanız bence şimdi tam zamanı... (Badem, Nedjma, Erko Yayıncılık)

Salı, Mayıs 12, 2009

dümtek


bu hadise'den bana gına geleli çok oluyor. ama eurovision dendi mi dayanamam...çocukken izlemekle kalmaz, videoya kaydeder, yaklaşık elli kere daha izlerdim. her bir şarkıyı ezberlerdim.

dümtek'i izlemek değil ama eurovision'a takılmak ne şahane. yarı finaller ve sonra finalll. yaşasınnnnn.

dünya wireless olsun

şu satırları size deniz kenarından yazıyorum. wireless bir kafeden. hava nihayet güzel, nihayet yaz. wireless cafelerde çay, tost, hamburger var, daha ne olsun. niye evde oturayım değil mi ama?

Cuma, Mayıs 08, 2009

bi de bu çıktı...


markafoni iyi evet; süreli ve davet mantığıyla işleyen alışverişte tek siteydi. anlaşılan işler iyi gitti ki ve birileri de bunu gördü ki artık limango adında yeni bir yavrumuz var. sistem tamamen aynı; guess gözlükleri görünce hemen daldım, zira markafoni'de çok beğendiğim bir model ben karar veremeden tükenmişti. ama ııh, buradakiler de bitmiş. daha önce markafoni'de satışı olan markalar var ama mesela şu anda arzu kaprol de alınabiliyor, markafoni'de onu hatırlamıyorum.

dediğim gibi sevdiyseniz bu markafoni işini, limango'ya da bir şans verebilirsiniz. sistem yine aynı, beni referans gösterin (ecearar at gmail.com) , sonra üye olun, arkadaşlarını sizi referans göstersin, bütün ilk alışverişlerden markafoni'de olduğu gibi hesabınıza 10 lira yatsın. mantıklı, güzel, eğlenceli, heyecanlı. ama 65 liraya giden guess gözlüklerin arkasından ağlamayın, çabuk davranın, ühüüüüü

Perşembe, Mayıs 07, 2009

küçük şeyler


skyfm arka planda hafif hafif çalınca şahane oluyor, evde oradan oraya koştururken de, çalışırken de... tavsiye ediyorum:)

ne iş ne iş, bu aralar ne işlerle iştigal ediyorsun diyenlere bir ilan gönderiyorum. gelirseniz bekleriz.

tanyatino diyetle kilo verdi ama ben ııh, diyet listelerine uyamıyorum. bu birkaç kilo gitmezse de çıldıracağım vallahi. şişman olan beynimiz mi yani, nedir, bir kitap var şimdi, okuyan var mı? zannedersem kendimizi ince görürsek inceliriz mantığında bir şey. olmaz öyle şey hehe

şıkkkk bir laptop çantası istiyorum.

tatil istiyorum.

görüşürüz.

Salı, Mayıs 05, 2009

umudum bu terlikte:)))



markafoni'ye fitfloplar geldi. pekkkk şahane. şıklar ama olay bu değil. acayip rahatlar ama olay bu da değil. fitfloplar kas çalıştırıp inceltiyor. var mı böyle bir şey? tam benim gibi tembellere göre.

"Geçtiğimiz yıl İngiltere’de tasarlanan Fitflop’lar kısa sürede dünyayı sardılar. Kısacası geçen senenin Crocs’ları bu yazın Fitflop’ları.

İngiliz Fitflop’ların herhangi bir parmak arasından farkı var. Çünkü her adımda bacak kaslarını daha fazla çalıştırmayı ve vücudu şekle sokmayı vaat ediyor. Tabanındaki farklılık saatlerce tabanda ağrı yapmadan yürümeyi kolaylaştırıyor."


ve de fiyatlar markafoni'de yarı yarıya. 129 liralık terlik mesela 59 lira. hemen ısmarlandı! hemen alalım, incelelim, fit olalım. zira çabuk tükeniyor ürünler. ve de efendim, bir daha hatırlatayım, üye olmak davetiye ile ya da referans sistemiyle. beni referans gösterebilirsiniz.

imza: markafoni elçisi hehehe

Pazar, Mayıs 03, 2009

mayıs keyfi

aaaa yazdım kayboldu, tühhhhh

mayıs güzeldir diyerek keseyim bari.

çok güzeldir, çok.

Çarşamba, Nisan 29, 2009

küçük şeyler

* balkona soğan ektik; taze soğan. her gün gidip sanki o bir insanmış ve uzayan da saçlarıymış gibi gidip bakıyorum; uzamış mı bakiim, ııh!

* bahar gelmiyor. biliyorum, yine birden yaz gelecek. oysa baharı özledim... siz de değil mi?

* neşe'nin oğlu deniz'in acilde yedi saat çenesi yarılmış bekletilmesi beni fena üzdü, sarstı. türkiye'de işler daha kolay, bir kez daha anladım. denizciğim hemen iyi olsun istiyorum.

* domuz gribi medyanın bir abartısı mı, dünyaya yayılacak mı, merak ediyor, korkuyorum...

* yine bir dergi yapıyorum. fazla çalışmaktan sırt ve el kemiklerim ağrıyor. olsun.

* balık öldü. yerine iki balık geldi. adları yaprak ve çiçek oldu:)

* balık ölünce, elvin onu öyle görünce çok ağladı. unutulmayacak bir sahneydi. herkesin ölümlü olduğunu, hele de balıkların çabucak öldüğünü anlatmak feciydi.

* bunun yanı sıra büyüme alameti sorular da gelmiyor değil; kiminle dudaktan dudağa öpüşebiliriz, kızlar erkekleri öpebilir ama kız kıza ya da erkek erkeğe öpüşülmez değil mi? aşık olmak ne demek gibi sorular:)))

* kilo vermeye çalıştıkça alıyorum. acilen dört kilo vermem lazım. acil planları olan?

* twitliyor musunuz bakayım? twitter.com'a üye olup nerede ne yaptığınızı sürekli güncellemeni gerekiyor, yeni trend bu:))) sms gibi, 140 harfi geçemiyorsunuz... mini blog mantığı. geçen gün bbc'de izledim twitter hakkında bir konuşmayı. diyordu ki, bu kadar hızlı büyüyen bir mecra yok... tamam evet, f.book zaten çok vaktimizi aldı, saçma. twitter da vakit alacak, o da saçma. ve ayrıca kime ne, nerede olduğumdan... ama paris hilton'undan barack obama'sına tiwitlemekte. bizim neyimiz eksik yahu:)))

Pazartesi, Nisan 27, 2009

meksika'ya bir bilet...

Herkesin gitmek istediği bir yer var şu adına dünya denen yerde. "Paran, vaktin olsa nereye gitmek isterdin?" sorusuna en sık verine cevap "Dünya turuna" olsa da, bu tur bir yerlerde başlamalı değil mi? Kiminin gönlündeki aslan kısa mesafelerle sınırlı olup yanıt Fransa olabilirken, kimi Kenya der bu soruya, bir diğeri Nepal. Ben bu soru sorulduğunda, hatta sorulmadan "Meksika" derim, Meksika diye bağırır, Meksika diye içlenirim. Mexico City ile turuma başlamak isterim, hostellerde kalmak, şehir arşınlamak, sonra mesela Acapulco'da uzun bir tatil yapmak isterim. Mayalarla, Azteklerle, piramitlerle buluşmayı elbette isterim de, en çok tahta masalara oturup tekila içerken mariachi'leri dinlemeyi düşlerim. Hal böyleyken Meksika ile ilgili ne varsa okumaya da çalışırım. Bu vesileyle elime geçen kitaplardan üçü var bugünkü tanıtımda. Olur da benim gibi Meksika düşleri kuruyorsanız, bir bakmakta fayda var. (ps: şu sıralar domuz giribi var evet... oradaki insanlara şifa diliyorum, sonra da bu gribin de kuş giribi gibi dünyayay yayılmamasını umuyorum.)

Şapkanın Altındaki Kıta Latin Amerika Oya Ayman’ın kitabı. Gazeteci Ayman hayallerini ertelemeyerek beş aylık bir tura çıkmış. NTV'de belgesel olarak da yayınlanan bu Latin Amerika gezisini kitaplaştırmış. Ayman kitabın başında, "Allende'nin tutkulu kahramanları... Marquez'in fırtına öncesi siesta'yı yaşayan kasabaları... Bir avuç sömürgeci tarafından yok edilen milyonlarca yerlinin, askeri rejimlerin baskısına direnen gerillaların mücadelesi... Dört duvar arasına sığmayıp sokaklara taşan renkli yaşamı... Ya da bütün bu öyküleri anlatan panflüt ezgileri... hangisi daha etkindi bilmiyorum, ama aklımda hep bir gün Latin Amerika'ya gitmek vardı." diyor. Diyorum ya herkesin aklında bir yer, herkesin aklında başka türlü imajlar.

Ayman turuna Ekvador'la başlıyor. Yolculuğu Peru, Bolivya, Şili, Arjantin ile devam ediyor. Nihayet Meksika'ya varınca benim de keyfim yerine geliyor. Betondan bir cangıla benzetiyor Mexico City'yi. beton cangılın bitiminde elbette yoksul gecekondu mahalleleri. Polis sirenleri, işportacılar, metro dehlizlerinden çıkanlar, taco satıcıları, sebze pazarları. bataklıkta kurulmuş bir kent. Görmediğim ama gözü kapalı sevdiğim o kent... Heyecanla okuyorum yazdıklarını Ayman'ın, fotoğraflara uzun uzun bakıyorum.... Bir gazetecinin gözünden koca bir kıtayı, Latin Amerika'yı yani dolaşıp geri geliyorum eve. Şimdi ihtiyacım olan tek şey yazarın dediği gibi hayallerimin peşinden gitmek için gerekli cesareti bulmak...(şapkanın Altındaki Kıta Latin Amerika, Oya Ayman, MB Yayınevi, 2006)

Meksika Masalları'nın kulağıma fısıldadıklarına gelince... Her masalı kendine mesken edinen mısır tarlaları ne güzel... Ocakta pişen iguana bize ne kadar uzak değil mi? İnsanın hırsız bile olsa bir işi en doğru şekilde yapmasını öğütleyen masal ne ilginç... Ülkeleri tanımanın bir yolunun da masallardan geçtiğini söylemek doğru değil mi? Tembel mi tembel bir Chanito var mesela, her ülkenin masalında yok mudur böylesi tembel birisi? Ve her ülkenin masalında bu tembel adama söylenen tümce değişmeyecek midir, tıpkı bir Meksika masalında "Chanito, sana artık tortilla vermiyoruz." tümcesi sizi gülümsetmiyor mu? Meksika'ya giderken yanınıza bu masalları da alın en iyisi siz. Masal iyidir, masal okumak, dinlemek, hele size birinin o masalları fısıldaması şahanedir. (Meksika Masalları, A. Cengiz Büker, Okyanus yayınları, 1995)

Gülten Dayıoğlu çocukların çok sevdiği bir yazar. Dayıoğlu çocuk kitapları yazmasının yanı sıra, gezdiği gördüğü yerleri anlattığı kitaplarıyla da tanınıyor. Meksika'ya Yolculuk da yazarın kitaplarından bir tanesi. Nasıl zarif, nasıl içten bir anlatımı var, okuyunca göreceksiniz. Yolculuğa en başından, uçak yolculuğunu da anlatarak başlayan yazarın bavullarının kaybolmasını dillendirişi bile çok sevimli. Katıldığı turu enine boyuna anlatan, bizi de adeta kendi grubuna dahil eden yazarın yolculuğu da Mexico City'de başlıyor. Bizi geçmiş zaman yolculuğuna çıkararak şehrin, ülkenin tarihini anlatan yazar, her gittiği şehirde bizi de gezdiriyor.

Tur yolcuları kimi yerlere gitmek istemediğinde üzülüyor, yine de mesela tek başına piramidin merdivenlerini çıkmakta kararlı. İnsanın yazarın yanında olup da "Üzülme, ben sana eşlik ederim..." diyeceği geliyor okurken. Dayıoğlu bizi pazarlarda, otellerde, lokantalarda da dolaştırıyor, Azteklerin Mayaların medeniyetlerine de götürüyor. Plajlarda da gezdiriyor, otobüslerle şehirleri, ana yolları da turlatıyor. Okuyucuya adeta sanal bir Meksika gezisi yaptıran yazarı en içten dileklerimle kutlamak ve nice nice yolculuklar dilemek ide bana düşüyor... (Meksika'ya Yolculuk, Gülten Dayıoğlu, YKY, 2004)

27 nisan


bugün onun doğum günü ama kendiminmiş gibi hissederim hep. 20 senedir doğumgünü her yaklaştığında hüzünlenir. 20 sene önce anlamayamdığım bir şeydi bu; ben çocuk olmaya devam ediyordum belki, o ise büyümeye. çocuk olup doğumgünümü kutlamak isterdim, günleri karalar, saatleri sayardım. o ise her defasında "of" derdi, "bir yıl daha yaşlanıyorum işte."

"aa" derdim, "olur mu öyle şey, büyüyoruz işte."

e ne çabuk büyüdük yahu.

yine o "yaşlanıyorum" diyecek bugün. şarap içecek, belki alengirli başka içkiler. sigara içmeyecek, küçük tenekelerindeki purolarından tüttürecek, kocaman gözlüklerini takacak bütün gün. çantasında mutlaka birkaç kitap. elinde telefonu. sms'lere cevap verecek.

arayan birkaç kişi için yüzünü buruşturacak, kimini açmayacak, kimini açıp kısacık konuşacak. ben aradığımda "büyüdün mü?" diyeceğim yine, o "yaaa, yaşlandım" diyecek...

iyi ki doğmuş. hayatımda olduğu için ne şanslıyım. hem sonra yaşlandığımızda- gerçekten yaşlandığımızda- beraber oturacağız, plak dinleyecek, elvin'in bizi ziyarete gelmesini bekleyeceğiz.

Salı, Nisan 21, 2009

cesur köpek

elvin'in okulunda dünya tatlısı bir drama öğretmeni var. isterdim ki benim de böyle bir öğretmenim olsun, isterdim ki yurdumun bütün öğretmenleri onun gibi olsun.

drama dersinde çocuklara yaptırdıklarına ilaveten aşırı iyi bir gözlemci, notlar alıyor öğrenciler hakkında, veli toplantısında kapısında kuyruklar oluşuyor ve süre yetmiyor! bu yüzden toplantı dışında da velileri kabul ediyor.

bugün onunla görüşme vardı. çocuklara kendilerini ve aile bireylerini hayvanlara benzetmelerini istemiş. nedenleriyle birlikte anlatmalarını bir de. bizimki tahmin edilebileceği üzere kediye benzetmiş kendini. nasıl bir kedi? akıllı, sevimli ve yaramaz bir kedi:)

ben? bir köpek. cesur, güçlü bir köpek. yaşasın.

Cuma, Nisan 17, 2009

küçük şeyler büyüdüler


last chance harvey- dustin hoffmann ile emma thompson. güzel film, şimdi izledim...
insanın içini açan, içini acıtan şeyler var. hayat gibi, gerçek gibi.

gelelim blog işine...

bu blog bir kez daha hatırlatmak isterim; edebi kaygılarla yazılmıyor. edebiyatçılar da insan nihayetinde ve evet, edebiyatçıların edebiyat dışında hayatları var.

ihtisaslaşmış bloglara özel bir hayranlığım var ama oradan buradan yazan bloggerların bloglarını da seviyorum. bu blog da öyle. minik bir iç dökme. hayatın kendisi değil, olamaz. birkaç paylaşmak istediğim şey için bu blog diyelim...

bu konuyla bağlantılı olarak bir iki şey daha söylemek isterim; blog benim kişisel bilgilerimi ortaya döküp saçtığım mecram da değil. böyle bir mecraya sahip olmak istemem. yalnızca kimi zaman hayatın küçük hoşluklarını paylaşmak isterim. niyetim bu blogda bu.

ve evet, şimdi de yukarıdaki konuyla bağlantılı olarak son olarak şunu söyleyeyim; adsız bütün yorumlara itirazım var. bu blogda adını yazmayan kişilerin yorumlarını görmek istemiyorum. bununla birlikte blog benimse eğer, böyle bir karar verebilme yetisinde de olduğumu düşünüyorum.

ben bu blogu birileri benimle "didişsin" diye yazmıyorum. ama birileri a bravo, şahane desin diye de yazmıyorum. "iyi yorum bırakılsın, kötü bir şey istemem" de demiyorum, yanlış anlaşılmasın.

sadece hayat kısayken birilerine cevap yazmak, sonra onun bana bir şey yazması, derken yanlış anlaşıldığımı düşünüp tekrar bir şey yazmak istemiyorum.

ben 38 yaşındayım... yirmilerimde hırçın, kimi zaman öfkeli bir insandım. kalp kırabilirdim. otuzlarımın başında sakin olmayı öğrendim, kalp kırmamayı, herkesle iyi geçinmeyi, dert etmemeyi, dert vermemeyi, yanlış anlaşılmaları engellemek için elimden geleni yapmayı öğrendim.

bu yüzdendir ki hırçın hiçbir şeye, hele tanımadığım insanlardan gelen yorumlara ihtiyacım yok.

budur..

Salı, Nisan 14, 2009

yaş 35 imiş


blogger olduğumda. geçmiş aradan tam üç sene. baktım o ilk yazılara; birini seçtim, koydum buraya.

rod fan
Bezden bir Bart Simpson var bende; yüz yıldır falan beraberiz. Şimdilerde küçük tuvalette duruyor; üzerinde çocukluğumdan kalma rozetler, iğneler. Geçen gün gözüm takıldı; bir de baktım, bir Rod Stewart. Aman Tanrım! Adam acayip genç, kırklarında falan. Ben bu rozeti on iki yaşımdayken Oxford'dan almıştım. Aradan 23 koca yıl geçmiş. Bana ilginç gelen şey şu oldu aslında; ben hala bir Rod Stewart fan'ıyım.

Oradan da şu noktaya atlayıverdim, demek ki zevklerimiz daha çocukken oluşuyor. Eh, bunu bilmeyen var mı diyeceksiniz? Tabii de, yani üzerine ne inşa ederseniz edin, mesela müzik için konuşursak üzerine son yirmi yılda yüz bin şarkı, bin şarkıcı da dinlemiş olsanız ilki baki. Yani o tuğla öyle sağlam bir şekilde yerleştirilmiş ki zamanında, geri dönüş yok. Rod Stewart'ı hala çok severim, hala rock ve pop-rock dinlerim.

Bu noktadan şuna da geldim tabii, çocuklarımızın "üstün" zevkleri olsun istiyorsak, onları bunlarla erkenden tanıştırmalıyız, böylelikle sonradan kendi tercihlerini yapacaklardır. Ve umarım büyüdüklerinde "of of kömür gibi yanıyorum" demeyeceklerdir....