Cuma, Şubat 27, 2009

Çocuk Yetiştirmek Kolay mı?



Yazar, binlerce aileye çocuk yetiştirmekte danışmanlık yapan biri. Üstelik kendisi de beş çocuk annesi; yani söylediklerine kulak vermekte fayda var... Medhus kitabın girişinde, “... Sonra bir gün, arkamı dönemeyeceğim bir haber okudum. Genç bir anne sudan bir sebeple öfkelenmiş ve iki yaşındaki oğlunu öldürüp, parça parça doğramış, tavada kızartmış ve köpeklerine yedirmişti. O anda ve orada, bana bunca şey vermiş olan ve çocuklarımın da yaşamlarını sürdürmek zorunda oldukları dünya için bu deliliğe son vermeye yardımcı olabilecek bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim.” diyor.

Her ne kadar çocuklarımız için en iyisini yapmaya çalışırsak çalışalım, dışarıda bir yerlerde yazarın sözünü ettiği olayların yaşandığı bir dünya var, bu yüzden kitaptan dersler çıkararak, kolayca yönlendirilmeyen, kendi kararlarını verebilen, bunları aileleriyle paylaşan çocuklar yetiştirmek önem kazanıyor.

Yazar; vardığı sonucu şöyle açıklıyor –ki bence hayli önemli bir sonuç bu- “Günümüzde çocukların karşı karşıya kaldığı tehdit ve meydan okumalar bir kaynaktan çıkıyor- çocuklarımızı kendi kendilerini yönlendirecek şekilde değil dışarının yönlendirmesine tabii olacak şekilde yetiştiriyoruz. Başka bir deyişle, onlara hayatta başkalarının onay ve kabulünü kazanmak üzere tercih yapmalarını öğretiyoruz. Çocuklarımız böyle yapmakla, insanı diğer yaşayan tüm canlılardan üstün kılan tanrı vergisi bir yeteneklerini ardında bırakıyor-muhakeme gücü.”

Peki ne yapacağız? Medhus bize kendi kendini yönlendiren çocuğun beş temel özelliğini anlatıyor önce. Yüksek kendine saygı/ kendine güven, ehil olma, bağımsızlık, ahlaki değerleri sağlam karakter ve bir grup içinde değerli olmak... Ardından da yeni doğandan başlamak üzere kendi kendini değerlendirme ile dış etkilerin yönlendirmesi arasındaki karşıtlığı anlatıyor.

Önemli bir bölüm olan “Kendi Kendini Yönlendiren Çocuklar Yetiştirmek İçin Yedi Strateji”yi dikkatle okumak lazım. Bu stratejilerden ilki ve yazarın deyimiyle de “en temel olanı”, uygun aile ortamı yaratmak. Yazar; “Her şeyden önce, aile ortamı kendi kendini yönlendiren çocuk yetiştirmek için uygun değilse, diğer altı stratejiyi kan ter içinde kalana kadar uygulasak da bir mucize falan gerçekleşmez.” diyor. (sf: 29)

Stratejilerin ardından gelen bölüm ise her eve lazım cinsten. “Çocuk Yetiştirmede Karşılaşılan Özgül Zorluklar” adını taşıyan bölümde çocuklarla başa çıkma teknikleri, taktikleri var. Elisa Medhus, her evde yaşanabilecek, sorun niteliğindeki yüz tane madde belirlemiş. Bunların arasında; başkalarının malına zarara vermek, arkadaş kavgaları, pirsing, dövme ve diğer beden süsleri, sataşmak ve küfretmek gibi başlıklar var.

Yazar her madde için önce “Neden Yaparlar?” sorusunun yanıtını vermiş, ardından da yaptırım ve çözümlerden söz etmiş. Açıkçası, “neden şimdi böyle yaptı bu çocuk?” sorusuna yanıt bulabilmek harika... Yazarın seçtiği yüz sorun da hayli tatmin edici. Çocuğunuza, aklını olumsuz dış etkileri kesip atan bir bıçak gibi kullanmasını öğretmenize ışık tutan bu kitabı kaçırmayın.

Bazı çocukların neden hayvanlara eziyet ettiklerinin yanıtıyla bitirelim;

“Çocuklar bazen hayvanlarına karşı o kadar yoğun bir sevgi duyarlar ki istemeden onları fena halde mıncıklarlar da diyebiliriz. Bazıları da sadece, odanın içindeki kediciği tekmelediklerinde, dürttüklerinde ya da fırlattıklarında ne olacağını çok merak ederler. Çok nadir de olsa sadist dürtülere sahip olmalarına neden olan psikolojik hastalıkları olabilir.” (sf: 186) (KENDİ BAŞINA DÜŞÜNEN ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK, Elisa Medhus. Çeviren: Özlem Tüzel Akal. Optimist Kitap, 2005)

Perşembe, Şubat 26, 2009

bursa sokak modası:)



pembe kadife pantolona uyum sağlayan "çekçekli" bir çantanın yanı sıra bu kışın olmazsa olmazı asker yeşili mont. mutlaka converse tarzı ancak renkli ayakkabılar ile giyilecek.

bu kış şapkalar fitilli ve siyah. kafaya büyük gelmesi, hatta annelerin dolabından kapıp giyilmesi önerilenler arasında.

cennet sendromu?


Maslow bundan altmış yıl önce çeşitli araştırmalar sonucunda şimdilerde “motivasyon teorisi” denilen, bizim üniversiteye adım atar atmaz “güdü teoremi” adıyla ezberimize aldığımız üçgen şeklindeki listeyi hazırlamış önemli bir bilim adamı.

Maslow, insan ihtiyaçlarını beş kategoriye ayırmış. “En alttaki ihtiyacı karşılamazsan ötekine geçemezsin” diyor kısaca. İhtiyaçlar karşılana karşılana da en tepedekine ulaşıyorsun. Önce temel fizyolojik ihtiyaçlar karşılanacak; yemek yiyeceksin, uyuyacaksın. Sonra güvenlik ihtiyaçları var; kendini, evini koruyacak, geleceğini garantiye alacaksın. Bu da bittiyse sevgi ve aidiyet var sırada; diğerlerini karşılayabildiysen sevmeyi, sevilmeyi düşüneceksin, yardımsever olabileceksin. Saygı ihtiyacı bir sonraki aşama; şimdi tanınmak istiyorsun, statü istiyorsun, takdir edilmeye ihtiyacın var... Ve işte tepede ideallerini ve yeteneklerini gerçekleştirme ihtiyacı... Artık ne yapacağını, nereye gitmek istediğini düşünebilirsin, enteresan fikirler üretebilirsin... Projelerini gerçekleştirebilirsin falan filan...

Bu son noktaya gelmek kolay değil; tepeye ulaştıktan sonra ne oluyor diye düşünmekse şahane... Doğrusu okulda “her şeyi hallettikten sonra ne oluyor?” konusuna pek girmemiştik biz...

İnternet bir derya ya; Observer’da Mike Carter’ın Türkiye maceralarını okurken birden “Cennet Sendromu” sözcüklerine rastladım. Seksenlerin ilah grubu Eurytmics’ten Dave Stewart bir iki yıl önce bu kavramı ortaya atmış. Adam yani bir pop müzik starı olmakla kalmamış, kendi hastalığına isim vererek tıp literatürüne de geçmiş...
Milyoner Stewart, Maslow’un teoremindeki son noktayı da geçince bir illete yakalanmış; istediğin her şeyi elde edebileceğin inancı... Her şeyi elde edebiliyorsan, hayatın ne anlamı var, öyle değil mi ama? İşte bu sendromdan muzdarip Stewart, kendi kendine teşhis ettiği hastalığın adını “Cennet Sendromu” koymuş.

Buna göre, artık hiçbir şey seni tatmin etmiyor, keşfedilecek yeni bir kıta kalmadı...Her şeyin var ve o her şey o kadar mükemmel ki, sahip olduğun hayatla başa çıkman ve depresyona girmen işten bile değil... Daha büyük bir hedef arıyorsun, bulamıyorsun... Futbol kulübü alsan? Yeni bir jet? Uşaklar? Film yapımcılığına soyunsan? Bunları yapan zenginler var, biliyoruz. Hepsini yapan, bitirenler de var. İşte Dave’e göre bu insanların veyahut lotodan büyük ikramiyeyi kazanan sıradan bir insanın bile bu hastalığa yakalanması olası...

Cennet sendromundakiler tam bu noktaya ulaştıklarında, her şeye sahip olup da artık ne yapacaklarını bilemediklerinde, beyinleri onlara bir türlü oyun oynayarak, “Her şey olup bittiğine göre herhalde şimdi de kötü bir şey olacak” diyor, bu duygudan kurtulamıyorlarmış...

Bazı sıradan insanların da Maslow’un belleklerimize kazıdığı tepedeki noktaya azıcık yaklaşmışlığı olabilir tabii ancak ülkemin çoğunluğunun da daha ilk basamakta mücadele verdiğini, işte sırf bu yüzden de kendini geliştirmek için herhangi bir çaba içine girmediğini, giremediğini bilmek lazım. Evinin kirasını karşılayamayan bir adama “ideallerin ne demek?” fiziken imkansız bu teoreme göre.

Ülkem Maslow’un teoreminin alt basamağında cennet sendromundan muzdarip olacağı günü bekliyor... Veyahut, hadi bir kavram da ben atayım ortaya; resmen “cehennem sendromu” yaşıyor...

veda yemeği

içinde "yemek"le ilgili bir şey geçen kitapları, içeriğine bile bakmadan topluyorum, söylemiştim. michel tournier'nin veda yemeği isimli kitabını da böyle alıp attım çantaya geçen kitap fuarında.

bu aralar kitap okuyamıyorum demiştim ya, neyse dün aldım elime kitabı. kitaba ismini veren ilk öyküyü keyifle okudum. sonraki öykülerdeyse feci sıkıldım. ancak veda yemeği tek başına bir kitap olacak kadar keyifli, hayatın içinden geldi bana. o yüzden devamını beğnemesem de, yine de nitelikli bir okuma gerçekleştirdiğime karar verdim.

kitaptan şu paragrafın altını çizdim;

"Seferlerimle ilgili anılarımı anlatırken tutkuyla beni dinliyordu. Sonra sermaye tükendi. Tutkusu saygıya dönüştü. Daha sonra da bana verdiği yalnızca sabır göstermek oldu. Ve sabrın da bir sınırı vardır..."

Çarşamba, Şubat 25, 2009

bi durup düşünür herhalde artık...

Canlı yayında Yıldız Tilbe'ye "Seni pezevenklerin elinden kurtardım" diyen İbrahim Tatlıses, atv yönetiminin hışmına uğradı. atv yönetimi az önce aldığı kararla İbo Show'u yayından kaldırdı.

Tatlıses, canlı yayında konuğuna "Seni pezevenklerin elinden kurtardım" açıklaması yapmış, daha sonra geri adım atmak yerine Yıldız Tilbe'nin isteklerini açıklayarak tartışmayı alevlendirmişti.

Tüm bu gelişmelerden rahatsız olan atv yönetimi, İbrahim Tatlıses'le anlaşarak programın yayınına son verdi.

kaynak: medyatava

bugün kimler nası gelmiş

tanya ve gülçin sayesinde ben de kim hangi sözcüklerle buraya geliyor, artık bakabiliyorum.

en ilginçleri şunlar;
kahve falında kutup ayısı
yabancı gelin facebook
KAHVE FALI DENİZATI

hımm, demek bi "kahve falı" sitesi açsak köşeyi dönücez:)

okuduğum gazete... anket sonuçları

64 kişi oylamaya katıldı, sonuçlar şöyle.
hürriyet
22 (34%)

cumhuriyet
17 (26%)

vatan
14 (21%)

milliyet
12 (18%)

radikal
10 (15%)

diğer
10 (15%)

sabah
9 (14%)

akşam
5 (7%)




kimi yönleriyle tirajlara uygun, kimi yönleriyle enteresan bir sonuç. cumhuriyet okurlarının fazlalığı dikkat çekiyor. hürriyet'in en çok okunan gazete olması şaşırtıcı değil. bloggerların sabah ve akşam'ı tercih etmedikleri de açıkça görülüyor.

ben kimim, sen kimsin?


Ruhsal Astroloji iddialı bir sözle açılıyor; “Bu, ruhsal kaderini gerçekleştirmek isteyen herkesin mutlaka okuması gereken bir kitaptır.” Akaşa Yayınları’ndan çıkan ve Jan Stiller’ın yazdığı kitap aslında eğlenceli ve şaşırtıcı. Önce size sunulan bir tablodan “kuzey düğümünüzün bulunduğu burç”u buluyor ve ardından da sizi ilgilendiren sayfaları okuyorsunuz.

Yani kitap altı yüz küsur sayfa diye korkmayın... Geride bırakmanız gereken eğilimlerin, geliştirmeniz gereken niteliklerin ardından konu aslında sizin ne istediğinize geliyor. Kişiliğiniz, kibriniz, egonuz, hayalleriniz, ilişkileriniz, tutkularınız ve hedefleriniz gibi alt başlıklar sayesinde kendinizi tanımaya bir adım daha yaklaşıyorsunuz. (Çeviri: Semra Ayanbaşı, Ali Kılıçlıoğlu, Akaşa, 2004)

Sen Tanrısın diyen isim Story Waters. Waters kısaca, “Yüreğine bak, ruhunu canlandır, hayatını aydınlat” diyor. Bunu da nasıl yapacağımızı bölüm bölüm anlatıyor. Kitapta güzel olan okuyucuya birebir hitap edilmesi ve her defasında cesaretlendirici ifadeler kullanması.

“Ben neymişim de haberim yokmuş” demek için ideal yani. Bakın ne diyor mesela yazar, “”Tesadüfen burada değilsin. Buradasın çünkü birçok hayat boyu, bu harika boyutunu yaratıcılığının bir parçası oldun. Harikuladeliğin oluşumunu seyretmek için burada değilsin. Harikulade olan sensin; bu doğrudan bir deneyim. Ne kadar harikulade olduğunu deneyimlemek için kendine izin ver. Sen inanılmazsın.” (Çeviren: Nil Gün, Ötesi yayıncılık, 2006)

Sıra geldi Benim Büyük Kitabım’a. Nina Grunfeld bu kitapta kendi yaşamınızın koçu olmanın yollarını birçok alıştırma ve egzersizle sunuyor. Ancak tabii kendinize yaşam koçluğu yapmadan önce kim olduğunuz öğrenmeniz de gerekiyor.

Denge tablolarında yazarın direktifleri doğrultusunda hayatınızın tüm alanlarını puanladıktan sonra kendinize koçluk yapmaya hazır hale geliyorsunuz. Tablo değiştirmek istediğiniz alanları görmenize yardımcı oluyor. Kitabın diğer bir faydası da, eğer gerçekten egzersizleri uygularsanız hedeflerinize ulaşmanın da daha kolaylaştığını görecek olmanız. Haftalık, aylık, yıllık hedeflerinizi not alabileceğiniz sayfalar sayesinde, aslında neyi çok istediğinizi görmeniz mümkün.

Beni kitapta en çok etkileyen bölüm yazarın “canlandırma” diye adlandırdığı egzersizler oldu. İstediğiniz hedefe ulaşmak için aşmanız gereken süreci veyahut da sanki çoktan gerçekleşmiş gibi, hedefinizin veya ulaşmak istediğiniz sonucun zihinsel görsellerini yaratmak olarak tanımlanabilen canlandırmalar insanını kendine güvenini artırıyor, negatif düşüncelerden uzaklaştırıyor ve daha iyimser bir gözle dünyaya bakmasına yol açıyor.

Bu kitabı alın, çantanıza atın. Yazarı dinleyip boşlukları doldurun, çizimleri, kolajları yapın. Grunfeld’i yeni arkadaşınız ilan edin, işe yarayacak... (Çeviren: Merve Duygun, Kaizen Yayınları, 2006)

Salı, Şubat 24, 2009

kim neyi arayarak gelmiş

nasıl ve nerden bakıyoruz?

oscar ve moda


her yerde çarşaf çarşaf yayınlandı. onun elbisesi, bunun elbisesinin kuyruğu. gördük, bu sene straplez moda.

modadan anlamayan biri olarak bütün elbiselerin straplez olması sebebiyle birbirine benzediğini ve ilginç bir yan bulamadığımı söyleyebilirim. oysa bütün bu şaşalı giysiler arasında benim naçizane fikrime göre en iyisi tilda swinton'ın kıyafeti.

giysi "lanvin"miş. bence harika ve onu diğerlerinden ayırmaya kat kat yetiyor. yani bi oscar törenine katılacak olsam, onca giysinin arasından bunu seçerdim ben.

beyonce'ninkinden hiç bahsetmeyim:) onu giysem, giydiğim an bi köşeye oturur, bi daha da ordan kalkmazdım!


swinton'ın tarzı gazetelerde yer bulamamış olabilir, kalbimde yer buldu, o kesin!

illa straplez giyeceksin, yoksa seni vururuz diyosanız da bunu giyeyim:)

eşler ne diyor?

Şinasi'den Turgut Uyar'a, Yusuf Ziya Ortaç'tan Attila İlhan'a... Pek çok ünlü yazarın evdeki hallerini merak ediyor musunuz? Nasıl yazdıklarını, hangi kalemi kullandıklarını, çocuklarına olan tavırlarını, ev işi yapıp yapmadıklarını? Yanıtınız evetse, "Eşlerinini Gözüyle Edebiyatçılarımız"ı okumanızda fayda var.

Kimi sabahtan çalışma odasına çekiliyor, öğle vakti gelince burnuna gelen kokulara dayanamayarak kapılarını açıyorlar. Yemeklerini yer yemez yine odalarına çekiliyorlar. Ve işte o küçük odalardan akşama doğru tekrar çıkıp bir lütuf gibi eş ve çocuklarına bir saatlik birliktelik bahşediyorlar.

Akşam yemeğindeki birlikteliklerinden memnun olmayan yazar eşi yok gibi, hepsi entellektüel birikimleri çok yoğun olan eşlerinin anlattıklarını dinlemekten memnunlar. Genellikle akşam yemeği sonrası da okumaya çekiliyor bu yazar tayfası. O küçük odalardan Kuyucaklı Yusuf çıkıyor sonra, Sisler Bulvarı çıkıyor, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi çıkıyor.

Kimi sadece ve sadece kurşun kalemle yazıyor yazılarını. Ama kalemleri yontma işi eşlerin. Sonra daktilo etmek de onların işi. Eh tabii, çocukları büyütmek, alışveriş yapmak, ütü falan zaten eşlere ait işler.

Birçok yazar büyük bir neşe içinde "ampul bile takamadıklarını" dile getiriyor. Hayatını sadece yazmaya endeksleyen, tüm işi bu olan yazarlar arasında en ilginçlerinden biri Nurullah Ataç. Öyle ki, onunla ve eşiyle yapılan bu küçük röportajdan hemen sonra insan Nurullah Ataç ne yazmışsa okumak için derin bir istek duyuyor.

Nurullah Bey'in eşi; "Nurullah Bey'i çekiştireceksem konuşurum" diyerek söze başlıyor. Nurullah Ataç da ekliyor; "Bizimki beni hiç sevmez. Yazılarımı da okumaz." İçki içen, kumar oynayan, devamlı aşık olan Ataç'a eşi pek kızıyor. "Eşiniz en çok neyi sever?" sorusuna da Leman Hanım "Kavgayı" yanıtını veriyor. 33 yıldır yazı yazdığını söyleyen Ataç'ın "eğer" sözcüğünü hiç kullanmadığını, "ve", "lakin" ve "şayet" sözcüklerini de 40 yılından beri kullanmadığını öğrenmek ilginç değilse nedir?

Kimi yazar eşi eşlerinin çok içki içmesinden şikayet ederken, kimi eşlerinin hiç içki içmeyişleriyle gurur duyuyor. Attila İlhan annesinin getirdiği yüzüklerin ardından evlenme teklifinde bulunurken, Cemal Süreya üstü çamurlanan oğluna kızdı diye eşini on gün çalışamaz raporu alacak kadar dövüyor. Rıfat Ilgaz'ın eşi, "Güdük Necmi"nin yazarın ta kendisi olduğunu söylerken, Peyami Safa'nın eşi en çok Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'ndaki çocuğa acıyor.

Aylarca eynı elbiseyi giyen Arif Nihat Asya'nın karısı gizlice kıyafetlerini değiştirirken Orhan Kemal eşinin ağır grip olduğunu bile unuturmuş. Behçet Necatigil'in eşi "hiçbir zaman şakıyan neşeli bir evimiz olmadı" diyor. Çünkü Necatigil şiiri bitmeden yani çocuğu doğmadan asla odasından çıkmazmış, çıkması gerekirse de beş karış suratlı bir adam olurmuş. Ama tabii eğer şiirini bitirdiyse sorun yok; çocuklarıyla ilgili bir baba, duygulu bir eş...

Kitap sahiden de enteresan. Tuhaf bir tat bırakıyor damaklarda. Bir parmak bal çalıp gidiyor. Şöyle bir yanı var ama; birçok büyük yazarı ihmal ettiğini düşünüyor insan; birçok büyük yazarı dönüp tekrar okuması gerektiğini.

( Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız, Tahsin Yıldırım, Selis Kitaplar, 2003)

kırmızı ödüller'de oyuncak müzesi




Basında En İyi Kültür, Sanat & Eğlence Reklamı Kırmızı Ödülü'nü Markom Leo Burnett/Grey İstanbul "Oyuncak Müzesi" ile almış. Süper bence, süper...

kaynak: elmaaltshift.com

Pazartesi, Şubat 23, 2009

reklam yorumları devam

kadın adama "televizyona çık" demiş.
adam televizyona çıkmış.
sonunda ama adam gerçekten de televizyona çıkmış.

türkler?

Konda araştırması'na göre Türkler; ""yabancı düşmanı, ender kitap okuyan, kadınları ikinci sınıf olarak gören ve demokrasi konusunda zıt duyguları olan sosyal muhafazakar insanlar".

Türklerin yüzde 73'ü yabancıların mülk almasına karşı, yüzde 70'e yakın bir bölümü hiçbir zaman kitap okumuyor, yüzde 72'sinin hiçbir zaman ya da çok ender yeni teknoloji ürünü alıyor.

Yüzde 70'ine yakın bir bölümü, evli kadınlarının çalışmak için eşlerinden izin alması gerektiğini söylerken yüzde 57'si, kadınların kolsuz bir üst parça giysi ile evden çıkmaması gerektiğine inanıyor. Yarısından fazlası da -yüzde 53'ü- Türkiye'nin laik anayasasının yasakladığı, kadın yargıçlar, savcılar, öğretmenler ve diğer kamu görevlilerinin görevde İslami başörtüsünü kullanmasına izin verilmesinden yana."

düşündürücü bir araştırma...

kaynak: anka/ medyatava'dan

anaokularında neler öğretiyorlar çocuklara...


bizim kız inatçı, başına buyruk biliyorsunuz. hayatta izin alarak yaptığı tek bir şey var, tuvalete gitmek!

anaokulundan kalan bir şey o da, "örtmenim tuvalete gidebilir miyim?" cümlesi herhalde anaokullarında gün içinde en çok çınlayan soru. bizimki de işte bir sürü güzel şey kapmıştır tabii anaokulundan ama bunu ısrarla sürdüren bir çocuk. dediğim gibi başka hiçbir şey için izin almaz.

dün akşamüstü feci uyku bastırdı. dedim "müsaade et, 15 dakika uyuklayayım. uyumazsam sıkıcı geçecek akşamımız. uyuklarsam neşeli oyunlara doğru akabileceğiz." ikna oldu, "tamam, uyu azıcık" dedi. "ben de resim yaparım" dedi ardından.

ben kıvrıldım kanepeye. o da anında vınn, gitti evin içinde bir yerlere.

üç saniye geçti geçmedi, içeriden seslendi;

"şimdi ben, sen uyurken izin almadan mı tuvalete gideceğim?"

kalkıp ısırabilirdim de hâl yoktu:)))

Pazar, Şubat 22, 2009

reklama cevap

reklam: "saç fırçanızla barışmanızın zamanı geldi"

elvin: saç fırçamızla niye küselim ki?

sen... ben...


bugün..

kahvaltı bitti.

kahve içilecek- ece
ödev yapılacak- elvin
bulaşık makinesi boşaltılacak- ece
okul çantası hazırlanacak- elvin
güzel yazı defteri alınacak- ece ve elvin
sokaklarda azıcık vakit geçirilecek- ece ve elvin
yemek yapılacak- ece
pc oyunları yarım saat oynanacak- elvin
banyo yapılacak- elvin
yemek yenecek- ece ve elvin
uyku- ece ve elvin

kliasik bir pazar... bahar gelsin! rutin kırılsın.

Cuma, Şubat 20, 2009

deniz seki?


bugün sabanur kıraç milliyet'te yazmış;

deniz seki sürünsün istiyorum

"Evet yanlış okumadınız ben Deniz Seki bir bedel ödesin hatta sürünsün istiyorum. Uzun bir süre kameralar karşısında ağlasın, çok yanlış bir şey yaptığını herkese hissettirsin istiyorum. Kokainin korkunç bir şeyler olduğunu, denediği için bile pişman olduğunu göstersin istiyorum. Çünkü bu kadar kolay olmamalı. Önce her yerde en güzel kıyafetler içinde görünüp, en pahalı arabalara binip en iyi evlerde oturacak, sonra kokain kullandığı için gözaltına alınacak... Hatta kullandığını itiraf edip tutuksuz yargılanacak. Ardından da çıkıp güle oynaya bunu atlatacak.

Yok kardeşim. Böyle olmamalı. Bu kadar kolay olmamalı. Kimsenin bilinçaltında kokain kullanmanın sakıncası olmadığı gibi bir fikir kalmamalı. Kimse kokain kullanınca hayatın böyle zevkli, başarılı ve eğlenceli olduğunu düşünmemeli. Kimse uyuşturucu kullanmaktan böyle kolay kurtulacaklarını düşünmemeli.

Cezasını kamera karşısında çeksin
Yanlış anlamayın. Kate Moss için de aynı şeyleri hissediyorum. O ve onun gibi uyuşturucu kullandığı ifşa olmuş tüm ünlülerin sürünmesini istiyorum. Kötü örnek olmak bu kadar kolay olmamalı. Hem ekranların karşısında olup hem dünyanın parasını ve şöhretini kazanıp hem de her türlü hataya bulaşma hakkına sahip olmamalı ünlüler.
Nasıl tüm hayatlarını, başarılarını, mutluluklarını TV önünde yaşıyorlarsa yaptıkları hataların cezasını da yine TV önünde çekmeliler.

Böylelikle hiçbir genç beyin, “Uyuşturucu kullansan da hayat mükemmel olur” yanılgısına düşmez. Hayır ben istemiyorum. Deniz Seki bu son skandalından tertemiz kurtulup hatta daha da güçlenip, daha da iyi işler yapsın istemiyorum. En azından bir süre sürünsün istiyorum. Hiçbir gencin onun yaptığı hatanın izinden gitmemesi için bunu bize borçlu! Kimseye “Ünlüler halka mal olmuş insanlardır” gazelini okumuyorum. Ama bu kadar kötü ve bu kadar tehlikeli bir konunun güller, çiçekler, şarkılar ve danslarla kapanmamasını talep ediyorum!"


günlerdir içimden deniz seki şarkıları söylüyorum, bilen bilir, türkçe müzik, türk filmleri falan... bana göre değildir (lütfen burun kıvırdığımı zannetmeyin, bendeki başka bir şey, "damak tadıma uymuyor" diyelim hehe). neyse ama diyorum ya, içimden deniz seki şarkıları söyleyerek dolaşıyorum birkaç gündür. deniz seki bana ruhunu şarkılara teslim edebilen nadir insanlardan biri gibi geliyor. söylediği şarkılar süperötesi olmasa bile hepsinde "sahici" bir şey var, bir ruh var, şarkının kendisi sesinde mevcut. dolayısıyla benim bu anlamda takdir ettiğim bir kadın.

ama bu kokain meselesi iyi olmadı... nur çintay da yazmıştı, "bu ünlü tayfasının kokain kullandığını bilmemek için marslı olmak gerekir" kabilinden bir yazı. ben bilmiyorum şahsen. marslı olabilirim. ben insanların kendilerine böylesi zarar verecek bir şeyin müptelaları olma durumunu anlayamıyorum. kurtulamayacağın ve seni günden güne tüketecek bir şeyin esiri olmak? yok, bana göre değil (sigara illetini saymazsak).

neyse evet, sabanur kıraç bir yerde haklı. devir değişti. hele krizle birlikte bazı hayatlar çok daha şaşalı, çok daha neşeli ve kolay görünüyor, görünecek çocuklara, gençlere. kokakin kullanmakta bir sorun yok, salıverildi, gitti olmasın... deniz seki sürünmese bile bu işin böyle "bi daha içmem, pişmanım"la kalmasına kimsenin gönlü razı olmasın.

ha deniz mi bir tek? valla, madem o yakalandı, yapacak bir şey yok...

Çarşamba, Şubat 18, 2009

tatil...


aslında tatile çıkayım hayali falan değil; çalışsam daha iyi bu aralar:)) ki zannedersem dergi için koşturmaya başlayacağım yarından itibaren.

foto birkaç sebepten:
1. paige marshall geliyor. özledim. özleyince fotoğraflara bakıyorum.
2. picasa 3 şahane. süper kolajlar oluyor. madem öyle alaçatı bi kolajlansın dedim...
3. görüldüğü üzere hiç kitap okumuyorum:) paige marshall ise kitap okuyor mütemadiyen. ben bir şey deyince kafasını kaldırıp cevap veriyor, sonra yine kitabına dönüyor:)

sağır duymaz uydurur


elvin'in bir problemi var; bazı sözcükleri yanlış biliyor. ama bu yanlış bilme hikayesi tamamen duyduklarını kafasında yanlış yorumlamasından ve de dikbaşlılığından kaynaklanıyor. bir sözcüğü artık nasıl duyuyorsa öyle yerleştiriyor beynine ve sonra da kendi bildiğinin doğru olduğunda ısrar ediyor.

yedi yaşında bir velet olabilir ama kesnilikle fazla iddiacı. bunu nasıl kıracağız bilemiyorum. bu "yanlış bilme" işi bu sene gözle görülür bir problem olmaya da başladı. okulda çünkü dikte dersinde öğretmen ne dese yazıyorlar ya ya da işte ben o üşendiğinden yazması gereken şeyi okuyotum, o yazıyor, bir bakıyoruz bütün t'ler d. işde, kitapda vesaire vesaire...

bir de ciddi ciddi yanlış öğrendikleri var. işte iki diyalog;
-anne bugün etüp dersi var.
-etüt olmasın?
-hayır anne, etüp.

-anne yeni jandarma verdiler bize.
-??? nasıl bir şey o jandarma? (bir iki sn. sonra anladım tabii.) getir bakayım o jandarmayı bana sen:))
-işte bu anne.
-kızım o ajanda:)))
-yaaaa
-ya!

Salı, Şubat 17, 2009

bir mucize bekliyorum



türkiye kasım ayı itibarıyla işsizlikte dünya dördüncüsü olmuş. freelance çalışan biri olarak o işsizlerden biri de benim, malum akşam yazıları biteli çok oluyor, düzenli para kazandığım tek iş de oydu. şimdi edit ettiğim dergiler de ilansızlıktan hep ileri tarihe atıyorlar yeni sayıları, bu durumda ya bir anda deli gibi işim oluyor ya da hiç işim olmuyor.

işsizlik çok kötü. insan kendini işe yaramaz hissediyor. bir de yaratıcı işlerle uğraşan biriyseniz durum sanki biraz daha vahim. öteki türlüsünde açarsınız ilanları, muhasebecisinizdir, bakarsınız muhasebeyle ilgili ilanlara. yaratıcı mesleklerde bu işsiz kalma durumu insanı ambale ediyor, doğruya doğru...

bir kere yeni bir yaratıcı faaliyet bulmak üzere kıvranıyor oluyorsunuz. yazarsanız "yazayım" diyorsunuz, e iyi de ne yazacaksınız? birdenbire olabilen şeyler değil bunlar... veyahut bir proje oturtmaya çalışıyorsunuz kafanızda falan filan. sıkıcı ve üzücü vesselam...

"mucize" dedim çünkü benim şu sıra iş bulmam mucizelere, çekim yasalarına, secret'lara şunlara bunlara bağlı. ona karar verdim.

bundan yıllar yıllar önce ilk kitap yayınlandığı sırada kızım da daha bebekken şaşkın ördek gibi dolaştığım bir zaman dilimi vardı... işimden sıkılmıştım ve bir proje geliştirmiş, o hayalin peşinden koşuyordum.

evde bir bebek, gitmem gereken bir iş ve ben girişimcilik kurslarında... pek de atak ve enerjik biri değilimdir, fena halde sıkılıyordum. "bu mudur? yapabilir miyim? nerden kalkıştım bu işe? batar mıyım? şirket kurmak kim, ben kim?" gibi sorularla boğuşurken ve yine o kursun çay molasında sigara üstüne sigara içerek "kaçıp gitsem mi şuradan? işten de istifa etsem mi?" diyerek delirme durumlarında ve üşürken cep telefonum çaldı.

"radikal gazetesi'nden arıyoruz" dediler. herhalde kitapla ilgili bir şey dedim içimdem... kitap ekinde bir sayfalık nefis bir tanıtım da çıkmıştı bir iki hafta önce. onunla ilgili bir durumdur diyerek beklemeye başladım. "cem erciyes görüşecek" dediler, kitap ekinin başındadır cem bey...

cem bey bana "kitap ekinde yazar mısın?" dedi konuya acilen girerek, "çocuk kitapları tanıtmanı istiyoruz" dedi. hemen atladım, balıklama daldım hatta ve hayatıma yeni bir amaç kattım. o güne dek sadece yerel gazetelerde yazmıştım. böylelikle cem erciyes sayesinde hayatımın "ulusal gazete" sayfasını açtım.

çok uzun süre yazdım onlara. sabah'a, sonra da akşam'a geçene kadar.

sabah ve akşam hikayeleri de ayrıdır. başka bir gün anlatırım.

ama şuradan geldim konuya.
bir mucize bekliyorum yine acilen.
aynı şaşkın ördeğim şimdi yıllar sonra. başa döndüm.
cep telefonum çalsın ve....

not. fotoğraf biraz huzur için...
işsizlik çok zor...

Pazartesi, Şubat 16, 2009

hani şey şeyde şey giymişti, nereden alabilirim...

vallahi, seenon.com işi çözmüş.

mesela soru şu;

On Private Practice on 2/12, Naomi was carrying a black purse with an outside pocket. Any idea what brand of purse that is?

cevap da editörden hemen geliyorrr;

Sure do! It's by Lockheart.
www.lockheart.com

xoxo, Heather

vay yahu... dünya nasıl değişti. onun bunun giydiği, taktığı her şey hoppp bulunabiliyor, bilinebiliyor...

oldu o zaman...

dost canlısı bir kutup ayısı



Kahramanımız Lars küçük bir kutup ayısı. "Sadece buz ve karın olduğu, hiç ağaç ve çiçeğin olmadığı" Kuzey Kutbu'nda yaşıyor. Lars yine de durumundan şikayetçi değil çünkü o; her buz tepesinin ardını merak eden bir kutup ayısı... Bir keresinde Lars biraz fazla uzağa gidiyor ve macera da işte böyle başlıyor.

Karnı çok acıkan Lars bir Eskimo evine yaklaşıyor ancak evin önündeki kızak köpekleri Lars'ı hiç de misafirperver bir şekilde karşılamıyorlar. Babasının uyarılarına karşın insanların olduğu yerlere yakınlaşan Lars'ın başına neler gelecek?

Küçük bir köpekle bir kutup ayısının dostluğuna tanık olduğumuz bu kitap beş serilik bir kitabın yalnızca bir tanesi. Lars diğer maceralarda başka hayvanlarla dostluklar kuruyor ve herkese yardım elini uzatıyor. Yazar seri boyunca dostluğun önemini vurguluyor ama bunu öyle ustaca yapıyor ki, çocuklar sadece heyecanlı bir maceranın içine dalmakla kalmıyor, birçok hayvan hakkında olumlu fikirler beslemeye de başlıyorlar. Hele de kutup ayıları hakkında! Yazar aynı zamanda kitapları resimlemiş. Kuzey Kutbu hakkında fikir edinmek, kutup ayılarını incelemek, fok balıkları, kızak köpekleri, tavşanları bir öykünün içinden izlemek için bu seri birebir.

Sürekli acıkan ve sürekli kaybolarak yolunu bulan küçük kutup ayısı Lars'ın maceraları hem okul öncesindeki çocuklara yüksek sesle okumak için uygun, hem de okumayı yeni öğrenen çocukların kendi kendilerine okuyabilecekleri kadar büyük puntolu. Güzel resimleri de cabası...


Küçük Kutup Ayısı
Yazan ve Resimleyen: Hans de Beer
Çeviren: Erdem Boz
Beyaz Balina Yayınları, 2005
32 sf

sevdim...






bu hafta bunları beğendim:)))
bu mektup setiyle çocuklara mektup denen, posta pulu denen şeylerin varlığını anımsatabiliriz...

bu merdiven evin her yerine neşe katar.

ve bu modern bebek evi, modern çağın çocuklarına...

en büyük favorim artfolio. içinde kalemleri koyacakları yer var, ayrıca tabii bütün portfoliolarını sığdırabilir. kızım beğenmezse ben kullanırım:)))

Pazar, Şubat 15, 2009

arap sabunu ve sirke?

bu bir forward mail. üstelik hayatında forward mail göndermemiş bir arkadaşımdan. bana mantıklı geldi, siz ne dersiniz?

Bulaşık Makinası kullanan tüm tanıdıklarınıza iletin lütfen

Kullandigimiz deterjanlarin hem cevre hem de sagligimiz uzerinde son derecede olumsuz etkileri var bilindigi gibi.

Ozellikle yemek yedigimiz kaplarin temizlenmesinde kullanilan deterjenlarin cok iyi durulansa bile kalinti biraktigi biliniyor uzun yillar boyunca bu kalintilar gidalarimiza bulasiyor ve bu vasita ile sindirim sistemimize tasiniyor. Petrol esasli kimyasal maddelerden olusan ve son derecede guclu olan bu kimyasallar kronik hastaliklarin tetikleyicisi.

Bir süre once bir deneye basladim ve bulasik makinasinda ARAP SABUNU kullandim. Daha once doktor tavsiyesi ile cocuklarin biberonlarinin temizlenmesindekullanmistim dogal ve zararsiz oldugunu biliyordum bulasik makinesinde ne sonuc alacagimi merak ettim.

Sonuc harika bulasiklar ter temiz pırıl pırıl oldu .
ARAP SABUNU hem cok daha ucuz hemde cok daha dogal cevrede yarattigi kirlilik etkisi de cok daha az.

Bulasik makinasinin deterjan gozune dolduracak kadar koyup kapagi kapatiyorsun ARAP SABUNU macun gibi sicak su ile rahatca eriyor.

Bu deneyden sonra internettende arastirma yaptim pek cok kisi bu metodu kullaniyormus
PARLATICI BÖLÜMÜNE DE ELMA SİRKESİ KOYUYORUM...

agaclar.net'te konuyla ilgli muhsin kuşçu şöyle diyor:
Arap Sabunu Hakkında kısa bir bilgi.

Piyasada bahsedildiği gibi geniş kapsamlı formülasyonlar kullanılmamaktadır. Arap Sabunu LABSA (Lineeralkilbenzen sülfonat) potasyum hidroksit ve birkaç yardımcı kimyasallar ile üretimi yapılmaktadır. Köpürgenliği oldukça yüksektir. Arındırma işlemi yeterli düzeyde yapılmadı takdirde ciddi sorunlarla karşılaşabilirsiniz.

Bulaşık makinesi deterjanları toz karışımlardan üretilir.

Parlatıcı olarak kullandığınız madde ise bulaşık makinesi deterjanını nötralize etmek ve bulaşıkların daha hızlı kurumasını sağlayan izo propil alkol ve kurumayı hızlandırıcı bazı yardımcı kimyasallar ile üretilir.

Son zamanlar geliştirilen hammaddeler çevre dostu olarak üretilmeye başlanmıştır. Yani daha doğal ve çevreye karşılı zararsız denilebilecek maddeler kulanılmaya başlanmıştır.

Nacizane tavsiyem bulaşık makinesi deterjanı ve parlatıcısı kullanımasıdır. Fakat tanınmış iyi firmaların ürünlerini. Ucuz olanlarda elbette zararlı maddeler kullanılmaktadır. Maliyetlerini düşürebilmek için alternatif uzak doğu mallarını kullanarak böyle bir çözüme ulaşmaktadırlar.

elif şafak?


elif şafak yeni bir kitap çıkardı; aşk. hürriyet sayfalar sayfalar dolusu dün sevgililer günü mahiyetinde müjdeledi kitabı. elif şafak kucağında pembe kapaklı, kalpli kitabıyla poz vermiş. elif şafak bu ülkenin en çok satan yazarlarından biri. bir web sitesi de mevcut. neden us? bilemiyorum, shafak olmayı sevdiği içindir belki.

neyse, sorum şu: böyle çok satan ve belli bir okur kitlesi olan bir yazar web sitesi işini ciddiye alamaz mı, almak zorunda değil midir? nihayetinde onu takip eden kitle yeni bir kitap çıkınca arayıp bulmak isteyecektir, yazarın sitesine koşacaktır falan filan. ama sitede "en yeni" kısmında siyah süt görünüyor. yani bir milyon yıldır güncellenmemiş site. ditede şöye bir ibare de var;

Bu site Elif Şafak’ın bilgisi ve onayı ile hazırlanmıştır…

Ancak meşguliyetleri ve yoğunlukları nedeniyle kendisi bizzat ilgilenememektedir…

Geri dönüş bekleyen mesaj sahipleri tarafından mazur görülmesi

ve gönül koymamaları rica olunur…...


böyle mi olmalıdır? nasıl olmalıdır??


bugün selahattin duman vatan'da...


Zaten “Sevgililer Günü”ne tersimden başlamışım..

Elime aldım gazeteyi.. Tepesinde Elif Şafak hanımın fotoğrafı..

Elinde de son romanı “Aşk”ın ilk baskısı.. “Okumazsanız ölümü öpün..” der gibi melül mahzun bakıyor..

Yeni romanını okura takdim etmek için bu özel günü seçmiş.. Fotoğrafından gördüğüm kadarı ile kitabın kapağında pembe zemine basılmış kocaman bir kalp var..

Pembe, romantik duyguların renk skalasındaki karşılığı.. Kalp desen “Sevgililer Günü”nün resmî amblemi..

Kitabın takdimi için doğru zamanlama?

Bu kitabın sunumunu başka bir gün yapsan “Anneler Günü Hediye Kampanyası”nı Regaip Kandili’ne denk getirmiş gibi olursun..

Baştan söyleyeyim, hasetten ters takla attığım sanılmasın..

Elif Şafak hanıma hiçbir kastım yok.. Adım gibi eminim ki çok da iyi bir insandır.. Belki tanışsak iyi de arkadaş oluruz lakin böyle bir sonuç benim ona bulaşmamı engellemez..

HAYIRLI OLSUN

Son romanı “Siyah Süt”ü okumak için kendimi yırttım da.. Bitirmeyi başaramadım, o başka..

Kitabın ortalarına kadar gelmiştim ki o romanın yazılış sebebini nihayet keşfettim.. Yazar, okur kısmının sinirini test ediyordu..

Ben doğuştan “cinli” olduğumdan böyle bir teste ihtiyacım yoktu.. Yarım bıraktım..

Yeni romanı “Aşk” Kim bilir bünyemde nasıl bir etki bırakacak?

İlk edindiğim izlenim, kitabın bütün pazarlama tekniklerini bünyesinde toplamış olması..

Ertuğrul Özkök, kitabı birinci sayfanın tepesinden takdim ediyorsa “Best Seller” kokusunu çoktan almıştır..

Hürriyet’in sunuşuna bakarsan bu kokuyu almak için okumaya da gerek kalmıyor..

***

Yemekteyiz’den Neler Öğrendim…



Yemekteyiz’e kapılmamak mümkün değil, onu anladım geçen gün. Bir kere format acayip; her hafta yarışmacılar hep aynı beşliden oluşuyor. Bir sarışın kadın (sarışın bulamadılarsa röfleli), bir genç ve skinny jean ya da mini etek sevdalısı genç kadın (bunlar da genellikle uzun saçlı oluyor, saçlarını savura savura bir hâl oluyorlar), bir tane “Ben yemek yapmayayım da kimler yapsın?” diyen yaşını başını almış, bir şey emeklisi, torun tombalak sahibi, agresif bir kadın.

Kadınlar tamamsa erkeklere geçelim, biri kesinlikle yemek yapmaktan anlamayan, yarışmaya katılma sebebi a- para kazanmak, b- şöhreti yakalamak olabilen, yarışmacı kadınların evine çiçekle gitmeyi abes bulan, günlük hayatta “bir vururum bir de yer vurur” mottosuyla gezmesi muhtemel orta yaşlarda bir adam. E son olarak da programın tadı tuzu kabilinden bir –nasıl desem-, hafif kırık bir başka adam…

Bunu yazdım diye yarışmacılardan kimi “bizi itham altında bırakıyor, ben öyle değilim” diye ortalara atlamasın, olur mu? Bu yarışmacıların göbek atanını da gördük, file tişört giyenini de. Zeki Müren gibi şarkı söyleyenler mi ararsınız, evde anneciğiyle oturanlar mı… Baştan beri “kırık” olduğunu bizim anladığımız halde ilk üç gün gayet öyle değilmiş gibi davranıp son günlerde bir çiçek gibi açılanını da gördük… Neyse ne, onlara karşı değiliz zaten.

Niye İzliyorum?

Böylesi bir beşli seyirlik tabii. Yemekteyiz’i niye izlediğimi bilememiş olsam da sonunda buldum! Bu bir yemek programı değil. Başka bir şey programı. Adını koyamadığım bir şey…

Bir kere zaten programı izlerken yeni bir yemek öğrenmek mümkün değil. Ama şunu bellemek olası; her Türk tenceresini soğusun diye ilelebet balkona koyacaktır! Ayrıca her Türk sırf izlendiğini bildiği için ameliyat eldivenleriyle yemek yapacak ve “ben zaten hep böyle yaparım” diyecektir. Her Türk’ün misafire kurulacak masa anlayışı ortaya konulan bir çiçeğin yanında iki mumdur. Üstelik her Türk boncuk manyağı olmuştur da bizim haberimiz yoktur…

Yahu nedir o öyle sahi? Masa kurmaya gittiler mi çıkarıyorlar büfelerden boncukları, simleri, süsleri, dağıtıyorlar masaya. Anladıysam ne olayım… Ortalama Türk’ün yeni süs püs anlayışı da boncukmuş, bak işte bunu öğrendik Yemekteyiz’den.

Sonra zaten dedikodu başlıyor. Bir tek Allahın kulu da beğenmiyor yemekleri, tuzlu olmuş, kuru olmuş, pilava asla sonradan tuz atamazmış, “damak tadına uymamış”.

Bu “damak tadıma uymadı” cümlesi ilk birkaç program bozmuyor bünyeyi de, sonraları her bunu duyuşunda insan televizyonu kırmak istiyor. Her Türk “Damak tadıma uymuyor”dan başka bir cümleyle yemek hakkındaki fikrini ifade edebilecek düzeye henüz gelememiştir, bak bunu da öğrendim ben bu programdan.

Ayrıca favayı ve sebzeli pilavı hayatında ilk kez gören yarışmacılar da gördük ya programda, ne diyeyim ben? Fava nedir duymamışsan orada işin ne? Yok ama, böylesi daha iyi… Kimsenin yemekle ilgisi yok ama cahil cesaretiyle katılmışlar işte. İnsan kendini bilir, anlamadığı işe bodoslama dalmaz normal şartlarda… Ama nedir? Her Türk anlamadığı işlere atlamaya bayılır.

Yemekteyiz aslında insanların para kazanmak ve /veya ekranda görünebilmek için neler neler yapabileceğinin özeti gibi. “Harika yemek yapıyorum, bu yüzden buradayım” diye bir mantık yok, tamamen entrika, dedikodu, hırs, bağırış şağırış ve nihayetinde de Türk usulü final… Dallas’tan tek farkı dar alanda kolbastı ve “elleri görelim” nidaları. En sondaki puanlama da bunun kanıtı: “Yemeklerini hiç beğenmedim, bir veriyorum…” El insaf, hiçbirini mi beğenmedin?

Vallahi ne diyeyim? Bu program daha çok rating alır...

Cumartesi, Şubat 14, 2009

kolaj


picasa yenilendi. şahane kolajlar yapılabiliyor. bu da ilki.

pek güzel olmadı ama melzeme güzel:))
biraz çalışayım, iyi bir şeyler ortaya çıkartırım herhalde.

melekler erkek olur


Melekler Erkekler Olur da bitti; ne yapacağım ben şimdi? Hamdi Koç kitaplarından söz ediyorum, kalmadı bana okuyacak bir şey. Şimdi herkes “Amma yazdın Hamdi Koç’u, yeter” diyebilir, olsun, bu son... Yeni bir kitap beklemedeyim artık...

"Melekler Erkek Olur mu" diye başladım kitaba; ama kitap bitince; “erkekten melek olur mu?” sorusunun daha uygun olacağına kanaat getirdim...

Kitabın bana verdiği duygu bu oldu işte. Olmaz, vallahi olmaz. Okuyun, kendiniz karar verin diyeceğim ama şunu da bilin, bu kitap adamı biraz değil, şöyle böyle rahatsız eden kitaplardan.

“Bir erkeğin beyninden geçenleri, geçebilecekleri bilmem lâzım” diyorsanız acilen okuyun zaten.... Kahramanımızın evli ve çocuklu bir adamdan, karısını aldatan, evini terk eden bir adama nasıl dönüştüğünü izleyin. Daha önceki kitaplarda da olduğu gibi yine bir sıkıntıyla okuyun kitabı, yine bir hayretle, yine elinizden düşürememecesine okuyun; öyle bir kitap çünkü bu.

Benim her defasında önünde şapkamı çıkardığım bir yazar Hamdi Koç, iyisi mi bırakayım anlatmayı ben kitabı, siz alın okuyun. Bazen, bazı kitapları anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba oluyor çünkü. (Melekler Erkek Olur, Hamdi Koç, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006)

Cuma, Şubat 13, 2009

dur!

ben aptal mıyım?


sabahın sekizinde radyodaki nil bana iyi geldi. "ben aptal mıyım?" sahiden iyi bir şarkı.
"akbaba"ya da ölüyorum ben.

bir yandan tiye alıyor, hafife alıyor nil her şeyi, ufaktan ufaktan dalgasını geçiyor, bir yandan da n"ver coşkuyu" yapıyor. matematiksel bir hesap var ama nil'de doğuştan böylesi bir jingle'lama, söz yazma, jingleımsıları şarkıya çevirebilme potansiyeli var.

üstüne üstlük haikakten çok güzel, çok sevimli bir insan. bunca donanımında tek kusuru iyi bir sesi olmaması, ama durumu telafi edecek kadar da işi götürebiliyor neyse ki, ondan daha beterleri de olduğundan ve sahnedeki duruşu "izle beni" diye bağırdığından pek göze batmıyor.

benim anlamadığım neden insanlar nil'in süper ötesi kimi şarkılarını coverlamıyorlar? yani ben aptal mıyım sahiden de nefis bir rock parçasına dönüşebilir değil mi ama?

nil'de tek sevmediğim şey "asla televizyon izlemem, karşıyım" demesi. e ama güzelim, sen televizyondan para kazanıyorsun. çorap reklamında oynuyorsun, ped reklamına müzik yazıyosun, çarkın tam içinde duruyorsun, oraya aitsin. nasıl karşısın ait olduğun şeye, değil mi ama?

budur. başka bir derdim yoktur kendisiyle:))) şarkılarına severek eşlik etmeye devam .

ben aptal mıyım'dan bir kupleyle bitirelim;

İşime gelmeyince hep
Hayatın kendisi sebep
Sen onca fırsatı tep
Ben aptal mıyım?

Aşkın şu sözlük anlamı
Arıyorsun sen belanı
Ben miyim hapse tıktığım
Neden suçlu kılıklıyım
Söyle gardiyanım
Çok yatar mıyım?

Niye sordum soruları biliyordum cevapları
Gel her gün aynı şeyi yap
Git her gün aynı yola sap
Sonra gelince hesap
Ben manyak mıyım?

Perşembe, Şubat 12, 2009

gece

 
Posted by Picasa

besle beni!

 

önce denizden usulca çıkıyorlar... sıra sıra. sonra arabalara yaklaşıyorlar. bir şey istiyorlar. cips!
yiyorlar. keyifle. ne güzel...
Posted by Picasa

sobe

tanya sobeledi hemen yazayım; zira kitap dibimde
sobenin konusu;

1- Yakınınızda bulunan ilk kitabı alın.

2- 161. sayfayı açın.

3- 5. cümleyi okuyun.

4- Blog sayfasına yazın.

5- En güzel cümle ve en güzel kitabı seçmeyin.Sadece yakınınızda olan ilk kitabı alın.

6- 5 blog arkadaşınıza yollayın.

kitap pasaport damgaları/ enis batur
cümle şu:

Aklımda doğa ile ölçüşmeler, suskun, bir saat direksiyon salladım.
çikolataçikolata, trendometre, paigemarshall, mutfaktazen, yasemin sobe

vogue'da kapak olmak


içeride yer almak? başkan eşi olur olmaz gelen vogue teklifini kabul etmek? böyle pozlar vermek?

ben bilmiyorum sebebini. modadan anlamadığım içindir belki.

ama bilemiyorum... bu ne balıklama dalıştır kardeşim? kutsal kitap mübarek...

kanat atkaya bugün hürriyet'te..

Nazlı Hanım ne içiyorsa ondan

Nazlı Ilıcak, Sabah’ta Tunceli’deki "Beyaz Eşyaların İntikamı" hadisesini yorumluyor:

"...Vali verince, hükûmet verdi sanılıyormuş. Her olumlu faaliyetin primi, iktidara gider. Köylere yolu da, suyu da, devlet kesesinden getirirsiniz, bedava okul kitaplarını, gene devletin imkánlarıyla karşılarsınız. Fakat vatandaş, bunu, siyasi iktidarın hizmeti olarak değerlendirir. Seçimlere az bir zaman kaldı diye, bütün icraat duracak mı? Valinin, oy karşılığı çamaşır makinesi, buzdolabı dağıttığı belirtiliyor. Başka bir vali ya da kaymakam da, kömür ve erzak dağıtıyor. Bunu, siyasi rüşvete bağlamak çok yanlış. Mülki erkán, ’oyunuzu AK Parti’ye verin’mi diyor? Ama, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), aşırı titiz davranarak Tunceli’deki beyaz eşya dağıtımına yasak koyduysa, bu karara da uymak lázım. İçimize sinmese dahi, hukuk, YSK’nın değerlendirmelerine saygı duymayı gerektiriyor..."

İlginç bir iyimserlik.

Tabii Nazlı Hanım, tabii... Siz nasıl derseniz öyledir.

Seçim mi? Tesadüf canım.

Geçen gün bizim eve de mandalina ağacı yardımı yapıldı.

Suyu olmayan köye çamaşır makinesi verilmesi de tuhaf değil tabii. Yatırım olamaz.

Sokağımızın çöplerini küçük pembe fillerin topladıklarını söylemiş miydim size?

Genel seçimde milletvekili çıkartılamayan Tunceli’ye abanarak yardım yapmanın yerel seçimle ne alakası olabilir ki?

Haklısınız Nazlı Hanım.

Genel hizmet, büyük tesadüf.

Barmen, Nazlı Hanım ne içiyorsa bana da ondan ver.

Unutmak, mutlu olmak istiyorum."

woody allen demiş:)

I was thrown out of college
for cheating on the metaphysics exam;
I looked into the soul of the boy
sitting next to me.

biraz neşe için woody allen lazım. meral de yazmış bugün, harika...

harfler kaybolduğunda...



Tam da harflerin kaybolmasıyla ilgili bir yazı yazmıştım. Topor gibi harflerin bir ruhu olduğuna inandığımı söylemiş, canı istediklerinde çekip gitme haklarına saygı duyduğumu ifade etmiştim. Hatta bir de şöyle bir alıntı yapmıştım eskiden yazdığım bir yazıdan;

“Örneğin S ne kadar sinsi bir harf değil mi? Yılan gibi de ayrıca; kim bilir belki K'yi kandırmıştır. Hem sonra tombul harfler var; O'lar, B'ler örneğin belki yazının içinden kaçıp bir lokanta mutfağına sığınmışlar, bir aşçının gizli yemek defterine sızmışlardır... I deseniz sıska bir şey, L'yi de alıp "her şey dahil" olmayan bir yere, mesela bir pansiyona gitmiştir. A ve E bu kadar çok kullanılmaktan sıkılmış olabilir, Ğ depresyonda, T mühendislerden bıkmış, P ağızdan ilk çıkan harf olduğunda patlamaktan sıkıntılı...

Bu yüzden belki kaçıp gidiyor harfler, dağılıyorlar, kayboluyorlar. Belki de daha fazla harcanmak istemiyorlar yazarlar tarafından. Belki bu yüzden yoklar!”

Alis Harfler Diyarı’ndaki harfler de ayrı bir alem. Bacakları kırılan bir Y, balayına çıkan E ile J, biraz utangaç bir O, sona kalıp da bir türlü iş bulamayan bir Z var mesela.

Topor’un Lewis Carroll’a göndermeler yaptığı kitabı; canı sıkılan bir Alis ile ilgili. Yağmur yağdığı için salonda pineklemek zorunda kalan Alis; kitap okumak yerine çember çevirmeyi yeğlese de yapacak bir şey yok... Dışarı çıkıp salyangoz toplamak da olanaksız. Yapılacak tek iş kitaba tekrar gömülmek...

Ama o da ne? Alis uyuklayıp da gözlerini açtığı sırada bir şey dikkatini çekiyor. Kitabının en son okuduğu sayfaları bomboş. Harfler gizli bir yerlere gitmek üzere hareketlenmişler. Kütüphaneye doğru giden harfler bir gösteride rol kapabilmek için yarışmaktalar... Onları takip eden Alis’in gördüğü şu; yan yana ve üst üste dizilen harfler “Yaşasın Reçel” sözcüklerini bir araya getirmek için uğraşıyorlar. Gösterinin ana fikrini çok beğeniyor Alis... Peki ya iki parantez tarafından elleri kelepçeli olarak götürülen M’ye ne demeli?

“’Ne yaptı ki?’ diye sordu hemen yanı başındaki bir R’ye.
‘Bir imla hatası.’ Karşılığını verdi öteki.
‘Yargılanacak ve mahkûm olacak.’
R gerçekten de korkmuş görünüyordu.
‘Kim yargılayacak?’ diye üsteledi Alis.
R dehşetle yutkundu.
‘Şşşşt! Daha yavaş sesle konuşun, Tanrı aşkına! Bizi yöneten iki despot tarafından yargılanacak.’
‘İyi de kim?’
‘Sentaks ile Gramer.’ (sf: 27)

Roland Topor önemli bir yazar. Yapıtları birçok dile çevrilmiş. Alis Harfler Diyarında isimli kitabını da 1991 yılında yazmış. Harflere düşkün, kitaplara vurgun çocuk ve ebeveynler ile değişik bir “Alice” macerası okumak isteyenler bu kitaba bayılacak. (Roland Topor, Çeviren: Turhan Ilgaz, İmge, 2005)

Çarşamba, Şubat 11, 2009

çiçeklerin tanrısı: hüzünlü bir şarkı


Çiçeklerin Tanrısı “bir Hamdi Koç” kitabı.

Tam da bu tümceyle ifade edilmeyi hak eden bir kitap. Hatta filme dönüşmesi de pek hayırlı olabilecek, enteresan kitaplardan. Bizim evde şu sıralar annem ve ben tüm Hamdi Koç kitaplarını okuduğumuzdan, sohbetler de o tatta gelişiyor. Kuşaklar arası bir Çiçeklerin Tanrısı değerlendirmesi isterseniz; anneme göre Hamdi Koç insanları çok iyi tanıyor. “Dehşete kapıldım yine, kitabın sonu beni ağlattı, ah evladım....” olabilir yorum, bana kalırsa Çiçeklerin Tanrısı ise upuzun bir şarkı, hüzünlü bir şarkı hem de.

“Birikimim yaşadıklarımdan değil, okuduklarımdan, arzuladıklarımdan ve korktuklarımdan geliyor.” diyor Gülenay Börekçi’nin yaptığı röportajda Hamdi Koç. Ah nasıl şaşırtıyor annemle beni bu tümce... Bir de şunu diyor; “Çiçekler’de kadın okurun kendine yakın bulacağı bir kadın kahraman yoktu, hani şu kendini bir roman kahramanıyla özdeşleştirme durumu. Okuyan edebiyat tadı için okudu.” Doğru ya doğru, nefis bir tat bırakıyor kitap; unutulmamayı da garantiliyor...

A bir durdum ve baktım ki Mutena Açık isimli bir yapımcı “Çiçeklerin Tanrısı”nı sinemaya uyarlayacağım, başrolü de Michelle Pheiffer’a vereceğim diyor. Hımm, okur, kitabı okuyunca göreceksin ki Aygen hakikaten de biraz Michelle Pheiffer gibi bir kadın. Ölümcül bir hastalığı var, buna rağmen güzel, buna rağmen zarif ve hala tutkulu. Nadir ise bir zamanlar onun kızı Lale ile beraber olan ve şimdi Aygen’e aşık olan, ölümünde ona eşlik etmek üzere yanında bulunan bir adam. Kitap aşkı her şeyin üzerinde tutuyor denebilir tabii, öylesi derin bir aşk var da denebilir. Ama bu aşkta hastalıklı bir yan da var, o kadar ikna edici bir durum var ki ortada; “her şeyi bırakıp da kadınımın yanında olayım” durumunda değil yani Nadir.

Nadir, nasıl desem, zaten her şeyi boş vermiş bir adam, pek bir kaygısı olmayan, olan kaygılarını da dillendirmeyen, sorumsuz, bol çiçek ve klasik müzik düşkünü eski bir şair adam...

Kitap sarsıcı evet, o rutubetli, kimsesiz yazlık evi de, yazarın anlattığı barı, serayı vesaireyi hep kolaylıkla canlandırabiliyorsunuz gözünüzde, hatta gitmiş kadar oluyorsunuz bütün roman mekanlarına ama kitap yine de, zor bir kitap.

Konu aşk olmasına rağmen ağır bir kitap hatta. Ancak şunu da söylemeli, Hamdi Koç her kitapta şaşırtmayı seven bir yazar. Kitaplar İş Bankası tarafından yeniden, hem de cicli bicili yayınlandı, bu sefer kaçırmayın. (Çiçeklerin Tanrısı, Hamdi Koç, İş Kültür Yayınları, 2007)

Salı, Şubat 10, 2009

buttons up!


fitzgerald "ya geriye doğru olsaydı her şey?" demiş, "yaşlı doğsaydık ve giderek gençleşseydik..." çıkış fikri sağlam evet; yani bu konuyu al, ne yaparsan yap günümüz koşullarında büyük bir prodüksiyona imza attıysan oscar'a aday olması muhtemel.

zira öyle de olmuş.

brad pitt benim hiçbir zaman süper izlenesi bir aktör olmadı. bir tek thelma & louise'i izlerken -e pek gençtik o zaman-, "adama bak, analar neler doğuruyor" demiştik tabii.

ama d bu ruh halini gençliğin tam olarak ne istediğini bilmezliğine verelim. gerçi o dönemde bile mickey rourke'tan şaşmazdım; öyle sarışın, güzel yüzlü adamlar mı, ııh.

evet konu dağıldı farkındayım. brad pitt diyedir belki, ben filmin içine dalamadım. yani kendimi unutup da başka bir üç saat çalamadım hayattan, öyle diyeyim. belki şu anki ruh halim hiçbir şeyden zevk almamama yol açtığı içindir, belki ne bileyim, filmi yazın izlesem severdim bir parça. yok, ııh, yine sevmezdim.

cate blanchett ise bana kalırsa bu çıkış noktası harika ama üç saat adamı oyalayıp duran filmin incisi. oynamış da oynamış... üstelik kadını altmış yaşına getirdiklerinde hâlâ zerafetini koruyabilecek kadar hoş bir kadın.


film zaman kavramını sorgulayacakken, "şişt, kendine gel, kaçıyor bak bir şeyler" demeye çalışırken aşkı merkeze almakla iyi mi etmiş?

"şu mudur herkesi ağlatan?" diyemeden edemiyorum, hayatta kaçıracağın, elinden gidiverecek başlıca mühimmat aşktır, filmi izleyecek olan herkese de mesajımız budur.

yitirilecek zaman eşittir kaçırılacak aşklar. bu yüzden seviyorsan peşinden git, hayatını değiştirebilecek cesarete her daim sahip ol. kır zincirini, rutine kapılma.

tamam iyi hoş şeyler. ama insanı çıldırasıya gaza getirmiyor bu iyi niyetli mesaj. yani salondan çıkınca koşa koşa evinizi, arabanızı satıp kapağı hindistan'a atmak istemiyorsunuz. belki şöyle bir an; "bir dakika yahu, ben de memnun değilim bazı şeylerden. neyi değiştirebilirim?" diyorsunuz birkaç sahnede, ama o his çabuk sönüyor insanın içinde.

beni en çok duygulandıran sahne ise cate yaşlanıp, brad de üç-dört yaşında olduğunda sokakta el ele yürürlerken cate'in herkesin çocuğuna böylesi bir yürüyüşte yaptığı gibi, içinden o an taşan bir sevgiyle dudağına kondurduğu öpücük oldu. çocuğunuzu bir saniyeliğine böyle minik eli avucunuzdayken öpersiniz tabii, ama bu sahne çarpıcı bir finale gidildiğinin ve birazdan salonda birkaç kişinin hüngürdeyeceğinin ipucunu veriyordu.

nitekim gençleşip nihayetinde çocuk olmak, derken bir bebeğe dönüşmek falan... fantastik ve hoş. filmin birçok kısmı atılsa, geriye üç beş böyle enteresan sahne kalabilir. olur.

bir de benim filmdeki kahramanım queenie (taraji p. henson) idi aslında, kimse ondan bahsetmese de. queenie gibi yüce gönüllü olmak, dünyanın en çirkin bebeğine sahip çıkmak, bunun yanı sıra hiç sızlanmadan işini gücünü yapmak, aşık olduğun adama hep iyi davranmak, yaşlı bebeğini dünyalar kadar sevmek, ona sabırla davranabilmek, hep yanında olmak kolay değil. hiç kolay değil.

bu filmden bana bir şey kaldıysa queenie kalmıştır, öyle diyeyim...

böyle...


böyle haldır haldır yağmur yağınca olmayan keyif iyice sıfırlanıyor bende. sabah hele bir karanlığa uyandıysam tamam, koca bir karanlık gün, karanlık bir ruh hali. bu aralar pek işim de yok; kendimi dvdlere verdim -okuyamama hali sürüyor- paige marshall büyük olasılıkla okuyamama halimin yeni olmadığını, koca alaçatı tatilinde üç sayfa kitap okuduğumu söyleyecektir:)

neyse filmlere dalayım, dışarıdaki karanlık hal biraz uzaklaşsın diyorum ama olmuyor. geçen gün cidden yan tarafta yazdığım gibi taş meclisi'ni izlerken gidip bulaşık yıkamaya başladım ki yani film tvde değil, dvdde, durdur git kardeşim, ııh, o kadar kopmuşum durumdan.

fotoğraflara bakayım diyorum... düzenleyeyim falan. ama birden akşam oluyor.

o birden hali de garip. aslında hiç de birden olmuyor, dışarıdaki karanlık içimde dolaşıyorum bütün gün, oflayıp pofluyorum. gündüz bitse ne olacak? diyorum, gece olsa daha mı iyi? sonra gece kuş uyuduktan sonra gece bitse daha iyi diyorum, yarın belki yeni bir başlangıç olur yeni gün...

öyle olmuyor tabii.
bugün ama rutini kırıp benjamin button'layacağım kendimi, hem de sabahtan, birazdan. o da aslında annemin ısrarı. evet istiyorum filmi izlemeyi ama annem de istiyor. o istemese, ben herhalde "bugün de gidemedim filme" modunda olabilirdim...

hem sonra alışveriş yapmam lazım, bir markete uğramak. onu bile yapamıyorum.
kimseyi de aramıyorum, arayan bir iki kişiyle de onar saniye falan konuşuyorum.

zannedersem şubat bitsin istiyorum. mart da biterse daha iyi olur hatta...

Pazartesi, Şubat 09, 2009

chic!


bazılarınız bilir, ben bir coca-cola koleksiyoneriyim. tam yirmi yıldır. evde odalar dolusu şişe, eşya var evet ama coca-cola denince en değerlileri "limited edition" şişelerdir.

bu haber de bir tasarım haberi: manolo blahnik yeni coca-cola light şişelerini giydirmiş. toplamda da on bin şişe piyasaya verilecekmiş. bir tane edinmek kesinlikle şart! ayakkabılarını alamazsak şişesini alırız!

Pazar, Şubat 08, 2009

tatilden kareler







hollywood paranoyası


Hollywood Paranoyası çok enteresan bir roman. Arjantinli yazar Osvaldo Soriano’nunu kendini de maceranın içine dahil ettiği kitap geçmişten bir Hollywood panaroması da sunuyor bize.

Soriano; Laurel ile Hardy hakkında bir roman yazmak istiyor, Arjantin’de yaptığı araştırmalarla yetinmeyerek biriktirdiği parayla kapağı Hollywood’a atıyor. Laurel’in mezarı başında dedektif Marlowe ile karşılaşıyor; ikili kitap boyunca Laurel’i tanıyan John Wayne, Charlie Chaplin gibi dönemin ünlü isimlerine ulaşmaya çalışırken başlarına gelmedik olay kalmıyor.

Oscar töreninde çıkan arbedede fena halde benzetilmeleri, yedikleri tokatlar gibi heyecanlı olaylar, ceplerinde iki dolar bile olmaması bu ikiliye acımanıza yol açıyor; üstelik tek istedikleri biraz bilgiyken maruz kaldıkları şiddet ve umursamazlık canınızı sıkıyor.

Ollie ile Marlowe’un tanışma sebebine gelince; bir gün Ollie dedektifin kapısını çalıyor ve ondan neden artık ona iş vermediklerini bulmalarını istiyor. Böyle hüzünlü bir kitap bu; çok katmanlı, karakterleri çok gerçekçi, okuması keyifli. Tavsiye olunur... (Hollywood Paranoyası, Çeviren: Pınar Savaş, Agora Kitaplığı, 2003)

Cumartesi, Şubat 07, 2009

birkaç mağden kitabı



Perihan Mağden, Refakatçi’nin sonlarını yazarken doğurmuş kızını ve böylesine şeytan bir kızı anlattığı için Tanrı ona Melek’i, yani kızını ceza olarak yollamış. Böylesi bir cezaya hakikaten inanabiliyor olabilir mi bilemem ama okurun kitapta betimlenen o on iki yaşındaki kızı alıp da bir güzel sarsmak ihtiyacı duyduğuna eminim. Omuzlarından tutacaksın kızı, sarsacaksın, derken refakatçiye gelecek sıra... Onu da sarsıp gemiden indireceksin!

Bu mudur Mağden’in başarısı? Budur elbet; okurun aklına getirdikleridir, okuru kızdırmasıdır, öfkelendirmesi ve şaşırtmasıdır ki bu köşe yazılarında bile böyledir. Ciddi ciddi kendine has olmayı başarmış bir isimdir Mağden; hem kitaplarında, hem kitap dışı yazılarında “Bu Perihan Mağden işte!” dersiniz sevinçle. İster kızın ona, ister bayılın, bunu dersiniz... Bu da bir yazarın alabileceği en iyi övgülerden biri değil midir?

Formların meslek bölümünü uzun bir süre “ev kadını” olarak dolduran, “paranoyası olduğu için” şiir yazmayı bıraktığını söyleyen Mağden’i Refakatçi dışında Mutfak Kazaları kitabıyla da bilmek gerekli. Kitap bir çırpıda okunacak cinsten evet, ama sonra tekrar tekrar da okunabilir. Değişik ağızlardan yazdığı, babalara çok kızan, mutfakta bunalan, aşık olup da bunu ifade etmeyi becerebilen insanlar... Mutfak Kazaları neyi anlatıyor derseniz, bunu veririm yanıt olarak...

Cinayet öykülerini seviyor, Dostoyevski’ye, Jane Austen’a, özellikle Uğultulu Tepeler’e, köpeklere bayılıyor. Gökkafes, baz istasyonları, vicdani ret ile ilgili yazdığı yazılarla, F Tipi cezaevlerine karşı duruşuyla, bir köşe yazısı yazıp “roman yazmam lazım” diyerek okuyucularını üzmesiyle tanınıyor. İnternetten nefret ediyor, ona gönderilen mektuplardan, hediyelerden de. Beşiktaş’a bayılıyor, reklamcılık günlerini andığında “senin ruhunu biri araklamış” diyor. Şimdi kimse onun ruhunu araklamadan yazıyor yazılarını, dilediğince...

“Kadri bilinmemiş kelimelerin gizli anlamları var.” tümcesi geliyor bir gece aklına, arkadaşını arayıp hemen tümcenin güzelliğini onaylattığında yeni bir kitabın da startını vermiş oluyor. Çok konuşulan, kanımca kendisinin de en sevdiği kitabı olan “Haberci Çocuk Cinayetleri”nin yani...

Haberci Çocuk Cinayetleri üç bölümden oluşuyor. “Cesaret Kol Gezmiyor” adlı ilk bölümde St. Petersburg Konservatuarı’ndan kovulan çocuğa ne olduğu aslında benim kafamı fena halde kurcalıyor. Derken Mağden, ara ara köşe yazılarına konuk etmekten kendini alamadığı, hayatında bir şekilde yer edinmiş olan “cüce” olgusuna boyun eğip, bu kitapta da onlardan birine rol vererek sürdürüyor kitabını. İkinci bölüm olan “Kadri Bilinmemiş Kelimelerin Gizli Anlamları”, “O zamanlar kağıt fabrikasında çalışıyordum.” diye başlıyor. Bir okur olarak “hangi kağıt fabrikası bu, nereden geldik buraya?” demeden edemiyorum.... Hani biraz önce bir cücenin bıraktığı bir mektup bulmuştuk?

Sonra birden utanıyorum, bu bir roman değildir belki. Belki bir öykü kitabıdır okuduğum. Yapacak tek şey isyan etmeden okumayı sürdürmek. Üçüncü bölüm olan Haberci Çocuk Cinayetleri başlarken kahraman en son haberci bir çocukla vedalaşmıştı. O zaman bu bir roman diyerek sürdürüyorum okumayı. Bu bir öykü kitabı mı roman mı diyerek kitabı bitirdiğimde “öykü-roman” diye nitelendiğini görüyorum. Hımm, diyorum, demek öyle. Kafam karışıyor biraz...

Babalarına bağlılık duyan kızlara ateş püsküren, kitaplarında ve yazılarında anneler ile hırçın ve yalnız çocukları konu edinen Mağden Mutfak Kazaları’nda bakın ne diyor; “babalarının terk ettiği kızlar, kötülüklerinde cömert, aşklarında hain ve güvenilmezdir.”...

Diğer kitaplarını da başka bir gün anlatırım... Ayrıca yine roman yazmak üzere Radikal'e veda eden Mağden'i özleyeceğim, çok...

Cuma, Şubat 06, 2009

kalpten parçalar


bu yazıyı yazdığım sırada hamdi koç'tan ilk kez bir şey okumuş ve açıkçası çarpılmıştım... sonra diğerlerini de okudum tabii.

Okuyucu beni ayıplama, Hamdi Koç'u da ilk kez okudum. Kalpten Parçalar onun beşinci kitabı. Kitap hakkında, hakkını vererek yazılmış bir Teoman yazısı görünce de susup kalmadım desem yalan olur. Teoman Koç'u iyi biliyor, zannedersem aralarında bir arkadaşlık da söz konusu.

Şimdi ben ne yazsam, kitaptan aldığım keyfi Teoman kadar iyi ifade edebilecek değilim, en azından böyle geliyor. Kalpten Parçalar beni yakaladı, kitabı bırakamamacasına ele geçirdi. Kanepeme kıvrılıp üzerimde battaniyem, yanımda kakaom ile uslu uslu okudum. Üstelik sıradan bir kanepede otururken bir ilişkiye baştan sona tanık oldum. Hem de gayet sahici bir ilişkiye. İsmiyle müsemma Talat isimli silik, dikkat çekmemek için elinden gelen çabayı gösteren, işine gidip gelen bir adamla kendine güvenen, ne istediğini bilen ya da bildiğini sana Meltem'in ilişkisi bu.

Kadınlar ah erkekleri nasıl da yanlış tanımaktalar değil mi? Talat'ın dikkat çekmemek için elinden gelen çabayı göstermesini Meltem başka bir gezegenden (Venüs'ten?) gelen başka sinyallerle yanlış yorumlamakta; onun ne istediği bilen, kendine güvenen, kendini göstermeye ihtiyaç duymayan bir adam olduğunu sanmakta... Ve elbette "her adamı" elde etmeyi başaran Meltem'in kendisine ilgi göstermeyen bu adamı da elde etmesi lazım...

Talat Meltem gibi bir kadının kendisinde ne bulduğunu bilmemekle beraber, böylesi albenili bir kadına hayır diyemeyecek kadar da yalnız şu hayatta. İlişki dediğimiz şey başlar başlamaz Hamdi Koç yüzümüze soğuk sular çarparak mesela Meltem'in uzaktan o sütun gibi görünen bacaklarının üzerindeki ağda yapılsa dahi nokta nokta küçük kılların varlığıyla bunalan Talat'ı dillendirmekte.

Hem sonra evlenme kararı Meltem'in. Derken ailelerle ilgili meseleler, ev tutma hikayeleri falan ne kadar da ustaca, ne kadar da hayatın tam içinden bir anlatımla bize ulaşmakta. Ben çok sevdim bu kitabı, siz de sevin istiyorum. Hızımı alamadım, İyi Dilekler Ülkesi'ne de başladım. Yarıladım bile... Bir dahaki sefere onu da anlatmak niyetindeyim... (Kalpten Parçalar, hamdi Koç, Doğan kitap, 2005)


teoman'dan "kalpten parçalar" yazısı
Hamdi Koç, denince benim aklıma 'sıradan-eksantrik' karşıtlığı geliyor sürekli. Kalpten Parçalar, iki kişilik bir roman; Meltem ve Talat'ın hikâyesi. Diğerini eksantrik zanneden, sıradan iki insanın...

Hamdi Koç, kitaplarının -en azından kahramanları açısından- ortak yönü çoktur. Bu ortak yönlerin optimum kullanımı için iyi silahlanmış olması sayesinde, modern edebiyat içerisinde çoğu zaman gerçekçiliğe, kimi zaman da birazcık meta anlatıya doğru seyrederek her kitabında hem tanıdık, hem farklı bir şeyler veriyor okuyucuya.
Eğer Koç'un kitaplarını ikiye ayırırsak Kalpten Parçalar, sıradan hayatlar kategorisinde, bir anlamda Melekler Erkek Olur'un küçük novella kardeşi gibi... Daha bir eksantriğe doğru meyleden İyi Dilekler Ülkesi ve Çiçeklerin Tanrısı'ndan değil yani.

Otto F. Kernberg, Aşk İlişkiler adlı incelemesinde diyor ki:
"Âşık olma kapasitesi, bir çiftin ilişkisinin temel direğidir. Bu erotik arzuyla idealleştirmeyi bir araya getirme kapasitesi ve derinliğine bir nesne ilişkisi kurma potansiyeli anlamına gelir."

Meltem ve Talat'a biraz da "âşık olma kapasitesi" açısından bakmakta yarar var. Kitap, belki de bu kapasiteden bahsediyordur...

Talat, içe dönük, fazla analizci ve riskten kaçan birisi. Meltem ise ilişkilerinin kötü dönemlerinde Talat'da hissettiği ama dile getirmediği sıradanlığı, ilişkilerinin başında veya iyi zamanlarında, değişik, çekici -ve yine o terim!- eksantrik bulacak kadar uçarı.

"Dikkat çekici bir erkek olduğunu bildiği için dikkat çekmemeye çalışırcasına beyaz gömleğin çekingenliği içine saklanıyor... Bu adam kendine değer veriyor dedi içinden, ya birine âşık, ya da çok gururlu"

Halbuki;
"Talat beğenilmek, sevilmek, hatırlanmak, nihayet istenmek gibi iyi duyguların karşısında kendini uzak bir rastlantı olarak görmeye alışkındı.... öyle yetişmişti bir kere, önemsizlik inancı içerisinde"

Analizci beyni ise Meltem'i alt başlıklarda düşündürüyordu ona
"erkekleri seviyor.
zengin kızı
pahalı şeyler giyiyor
bakımlı erkekleri seviyor, bakımsızmış gibi görünenleri."

Evlilik teklifini Meltem'in yapmasından sonra, Talat'ın suskunluğuna sığınırken aceleyle duygusal analizini bitirip, Meltem'in ciddiyet derecesini bilmediğinden ona aynı sesle cevap vermesini, Talat'ın soğukkanlılığına yormuş olması kuvvetli bir ihtimal olan Meltem karşısında o;
"En iyisi galiba, Meltem'e aynı şeyi aynı sesle söylemekti. Bunun riski olmayacaktı. Evlenelim, dedi az sonra."

Hikâyeden bahsetmekten burada vazgeçiyorum. En önemli şey o değil zaten.
Bir ilişkinin evrelerinin kadın ve erkek tarafından yorumları, kadın arkadaşlıkları, ailelerin, geçmişin yükleri, ilişkilerin imkânları ve imkânsızlıkları gibi sıradan görünen, gündelik ama önemli bir sürü detay var kitapta.

Hamdi Koç, kahramanlarını -özellikle erkek olanları- utandırmadan düşündürüyor. Erkek kahramanlarına bazen olgu, bazen de özlem olarak yüklediği 'serbest adam' temasını kendisinden almış olmalı. Yine ya gerçek ya da kendi ulaşılacak hayali olarak...
'İdeal yazar'ı hapislerde çürüyen aşırı romantikler arasında değil de keyfi hep gıcır olan 'Henry James' olarak gören, sosyal gerçekçiliğin, siyasi ve aşırı sosyal angajmanın sanat eserini neredeyse çöpe çevirebilme, hatta kesin çevirme ihtimalinden bahseden, estet Lukacz'a 'köylü' dediği için birçok koldan fırça yiyen ve bu fırçalardan zevk aldığı kesin olan yazarımızın (aslında bence diğerleri oltaya geldiler!) kahramanlarının duygularını okuyucuya pervasızca verdiğini görmek o yüzden pek de şaşırtmıyor bizi.

Hamdi Koç'u seviyorsanız bu kitabı da sevecek, sevmiyorsanız da belki sevecek, belki de sevmeyeceksiniz.
Neden mi? (Talat'ın analiz stiliyle!)
Güzel kitap
küçük, novella tadında
kadın-erkek ilişkisi var
Güzel kitap (tekrar!)

Yine de doğru kitap böyle yazılarla değil de, biraz meyve seçer gibi daha iyi anlaşılıyor. Ama bilin ki; bir kitapçıda bu kitabı elinizde evirip çevirdikten, birkaç satır okuduktan sonra ona 'nasılsın?' derseniz, o size 'bildiğin gibi' diyecektir.

Bana da 'beni' soracak olursanız, ben Hamdi Koç hayranıyım...

Çarşamba, Şubat 04, 2009

cem yılmaz ve çocukluğu

cem yılmaz'ın kendi ağzından çocukluğu... o yazmamış olablir tabii de, onun diline uygun geldi bana. paylaşmak istedim, zira metinde hepimizin çocukluğu var....

"Ben çocukken çok salaktım. Edip Akbayramın ismini Edi zannederdim.
Yani o, benim için Edi Pakbayramdı. Ablama, Nasıl olup da koca
bir günü canın sıkılmadan evde oturarak geçiriyorsun? demiştim.
Büyüyünce insanın canı sokakta oynamak istemez ki cevabını
vermişti. Uzunca bir süre büyüyüp büyümediğimi anlamak için
kendime, Canın sokakta oynamayı istiyor mu? diye sormuştum.

Sabahları kalktığımda aklımın hala yerinde olup olmadığını anlamak
için 2+2, 3+4 gibi toplama işlemleri yapardım. Sonuçlar doğru
olunca da çok sevinirdim. Dedemle parka gittiğimiz bir gün
TRTciler çekim için oradaydı. Beni oynarken çektiler. Yayın günü
bizim aile jeneriğinde gözüktüğüm çocuk programını izlemek için
televizyon başına geçti. Kendimi ekranda görünce, Beni niye parkta
unuttunuz? diye gözyaşlarına boğulmuştum.

Geri vites kavramım yoktu. Şoför, kolunu koltuğa atıp arkaya
doğru bakınca araba otomatikman geri geri gidiyor zannederdim.
Benden büyük kuzenlerim dondurmacıların dondurma külahlarının sivri
kısmıyla kulaklarını karıştırdığını söylemişti. İnanmıştım. Hala da
külahların sivri kısımlarını yemem. Çöpe atarım.

Abimle Karaoğlancılık oynardık. O Karaoğlan olurdu, beni de Bizans
askeri yapardı. Sonra evire çevire döverdi. Çok mühim bir şey
yaptığımı sandığım için canım yansa bile hiç sesimi çıkarmazdım.
Yeşil ve siyah zeytinin ayrı ağaçlarda yetiştiğini sanırdım.
Bulmacalardaki, Annenin erkek kardeşi kısmına dayımın beş harfli
ismini sığdırmaya çalışırdım.

Anaokulunda patates baskısı yapmayı öğrenmiştik. O kadar hoşuma
gitmişti ki, evde duvarlara, masa örtülerine filan basmıştım. Ancak
sanat merakım annemin yeni aldığı beyaz eteğe patatesi
yapıştırmamla son bulmuştu. Hem gönlünü almak hem de el koyduğu
patateslerime kavuşmak için dahiyane bir fikirle öğretmenimin
yanına gittim. Annem yazısını patatese oydurttum. Sevinçle eve
gelerek soyundum. Renkli boyalara batırdığım patatesi vücudumun her
tarafına bastım. Sonra da annemin karşısına geçtim. Beni o halde
görünce ağlamaya başlamıştı.

Madonna ile Maradonayı kardeş zannederdim. Kendi kendime,
Bunların babası ne şanslı be. Bir çocuğu futbolun kralı, biri
müziğin kraliçesi derdim. Birinden özür dilediğim zaman Allahın
bana bir özür vereceğini sanırdım. Sakat olacağımı düşünüp hemen
dilediğim özrü geri alırdım.

Kurban Bayramında toplanan derilerden uçak yapıldığını sanırdım.
Uçakların dış yüzeyi bu derilerle kaplandığı için Türk Hava
Kurumunun topladığını düşünüyordum. Uçak kaçırma filmlerinde
silahla ateş edildiğinde ya da a patladığında, Ayyy! Deri
delindi! derdim...

Annemgil babamgil diye konuşanları fakir zannederdim. Annem banyodan çıktıktan
sonra babamın söylediği, Sıhhatler olsun lafını Saatler oldu
diye anlardım. Bunun da, Banyoda amma çok kaldın gibi bir şey
demek olduğunu sanıp babamın anneme kızdığını düşünürdüm. Annemin
buna karşın niye sadece, Sağol dediğini merak ederdim. Ne kibar
kadın, derdim."