Cuma, Aralık 29, 2006

hoş geldin yeni yıl

bak sahiden bekliyordum seni bu sefer. hararetle. hani şu arkadaşın 06 var ya, bir tuhaftı. benden duymuş olma, beni tepetaklak etmeyi başardı. şuydu, buydu derken bir aşağı çekti, bir yukarı. haşin davrandı. ittirdi, kaktırdı. birden de havalara sıçrattı.

işim açısından iyi davrandı ama sağolsun, bana ulusal gazeteleri açtı, beni dergilere falan yolladı, bana bir sürü kitap gönerdi. o açıdan kızgın değilim kendisine, hatta müteşekkirim ama bak beni duygusal anlamda hayli hırpaladı.

ne diyeyim ben şimdi ona? git diyorum, hadi git, bütün yıl oyaladın beni, güle güle git diğer kardeşlerinin yanına, orada kal ama, geri dönme, dönemezsin zaten:)

07 sana gelince, bak ümitle bekliyorum seni, baharı bekler gibi bekliyorum, sen kardeşinden daha iyisin gibi geliyor bana, ittirip kaktırmazsın seni ben, öyle hissediyorum. şükürler olsun, geliyorsun, nereden baksak 48 saat falan kaldı, oh yani, böyle mi beklenir bir şey?

bekliyorum işte. gel bakayım, kurul şöyle bir berjere, anlatayım sana şimdiden. Bak neler neler istiyorum senden... sen dinle beni usulca, hepsini gerçekleştirmesen de hayallerimin, bir iki kıyak yaparsın artık.

hoş geldin..

Çarşamba, Aralık 27, 2006

aa

ne çok geçmiş üzerinden yazmayalı. bak ece, bu bir blog. hani diyorlar ya, bebek gibi bakacaksın..
aa,olmaz vallahi. meşgulüm, işim var.
bugün dönerken mudanya'dan, ipod'umu taktım kulağıma. erasure "love to hate you" dedi birdenbire. eve geldim sonra, nasıl soğuk bir hava. bugünü size de anlatmak isterdim, yani ne hissettiğimi... ama olmaz. bu da bende kalsın.

Cuma, Aralık 15, 2006

bak sabah olmuş

  aldım gazetemi kapıdan, çayımı içtim, baktım her sayfasına. üstüne bir sigara. derken açtım moleskine'imini, yazdım iki satır.
gün başladı işte. Posted by Picasa

Cumartesi, Aralık 09, 2006

dökülüyorum


tel tel.. ne yorgunluk ama.

elvin iyi neyse ki, bu durumda dökülen taraf olmak umurumda değil. dışarıda kış güneşi, biz iki ev kuşu. salona götürüyor bütün oyuncakları elvin, akşam şenlik alanı gibi oluyor etraf, yatmadan önce de toplama takati hiç olmuyor bende. hani bazı anneler "salonda oyun oynanmaz yavrucum"durlar ya, ben onlardan biri olamadım hiç. ben her odada her şeyi yapıyorsam çocuk niye yapmasın? salonda kilden hamurlar, mutfakta kitap okuma, yatak odasında laptop karıştırmaca mesela.

o yüzden karışık bir evimiz var. bir yandan alıyor, bir yandan atıyoruz. öyle de tüketiyoruz her şeyi, hayatı. büyüyor elvin, ne zaman ilgi duyacak koleksiyon işine diyordum hep, benim çocukluğum yarısı koleksiyon parçalarımı dizme, dağıtma, tekrar dizme, birileriyle değiş tokuş yapma şeklinde geçmişti çünkü. çocukluktan kalma silgilerim vardı, bir ara başladık elvin'le yine silgi almaya, eskilerin üzerine yığmaya, sevindi falan her seferinde ama düne dek çılgınca ilgilenmemişti onlarla. dünden beri bir merak bir merak...

"koleksonum" diyor da başka bir şey demiyor. cam önüne diziyor silgileri -tabii yine salonda-, sonra topluyor, derken birbirlerine benzeyenleri ayırıyor, küçükleri kaldırıyor sepete, büyükleri yeniden diziyor falan. inanılmaz. çocuklar sahiden de her şeyi -zamanı gelince- yapıyorlar, öncesi, sonrası yok bunun. demek koleksiyonla ilgilenme yaşı 4.5.
keşke hepsinin not alsaymışım...
not: fotoğraf da yeni başladığımız melek koleksiyonundan... heniz beş meleğimiz var.

günün şarkısı: peter gabriel ve kate bush'tan don't give up.

Salı, Aralık 05, 2006

hastayım hasta...

  Posted by Picasa

hay allah


ya birtakım insanlar var, çocukları için doğumgünü yapmaya üşenmiyorlar, sıkılmıyorlar falan. hadi bunu anladım, ben de her yıl azalan bir konuk oranıyla hala ve hala doğumgünü vesvesesinin içindeyim. ama birtakım insanlar doğumgününe davet ettikleri çocuklar için goody bag'ler hazırlıyorlar (ıvır zıvır torbaları), bunu da anladım diyelim, ben de gelen çocuklara bir iki şey veririm genelde. ama birtakım insanlar var ki gelen çocuklara goody bag hazırlama işini abartarak şekil bir a'da gördüğünüz mükemmel torba demeye bin şahit isteyen şeylere dönüştürebiliyorlar. davetli olan bütün çocukların isimlerinin kumaşlara işlenmesini bırakalım bir yana, o balıklar, o şunlar bunlar nasıl yapıldı, ne zaman yapıldı ve nasıl bir beceridir bu? tanrım ben nasıl bir anneyim?
imdat!!!

Pazar, Aralık 03, 2006

bak pes ettim

bir çocuk yirmi gündür hasta olur mu? kulak başladı en son. garibim şurup içmekten helak oldu. pes ettim bende. on beş gün okula göndermeyeceğim, besleyeceğim, uyutacağım, dinlendireceğim...

bunu yazdım gazeteye;
Okullara dair bir hayalim var

Kızımın okuluna gittim almaya. Bütün çocuklar minik iskemlelere oturmuş çizgi film izliyor, bir yandan da koro halinde öksürüyorlardı. Öndeki sıradan üç kişi, ardından ikinci sıradan beş çocuk daha İnsanın içi parçalanıyor. Hani elimde olsa okulu dezenfekte edeceğim, ardından bütün çocuk ve öğretmenlere maske taktıracak, her odaya bir buhar makinesi koyup okul için özel hemşireler tahsis edeceğim. Benim de hayalim bu işte Çocuğu olmayanlara uygun bir hayal değil ama çocukları sürekli hasta olan anneler beni anlayacaklardır.

Sonra mesela hayallerim arasında okulun mutfağının ele geçirmek de var. İçeri girip sürekli ıhlamur kaynatacağım, ardından bütün çocuklara kaşık kaşık zencefilli bal yedireceğim, portakal suyu sıkacağım hepsine. Başlarını okşaya okşaya içireceğim Sonra mesela hepsini öğlen uykuya yatıracağım, masallar anlatacağım. Güçlerini toplayıp da uyandıklarında bağışıklık sistemlerinin güçlendirecek meyve ve sebzelerden oluşun bir kür uygulayacağım onlara. Hayal bu ya, akşamları eve göndermeyeceğim çocukları. Herkes iyileşene, son çocuk da öksürmeyi bırakana kadar orada kalacağız hep beraber. Artık akşamları mısır mı patlatırız, brokolisini en çabuk kim bitirecek yarışması mı yaparız bilemem. Koşturmaca yok ama. Koşturan çocuk terler çünkü. Terler ve hemen öksürürler. Belki pijama partisi yapabiliriz ama Tabii okyanus suları burunlara damlatıldıktan, gerekli şuruplar içildikten hemen sonra.

BAHAR GELİNCE

Fena mı olur, kış boyu orada kalırız. Böylelikle de kapıları açtığımızda hem hastalıklar bitmiş olur, hem de bahar gelmiş olur. Bahar gelince gerçi alerjiler başlar ama onu da artık ben düşünmeyeyim ama değil mi? Bahar gelince kim tutabilir çocukları zaten? Herkes bahçeye, salıncaklara koşar. Cıvıl cıvıl gelir sesleri, top oynarlar, saklanırlar. Işıl ışıl gözleriyle bulunmayı beklerler. Kazaksız, paltosuz olmaya bayılırlar, şuruplara veda vaktidir bahar. Buhar makineleri kaldırılır ortalıktan, artık kimse onlara ıhlamur falan içiremez.

Kimse tutamaz onları evlerde, öğütlerin bir kulaktan girip diğerinden çıktığı mevsimdir bahar. Hani kışın hastalıktan bir kaşık kadar kalır ya yüzleri, baharda tam tersi olur. Birden serpilir, birden büyürler. Söz dinlememeleri hep baharın yüzünden, hep oyun oynama telaşındadırlar çünkü. Günler uzasa da yetmez onlara, vakit az gelir. Kış uykusundan uyanmış, o ana dek hiç oyun oynayamamış gibi davranırlar. Büyüklere onları izlemek düşer baharda, izlemek ve 'İyi ki bir çocuğum var' demek.

Hem büyük laflar etmeye başlarlar birden, sanki biz değil ama onlar hayatın anlamını çözmüş gibidirler, belki sahiden de öyledir

Kışın çocuklar hep uyumak, dinlenmek ister. Kışın anneye baharı hayal etmek düşer.

Perşembe, Kasım 23, 2006

joker

arada bir joker bulurum ben. sahiden. birkaç yılda bir tesadüf eden bir şey. saklarım onları, kimi buzdolabının üzerinde, kimi torpidoda. tuhaf bir şey. hep düşünürüm kim attı o jokerleri diye? yeni bir deste kağıdı olup da jokerlere ihtiyaç duymayan insanlar olabilir mi? hem bu jokerler bana şans getirecek diye düşünürüm o an, öyle bir şey olmadı şimdiye dek ama yine de güzeldir joker bulmak. sevinirim.

victoria redel- oğlum enteresan bir kitap. oğluşu olanlara özellikle tavsiye. ne kadar saplantılı bir anne olunabileceğini bilmek isteyenlere de öneririm. istiklal kitapevi'nden çıktı, yeni.

hava nasıl istanbul'da? günübirlik geleceğim. cuma mı gelsem pazartesi mi kıskacındayım, çok yorgunum bir de hep. 11 saat uyuyorum her gece. erken kalkmayı başaranlardan tavsiyeler istiyorum.

Cumartesi, Kasım 18, 2006

saat altı mı?


saatlerin bir ileri bir geri alınmasını sevmeyenlerdenim. neyse o olsun değil mi? şimdi yani altı gerçek saat mi? gerçeği bilmeye hakkımız yok mu, ama bakın saat altı ama sahiden altı değil gibi..


hadi diyelim geçtik bu konuyu ya da geçmek lazım... neden bahsetmeli? parmaklar tuşlara basmak için büyük bir istek duyarken -velhasıl evde yapacak şu an hiçbir şey yokken- sahiden yok, ev işleri bitmiş inanabiliyor musunuz?- gerçekten aklıma gelen bir şey yok, ne yapabilirim ki? oturuyorum, harflere dokunmak için, ne yazacağımı bilmeden. hava kötü mü diyeyim, hava durumunu haber mi vereyim, herkes bilmiyor mu bunu, yapmadığım kekleri mi anlatayım? yok işte anlatacak bir şey ama yazasım var. öyleyse iki parça vereyim size, ayrılayım...
biri dieggo torres'ten la ultima noche.
diğeri nino'dan si tu maimes...

Perşembe, Kasım 16, 2006

bişi bişi

bu resim prag'dan aldım, bahsetmeyeceğim prag'dan. (bakınız önceki comment'ler ve kalmayan heves...) resmin yanındakiler elvin'in tahmin edileceği üzere bir bebeğinin -barbie taklidi bir şey- ayakkabıları. niye oradalar onu da söyleyeyim, bizimki 4.5 yaşında olabilir ama feci bir estetik duygusuna sahip. sofra hazırlamak mesela hobisi, peçeteleriyle, süsleriyle, mumlarıyla hem de... herhangi sıradan bir fotoğraf çektirmiyor bu aralar bana, konulu oluyor obje fotoğraflarım. onları oraya koyup da 'hadi çek anne' diyen bizzat bizim evin küçüğü.
notlarr...
babil'e gidemedim.
volver zaten gelmedi buraya.
salı akşamı ispanyolca kursuna başlıyorum.
akşam kitap eki'ndeki köşeme acil isim arayışındayım. son gün pazartesi.
ne özlemişim rokfor peynirini. ufacık bir şey aldım, günlerdir yiyorum.
elvin büyüyünce de aynı okula gidecekmiş.
bu kadar galiba... güzel şeyler yazalım, güzel şeyler olsun.

Pazartesi, Kasım 13, 2006

mutluluğun resmi

 yok değil.. var mutluluğun resmi. mesela bu... faytona binelim demiş, olur demişiz. prag sokaklarında tıkkıdı tıkkıdı gitmişiz, bizimkisi sahiden sevinmiş. bu onun fotoğrafı. mutluluğun resmi var. gerçekten var... Posted by Picasa

Pazartesi, Kasım 06, 2006

over the rainbow

-bir yerlerden bulup mutlaka indirin, dinleyin ve çocuklarınıza söyleyin olur mu? dün bir dizide izleyince anımsadım, dünya güzeli bir ninni bu...-

Somewhere over the rainbow
Way up high
There's a land that I heard of
Once in a lullaby

Somewhere over the rainbow
Skies are blue
And the dreams that you dare to dream
Really do come true

Some day I'll wish upon a star
And wake up where the clouds are far behind me
Where troubles melt like lemondrops
Away above the chimney tops
That's where you'll find me

Somewhere over the rainbow
Bluebirds fly
Birds fly over the rainbow
Why then, oh why can't I?
Some day I'll wish upon a star
And wake up where the clouds are far behind me
Where troubles melt like lemondrops
Away above the chimney tops
That's where you'll find me

Somewhere over the rainbow
Bluebirds fly
Birds fly over the rainbow
Why then, oh why can't I?

If happy little bluebirds fly
Beyond the rainbow
Why, oh why can't I?

dün diyordu filiz akın

Şükretmek güzeldir, mutlaka çiçek verir

'Boğazım ağrıyor. İlacımı içtim, mutluyum. İnsan hasta olsa da mutlu olur mu? Olur. Nasıl olsa bir arıza çıkıyor, bari kanser olmasın; ölümcül olay duymayayım, sevdiklerime çaresiz bir dert gelmesin! Hızla değişen değer yargılarından dolayı, hayatı ayaküstü atıştırmak gibi hızla tüketmek, değerini hiç sorgulamadan yaşamanın yanı sıra, tek hedef de emek vermeden köşe dönmenin yollarını aramak olunca... İnsanlar da maddi imkânların hepsini birden, aynı anda ve çabucak alamadığı zaman hemen mutsuz, şiddet yanlısı, kendini ve etrafını tahrip eden birer bomba oluyor. Sabır, hoşgörü, elde olanlara şükretme duygusu yok olmakta.

HER ŞEYİN FATURASI VAR
Kız kardeşim ilaçların yan etkilerinden ağız kuruluğu, taşikardi, sıkıntı basmasının çekilmez olduğunu isyan ederek şikayet ediyordu bana. "Bak güzel kardeşim!" dedim, "En özendiğin insanların bile hayatı dört dörtlük değil. Öyle bir hayat da hiç kimseye vaat edilmediği için 'Ben niye haksızlığa uğruyorum,' diyemeyiz. Her şeyin faturası var. Bazen aşk varsa para yok. Para olduğu zaman sadakat yok. Sadakat var, sıhhat yok. Sıhhat oldu diyelim, iş yok, iş olduğu sırada aşk yok falan gibi döne döne zincirler üretebilirsin. Bazen birkaçı birden yok, ama gene de elde olanlardan birine tutunabilir insan. En azından hiç olmazsa ailem var gibi bir şeyler fısıldayabilir. Çünkü hiçbirinin olmadığı durumlar da var." Kanseri yenmiş görünüyorum, ama ağız kuruluğu nedeniyle konuşmak beni yoruyor. Boynum sakat, radyoterapi etkisiyle bazı eklemler yapışıp bazıları iğne ucu gibi deforme olduğu için devamlı baş ağrısıyla yaşanmaz dediğim noktalara geliyorum. Ağzımda devamlı yanma hali, asitten dilim kesik kesik; hazımsızlık ve ağrılar çekiyorum, çabuk hastalanıyorum. Bütün bunları söylemeden yaşamak istediğim için dişimi sıkmaktan asabi oluyorum. Bunlara rağmen "Oh, çok şükür şu anda mezarda olabilirdim, değilim," diyorum. Yatağa bağımlı değilim, yürüyor, konuşuyor iyi kötü duyuyorum. Daha da önemlisi insanlarla konuşuyor ve çok güzel şeyler paylaşabiliyorum. Tanrıya da bunların değerini bilebilmem için bana ikinci bir şans verdiği için teşekkür ediyorum. Hastanede değilim. Acılar içinde inlemiyorum. Ailem ve dostlarım var, sıkıntılarım önemli olsa da onlarla dertleşip, gülebiliyorum. Gerçekleşsin gerçekleşmesin hayal et. Bazen de gerçekleşmesi mümkün olan projeler üret, onları araştır. Çoğu olmayacaktır. Yılma başka imkânlar ara. Şükretmek pozitif bir ışık yüklüyor; o ışıkla aydınlanan yolda farklı güzellikler yaşıyor insan. Bir tohum ekip çiçek çıkmasını bekliyorsunuz, bazen tam da orada çıkmıyor, ama beklemediğiniz bir anda başka bir yerde başka renkte bir çiçek açıyor. Neticede emek verip, hayal edip, sabırla bekleyince; evrende bir şeyleri tetikliyoruz ve beklediğimiz veya beklemediğimiz bir güzellik çıkıyor karşımıza.'


uygulamak istiyorum kendi hayatıma. şükretmek. sabahları mesela iyi uyanmak, neşeli uyanmak. daha becerebilmiş değilim. dün de akşam'da dr. murat kınıkoğlu'nun uyku üzerine bir yazısı vardı, benim moralimi bozan bir yazıydı. dokuz saatin üzerinde uyumak sağlıksızdır diyor kısaca, alzeheimer'ı falan tetikler diyor. yaşayacak bir hayat var, uyanamıyorsanız bile saat kurun, uyanın diyor. denemek isterim uyanmayı ama olmuyor... kızım kadar uyuyorum. en az dokuz saat olmak üzere günde on veya on bir saat. devamını da şükrederek falan geçirmiyorum, hep bir sıkıntıyla geçiyor günler. bugün de elvin ateşli. gerçi bir doz dolven bile kesiverdi hemen ateşi, neşelendi ama yine de... her günün bi problem barındırıyor olmasından bıkmış vaziyetteyim. bazen 'evim sıcacık, dışarıda değilim' diye anımsatıyorum kendime. bu hatırlatma anının rahatlığı ancak birkaç saniye sürüyor ama...

Salı, Ekim 31, 2006

yiyor mu yoksa?

(sabah'tan eski bir yazı)
Sizinki yiyor mu yoksa?

Yemek konusu tam bir derya. Dipsiz bir kuyu... Kimi çocuk daha doğuştan problemsiz. Bütün biberon mamalarını iştahla mideye indirip karşılaştıkları ilk sebze püresine bile ayılıp bayılıyorlar. Derken, sabahları anneler tarafından ısrarla sunulan bisküvili bulamacı da seviyorlar. İçinde annenin o günkü ruh haline dayalı olarak ilave edilmiş ek besinler bulunabiliyor bu bulamacın. Mesela şöyle bir şey; bisküvi, süt, az miktarda kaşık maması, ceviz, pekmez, yumurtanın sarısı... Bazı anneler muz veya elma, havuç püresi de koyuyorlar bu karışıma.

Diyorum ya, kimi bebek hiç itirazsız yiyor bunları. Kimisi de istemiyor, kafasını çeviriyor, kusuyor, ağlıyor, bağırıyor. Bu durumlarda anneler kendilerini gerçekten çok çaresiz hissediyorlar. Çocuklarının gelişimi için o bulamacın bitmesini şiddetle arzu ediyorlar, o biter bitmez de yeni bir hedef beliriyor önlerinde, öğle yemeği! Bunun için de önceden hazırlıklar başlıyor. Ispanak püre haline getiriliyor mesela, sonra kıymalar defalarca çektiriliyor, meyveler bin kez yıkanıyor. Çeşitli kombinasyonlarla bebeğin en sağlıklı şekilde büyümesini sağlamaya çalışan anneler için bir süre sonra bu yeme içme işleri hayatın merkezine oturuyor ve uzun bir süre boyunca da anneler bu işe kafayı fena halde takmış bir halde ortalarda dolaşıyorlar. Çocukları yemek yemeyen anneler kendilerini çoğunlukla suçlu hissediyorlar, iyi bir anne olamadıklarını düşünüyorlar, bu kesin. Bu yüzden de çevrelerinde yemek yiyen bütün bebekleri kıskanıyorlar. Sonra bütün tarifleri okuyor, bütün kalori hesaplarını bu kez kendi çocukları için yapıyorlar. Şiddetle mucizevi bir iştah şurubu arıyor, soruyor, soruşturuyorlar. Ancak tabii, sadece yan etkisi iştah açmak olan bir alerji ilacından başka bir şey çıkmıyor karşılarına.

Derken efendim, bir süre sonra teslim bayrağını çekiyorlar. Yani nedir? Kabulleniyorlar. Nasıl kabullenmesinler ki? Bakın size bir örnek vereyim. Ben kesinlikle yemek yemeyen bir çocuktum. Diyetisyenlere, şunlara bunlara götürüldüm, türlü şurup içtim, cebimde kayısılarla dolaştım ama neredeyse otuz yaşıma kadar "ay ne kadar zayıfsın!" tümcesinin bin türlü versiyonunu dinleyerek gezdim. Çocukluğumda yemediğim köfteleri halının üzerine atar, annem masada değilse yiyemediğim her şeyi çaktırmadan başkalarının tabaklarına aktarırdım. Saatlerce babamın kucağında oturur, annemin anlattığı masalı dinler ama ancak tabağımdan iki kaşık pilavı bitirmiş olarak kalkardım. Anlayacağınız annemin her türlü çabasına karşın yemek yemeyi sevmedim ve yemedim.

Derken ne oldu dersiniz? Aynen böyle bir kızım oldu benim de. Evet tabii, onun arkasından tabakla koşmak hiç işime gelmiyor. Her gün üç öğün için üç masal, üç oyun ve üç peygamber sabrını bir yerlerden bulup çıkartmak hiç kolay değil. Ama yapıyorum işte. Yesin, biraz daha yesin ve Afrika değil de Avrupa standartlarına göre normal bir kilosu olsun istiyorum ama olmuyor. Diyeceğim o ki; bu iş istemekle olmuyor. Kimi çocuk hakikaten yiyor. Kimi çocuk hakikaten de yemiyor. Olay bundan ibaret.

balon


az önce uçan bir balonum vardı... parmağıma takmadım, annemi dinlemedim...
şimdi yok... gitti...
anne niye ağlayan fotoğrafımı çektin?

Pazartesi, Ekim 30, 2006

gideyim o zaman


evet, ben prag'a bayramlarda gitmeyeyim. canım istediğinde çantamı toplayıp istediğim yere gitme özgürlüğümü kullanayım, dertleri unutayım, hop vize alayım hemen, harç març euro moura basit işler, kızımı da bırakmak kolay, yok yanımda götüreyim, pek güzel geziliyor beraber, tamam o zaman, şimdi mesela el paso'ya gideyim ben. beni o paklar...

Pazar, Ekim 29, 2006

bir dakika...

2Yazılarınızı arada bir blog'unuzdan ve akşam gazetesinden okuyorum. Eğitiminiz ve iş tecrübenize diyecek yok. Sanırım Serdar Turgut da bunlardan etkilenerek sizi gazeteye aldı. Öte yandan ukala ve yukarıdan bakan tutumunuzu da kendine yakın bulmuş olabilir. Bazı yazılarınızda bu rahatsızlık verici bir boyuta yükseliyor. Siz her şeyi bilen, en doğrusunu yapan entelektüelsiniz başka kadınlardan farklısınız, sıradan bir eş ve anne değilsiniz hep bunları öne çıkarmaya çalışıyorsunuz. İnsan şöyle düşünmeden edemiyor: evde oturmaktan rahatsız oluyor herhalde. 'bakın ben diğer ev kadınları,eşler ve anneller gibi değilim, okuyorum, düşünüyorum, yazıyorum çok aktif ve faalim ama o kadınlar gibi ahşap boyama, takı tasarımı örgü gibi şeylerle ilgilenmiyorum. lohusa arkadaşı ziyarete giderken terliklerimi değil defter ve kalemimi çantamda taşıyorum vs,vs,vs. En son Prag ile ilgili yazınızda: "Dolayısıyla Kafka Müzesi'nin açılmasını merakla bekleyen tek Türk de ben gibiyim ya da lobide tanımadığım diğer Türklerle en iyi kristalin nerede satıldığını konuşmayan Mavi bir vazo alıp da rengini tam olarak apliklerine uygun bulmayan kadınlarla ne konuşabilirim ama değil mi? 'Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan biri 'Senden neden korktuğumu sormuşsun...' diye başlıyor, 'Ne acıklı değil mi?' desem, ne derler bana acaba?" gibi düşünceler görünce bende fikrimi yazmaya karar verdim. Emin olun Kafka'yı bilen tek Türk siz değilsiniz. Hem Kafka okuyarak ve bir iki alıntı yapmakla anlaşılsaydı keşke. Halk sözcüğünü kullanmaktan hoşlanmam çünkü herkes kendini onun dışında tutarak halk der- biraz küçümseme barındırır her zaman- o yüzden bu terimi kullanmayacağım. Kendinizi diğer kadınları küçümseyerek yükseltemezsiniz. Daha mütevazi ve kendinizi ön planda tutmayan yazılar yazarsanız bence zaten farkınız anlaşılır.'

bir dakika...
ben bir kere aktif bir kadın değilim...aksine pek tembel ve asosyal bir kadınım...
çok şahane bir anne falan değilim. kitap okuyarak ya da yazı yazarak oyun saatlerinden çaldığım oluyor... birçok şeyi yanlış yapıyorum hatta, bunun sonuçlarını da her allahın günü yaşıyorum hayatımda, detayları yazamam ama inanın her şeyi doğru değil, kesinlikle yanlış yapabiliyorum.
edebiyatı, sinemayı severim ama bunlar beni entellektüel yapar mı bilemem, bunu hiç iddia etmedim hayatım boyunca.
konuşarak anlaşmayı pek beceremem, yazarım ama...
her şeyi en iyi ben bildiğimi asla iddia etmem, çünkü bilmiyorum... belki de hiçbir şey bilmiyorum.
ahşap boyayamam, becerikli değilim... o yüzden gitmiyorum böyle kurslara. sabırsızım bir kere, hemen bitsin isterim.
lohusa birine giderken çantamda kalem kağıt olması hakikaten ne götürmem gerektiğini bilmememden kaynaklanıyor. öyle yetiştirilmedim, sonra da merak etmedim...
diğer kadınları küçümsemek mi çıkıyor o yazıdan? sanmıyorum... sadece hayata başka pencerelerden baktığımızı düşünüyorum, belki de iyi olan, sağlıklı olan onların penceresidir. hiçbir kadını küçümsemiyorum, küçümsemek bana göre değil... ben yeterince küçüğüm, kimseyi daha küçük göremem...

ve kafka elbette bir iki alıntıyla anlaşılmaz. bunu da mı iddia etmişim sizce yazıda?

Cuma, Ekim 27, 2006

prag...

geldim laptop'un adaptörü bozuk. velhasıl çamaşır makinem bozuk... musluk akıtıyordu, yeni tamir oldu ancak acayip na-ergonamik bir kullanıma kavuştuk... ev pis... falan filan...

ama prag iyiydi. hava güzeldi. diyorlardı ki soğuk olur prag, ona göre doldurduk valizi kazaklarla ama olmadı işte, tur rehberi ne kadar şanslı olduğumuzu söylerken dilnde tüy bitti. gerçi onunla sadece ilk gün müşerref olduk, daha sonra ekstra turların tüm ücretlerinin de rehberlerin topladığını öğrendik, velhasıl giderayak kimi turist Türkler 'rehber için kişi başı 5 euro topluyoruz' dediğinde pek güldüm.

prag rüya gibi. sanki kafka charles bridge'de yürüyor her an. her an pardesüsüsünün yakalarını kaldırmış bir adama rast gelecek ve 'seni anlıyorum' diyecekmişsiniz gibi geliyor. onun ruhunun izlerini aramak eğlenceli. kafka müzesi bir harika mesela, tüyleriniz diken diken oluyor gezerken. velhasıl her yer kafka... defter kapları, takvimler vesaire... ama ona her yerde rastlamak bir sıkıntı değil, keyif oluyor. müzede gerçek el yazısıyla babasına mektupları vardı, bir tanesi şöyle başlıyordu; 'Senden neden korktuğumu sormuşsun...'

prag düzenli, temiz. gerçekdışı gibi güzelliği.

taksi şoförleri pek sahtekar. aynı mesafeyi dört ayrı rakamla kat edebiliyorsunuz. daha taksiye binmeden taksimetrelerinin açık olup olmadığını sormaka fayda var, veyahut direkt pazarlık yapacaksınız. adam 300 krona götürüyorum dediğinde siz yüz diyeceksiniz. iki yüzde iş bitecek... durum böyle...

gerçi tramvay ve metro da şahane, günlük kartlar almak mümkün ama biz kalabalıktık ve elvin faktörü vardı, bu yüzden hep taksilerdeydik..

her yerde olduğu gibi prag'da da turistik kafe ve restoranlardan uzakduracaksınız. şöyle diyeyim, karnımız hiç aç değilken oturduğumuz yerdeki iğrenç iki makarna, bir et yemeği ve iki çorbaya iki yüz milyon verdik ve dersimizi aldık. ara sokaklara dalacaksınız, orası kesin. harika çek lokantaları var, yarım litre biraya iki milyon verdiğiniz, tıka basa dört beş ana yemek söyleyip otuz ytl'ye çıkabileceğiniz yerler bunlar. üstelik türkçe konuşan kimse yok oralarda...

prag türk istilasında gibiydi. meydanlarda ve turistik yerlerde tabii. onu mu alayım bunu mu türklerinden uzaklaşınca, açık pazarlara ulaşıyorsunuz. böylelikle meşhur tahta oyuncak ve kuklaları, burada ateş pahası olan marzipanların nerdeyse yarım kilosunun üç dört ytl olduğu yerlere geliyorsunuz. biraz kaybolmayı göze almak ve derken o kayboluş esnasında kafe franz kafka'ya rastlamak şahane...

daha da yazarım..

Perşembe, Ekim 26, 2006

prag'ta sonbahar

yazacağım, sabırsızlanıyorum ancak adaptörüm bozuk... kendi bilgisayarımda değilim...

Perşembe, Ekim 19, 2006

Prag

Prag, Kafka demek değil mi? Milena demek.
Milena'ya Mektuplar kitabım nerede benim? Prag'a yolculuk o kitapla daha anlamlı olmaz mı? Kitabımı bulun benim.. Neyse, Prag soğuk deniyor hep, ama bakın ne diyeceğim? Biz orada olduğumuz süre içinde ısı 20-12 derece civarında... İyi bir şans..

Kalacağımız otel de bir butik otel. Adı Hoffmesiter. İnternetten araştırdım, Adolf Hoffmeister anısına yaptırılmış. O da kim dedim tabii. Bir yazar, şair, diplomat, antika ve sanat koleksiyoncusu çıktı. Hayatı boyunca topladığı eserler bu oteldeymiş... Bir nevi müze. Bir nevi Prag'ın tahmin ettiğim atmosferine uygun bir hal...
Cumartesi oradayız... Dolayısıyla bir sonraki blog dönünce...
Hoşça kalın...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

oyun

 
kuzu uyudu. öncesinde ilk sözcük oyunumuzu oynadık onunla -bazı şeyler için niye geç kalıyorum böyle?-, kalem dedim, kağıt dedi, müzik dedim, dans dedi, buzdolabı dedim, yemek dedi, peri dedim, kanat dedi...
nasıl sevindim...
nasıl mutlu oldu o da bu oyundan... bende hep geç kalmışlık pişmanlığı oluyor, mesela bu oyunu kim bilir ilk ne zaman oynayabilirdik... gibi.

.................
neyse canım, kafamda bin tilki.
mesela cumartesi prag'a gidiyoruz, acaba üşür müyüz meselesi...
geçen pazar akşamı hastane ve serumlarla geçti ya, hastalanır mı korkusu...
kalın kazaklar yeterince kalın mı ikilemi,
hem sonra tüller tül deterjanlarıyla gerçekten kar gibi olurlar mı sorunsalı,
orhan pamuk'la yatıp kalkan ama hiçbir kitabını okumayan, okuyamadığını, ağır geldiğini dile getiren halkımla ve dahi aynen böyle şeyler söyleyen köşe yazarlarımla nasıl yaşayacağız biz problemi,
hangi çantayı yanıma almalıyım krizi,
rize çaylarına seylan çayı karıştırmak ihanet midir neşesi,
çakan şimşeklere sinirlenme katsayısı,
tüylü halıların yıllarca süpürülmelerine karşın hala tüylerini bitiremiş olmalarının hayreti,
murat gülsoy'un kitaplarını neden daha önce okumadım pişmanlığı,
canım gazetemde çıkan haberlerimi görünce içimde zıplayan bir kangurunun sesi,
daha da yazsam arsızlığı, her allahın günü yaz deseler yapabilir miyim endişesi, hayal dünyası,
hisseli harikalar kumpanyası... Posted by Picasa

Cumartesi, Ekim 14, 2006

in my life


By John Lennon and Paul McCartney

There are places I remember all my life,
Though some have changed,
Some forever, not for better,
Some have gone and some remain.

All these places had their moments
With lovers and friends I still can recall.
Some are dead and some are living.
In my life I've loved them all.

Perşembe, Ekim 12, 2006

bu filmin kötü adamı benim

 
murat gülsoy'u ezelden beri biliyorum tabii, hayalet gemi'den tekipçisiydim. bu arada, hayalet gemi'nin eski sayıları var artık hayaletgemi.com'da.
neyse, ama okumamışım gülsoy'u bir kitap olarak. bu filmin kötü adamı benim ile startı verdiğimi düşünüyorum, zira elimden bırakamadım kitabı...
tamam, sıradan insanların sıradan aşk hikayeleri gibi görünebilir dışarıdan bakınca ama kurgu şahane, sonu beklenmedik ve alışılmışın dışında. bu tipte bir kurguya Türk edebiyatında rastlamak pek olası değil, zira Türk'in aklı pek basmıyor böyle zekice kurgulara.
murat gülsoy'a on üzerinden 9.5 veriyorum bu kitabıyla, sonra derhal diğer kitaplara yöneliyorum. okuyun, okutun... Posted by Picasa

Cumartesi, Ekim 07, 2006

büyüdü artık elvin

 
bu fotoğraf kanıtı. Posted by Picasa

akşam yazıları

akşam'ın internetle ilgili bir problemi var. yazılar görünmüyor kimi zaman. dilem gibi soranlara; yazılarım cumartesi yayınlanıyor. ancak iki haftada bir pazarları da gazetenin brunch dergisi'nde "kolaj" isimli kitap sayfam var.
bugünkü yazı için;
http://www.aksam.com.tr/egazete/index.asp?s=21&tarih=

brunch yazılarından birkaç tane okuyayım diyenlere;
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=37&tarih=11.08.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=37&tarih=18.08.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=33&tarih=28.07.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=42&tarih=07.07.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=35&tarih=14.07.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=40&tarih=04.08.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=27&tarih=01.09.2006

Cuma, Ekim 06, 2006

pencere önü berjeri

 
 
 
neymiş? blog bebek gibiymiş, bakmazsan eğer, küsermiş...
sürekli güncelleyecekmişsin falan filan...

bazen diyorum ki kestirip atayım şu blogu, zaten yapmam gereken bin tane iş var, yapmam gerekmeyen ama yaptığım bin tane daha iş de var (fotoğraflarla oynamak, onları flickr'a kaydetmek, bir sürü mp3 indirmek, sürekli evin içinde dolaşıp her türlü nesneyi doğru odalara koyarak rahatlamak ve iş yaptım sanmak-, buna karşın yapmak zorunda olduğum ama yapmadıklarım da var -mesela iki makinelik ütü, akşam için şehriye pilavı, düzenlenmeyi bekleyen çekmeceler, sıraya dizilmeyi, ilgilenilmeyi bekleyen gazete haberlerim ve geçmişten kalan fotoğraflar, test sonucunu bildirmek üzere on gündür aramadığım doktor, buzlanmaktan bir hal olmuş bir buzluk, su isteyen çiçekler, okunmak isteyen kitaplar...-

bugün okumak zorunda olduğum bir kitabı -aslında S.T konuyu söyledi, "iyi ve kötü" dedi, ben de kendime iyi ve kötü ile ilgili canımın istediği kitapları ısmarladım, okumak zorunda olduğumu söylediğim kitabı okumak zorunda kalışım tamamen benim suçumdu-...

pek de kalındı kitap -gerçek bir okur böyle dememeli değil mi? bağlar mı bizi sayfa adetleri?-, neyse canım kalın bir kitap okumak istemiyordu, velhasıl canım başka hiçbir şey yapmak da istemiyordu ama kızım bir havuç delisi olduğundan ona havuçlu kek yaptım. (endişeliperi'ye not: ben de içinde havuç olan her şeyden nefret eden bir insandım, sonradan böyle oldum:)), sonra ne yaptım, aldım kitabı elime sıkıntıyla, çayımı da aldım, dünyanın merkezine -pencere önü berjerime- oturdum, dışarıda inşaat sesleri, hava güzel ya, yaz sanki yanılsaması...

başladım okumaya, birkaç sayfa öyle geçti, derken tam bir okul çocuğu zihniyetiyle "bitmez bu böyle" dedim sıkıntıyla. ama bitmesi, ardından yeni bir "iyi kötü" kitabına başlanılması gerekiyordu. hesapladım, yarın akşama falan biter bu, kızımla iki dakika konuşamam diyerek biraz atlayıverdim sayfaları, sonra biraz daha atladım ama konuya vakıf olmayı başardım, olay örgüsünü kaybetmedim, öre öre gittim yani ama çabuk bitirdim.

gerçi pişman da oldum çabucak kitabı elimden bıraktığıma, her bölüm ayrı bir roman gibi lezzetliydi, her insan ayrı bir romandı falan...
öyle oldu işte.

ev kuşu ece hizmetinizde.

evlerle ilgili bilimum yapılmayan işlerin vicdan azabı için: 444 0 ECE Posted by Picasa

Cuma, Eylül 29, 2006

kalbimden temiz, beyaz bir sayfa

 öyle miydi, öyle mi yazardı birileri? "bana bu kalbimden de temiz beyaz sayfayı ayırdığın için teşekkürler, beni unutma!".

ben hiç yazmadım çocukken böyle satırlar, o zamanlar bile bana komik gelirdi, fareler tıkır mıkır dediler, daha yazacaktım ama kalemimi yediler mesela, tamamen yazamama göstergesiydi benim hanemde, demek yazacak hiçbir şeyi yok bunun derdim içimden, öylece bu safsatayı yazarak lafı uzatıyor ve konuyu kapatıyor.

yine de ama, deliler gibi anket defterleri hazırlardım, brooke shields'ler yapıştırırdım kenarlarına, erkekler için basketbol oynayan meşhur adamlar bulurdum dergilerden. alman dergileri almak için bütün hafta sonumu sokaklarda geçirir, bütün akşamlarımı da bu işe vakfederdim, birileri benim hakkımda ne düşünüyor, birileri demeyelim, herkes diyelim, benim hakkımda ne düşünüyor, hakikaten çok ama çok merak ederdim...

hep ne kadar zayıf olduğum yazılıp çizilirdi kağıtlara, gözlüklü olduğum. boyum da uzundu, beğenilmiyordum yani. "şirin" bulunuyordum sadece, kilo almam, boyumu kısaltmam, o zaman var olmayan lazer operasyonlarından yaptırmam gerekiyordu. miyoptum, hiçbir şeyi göremiyordum, dış görünüşün sevilmeye yetecek bir kriter olduğunu varsayıyor, dış görünüşümden utanıyordum. çocuktum, bu yüzden kırgındım, büyüyünce geçeceğini bilmiyordum.

büyüyünce, başka dertlerin musallat olacağını da bilmiyordum tabii. dış görünüş takıntısı gidecek, ruhani meseleler gelecek, kim bilebilirdi? şöyle veya böyle, birkaç yara, birkaç ölüm, birkaç sızı, birkaç mutlu an, yurt dışı gezileri mesela, hep nefes aldırmıştır bana, bu yaş oldu.

tümcelerim devrik bugün, harflerim boynu bükük ve italik ama anlıyorsunuz değil mi? kızım öksürmekten kusuyor, dışarıda son bir sonbahar güneşi...

gidip dvdler kiralayacağım onlarca, film izlerken, bu hayat gidiyor, yeni bir tane geliyor çünkü.
mutsuzum, ölüyorum falan zannetmeyin, var tabii sıkıntılar şimdi...

ama yıkılmadım, ayaktayım okuyucularım.
 Posted by Picasa

Perşembe, Eylül 28, 2006

bugün...

 

Aslı Erdoğan bugün Rio'dan bahsederken;
"... Aynı yolda yürüyen iki kişiden biri okyanusa bakarken diğeri yolda ölmüş kadını görüyor. Ben o zaman, okyanusa bakmaya çalışırken, esas olarak yolda ölmüş kadını gördüm."
cumhuriyet kitap Posted by Picasa

Pazartesi, Eylül 25, 2006

beceriksizlikler

 
sophie bir kontesmiş. kontesliği bir kenara atıp, balolardan falan sıyrılıp bir de kitap yazmış. "sophie'nin beceriksizlikleri" imiş adı. (malheurs de Sophie). kitapta çocukluğunda yaptığı tüm beceriksizlikleri anlatıyormuş, nasıl çay demleyemediğini, yemek yapamadığını falan. fransız çocukları pek severmiş bu hikayeyi ve hatta şimdi bile beceriksizlik yapanlara "sophie gibisin" derlermiş. fransız olup kitabı okuyasım geldi. sonra bordo mavi yayınları'ndan iki yıl kadar önce kitabın türkçe olarak da yayaınlandığını görüp sevindim, hemen alasım da geldi. bizim dile "sophie'nin yaramazlıkları" diye çevrilmiş ama olsun...
ayrıca tabii bir ispanyol olup boğalardan kaçasım da var şimdi, bunun yanı sıra bir japon olup çay evlerindeki zen sükunetini de isteyebilirim, o ayrı... Posted by Picasa

Cuma, Eylül 22, 2006

I Don't Know Much

 
tesadüfleri severim. arabaya bindim, kızımı bıraktım okula. derken radyomu açtım. şarkı yeni başladı. aaron neville ve linda rondstat başlıktaki şarkıyı söylemekteler, duymayalı yıllar olmuş... radyoda sıkça çaldıklarımdan biriydi. ne biri bağırır sesini duyurmak için, ne diğeri... tıpkı beraberce eve dönen kuş sürüsü gibi akıp gider şarkı. iki nefis sestir. onlar bağırmadan usul usul -tıpkı anlamlı ve uyumlu bir bir birliktelikte olması gerektiği gibi- şarkılarını söylerken eşlik ettim onlara. yıllar önce belki başka bir dizesine vurulmuştum şarkının, bu kez şunu kendim için çok uygun buldum;
Look at this (wo)man
So blessed with inspiration
Look at this soul
Still searching for salvation

Sonra eve gelip hemen mp3 indirmekte üstüne tanımadığım mp3search.ru'dan şarkımı edindim. dalgalı ruh halim her ne kadar böyle yavaş şarkılardan hararetle uzak durmamı tembihlese de, bir taneden bir şey olmaz diyerek başladım tekrar dinlemeye. arada tuhaf biçimde iyi şeyler olsa da, her şeye bütünüyüle bakıldığında zorlu bir dönemeç bu benim için. Posted by Picasa

Çarşamba, Eylül 20, 2006

şeyler

 
sonbahar. çay. berjer koltuk. türk kahvesi. aslı erdoğan. uçuşan perdeler. fesleğen kokusu. kızımın gözleri. kremalı makarna. yeşilin her tonu. deniz fenerleri. kaş. renkli kalemler. dolmakalemler. yusuf atılgan. mantar panolar. raptiyeler. lost. alec baldwin. kurutulmuş çiçekler. cocacola. kremalı kahve. çizgisiz defterler. herse. salıncak. nick hornby. rahat terlikler. arabam. deniz kokusu. çakıl taşları. samanlı kağıtlar. post it. mektup. google. kırmızı şarap. iskender kebabı. kızımın resimleri. tart. kiş. yastık. lazanya. ekose battaniye. dizüstü bilgisayar. yatağım. fotoğraflar. kotlar. gömlekler. mantar. biber. tarçın. kakao. ince fincanlar. koleksiyon. silgi. buket uzuner. kızımın şarkıları. bonnie tyler. stevie nicks. colin vearncombe (aka Black). yüzükler. balkon. saksılar. galvaniz. kitaplık. kütüphane. ingiltere. edward hopper. diş macunu. plak. gökyüzü. queen. badem ezmesi. meksika. gülmek. the 4400. oğuz atay. masa örtüsü. cem karaca. zadie smith. çay. kurabiye. marcel proust. yağmurluk. nergis. toprak kokusu. orman. günışığı kitaplığı. ispanyolca. abajur. havuçlu kek. the beatles. kızım. Posted by Picasa

Pazar, Eylül 17, 2006

sonbahar

 
 
çoraplarımı giydim/ alışkanlıklarım çekmecede/içimdeki kuşlardan biri/ gitmeye karar verdi/ ne yapsam nafile/ yapmasam daha iyi. Posted by Picasa

Pazartesi, Eylül 11, 2006

e yaz sahiden bitti

 
 
 
  Posted by Picasa

yaz bitti

 son günüydü şezlongların, havluların, güneşe taşınan plaj çantalarının. yerlerde yapraklar, geriye kalan, okul alışverişini çoktan bitirmiş üç beş çocuk ve annesi. garsona söylenen son yaz çayı, ayağımı bir soktum havuza, dünyanın tüm çivileri havuzdaymış gibi bir his, batıyor da batıyorlar. kızım istedi de giremedi son kez havuzuna, kollukları kolunda, öyle mahsun bakıp durdu. derken kalan son çocukla bir küçük oyun oynadı, sallandı da sallandı.

ben "sofranız şen olsun"u okudum, mardik amca için bir irmik helvası yapmak istedim okuyunca, sonra herkese mardik amcayı anlattım, dilerseniz size de anlatırım.
dönerken eski yoldan geldik, bagajda yazlıkta kalan son eşyalar. incir, armut topladık yol kenarlarından.
ertesi sabaha derinden gelen bir öksürükle uyandı bu speedo gözlüklü kız. ah dedim, bir de havuza girse ne olacaktı, nereden çıktı şimdi bu öksürük? okulda şimdi ama canım sıkkın onu koruyamadım diye... bir de sabah, "bana öksürük şurubu içirdiğin, bana baktığın için teşekkür ederim anneciğim" demez mi? Posted by Picasa

Pazartesi, Eylül 04, 2006

incelikler

 
bende olmayan, kızımın ruhundan kopup gelen çeşitli incelikleri var, bunlardan biri de günaşırı parti hazırlama yetisi, becerisi ve isteği. bu masanın benzerleri oyuncak kediler için hazırlanıyor genelde. ben o sırada bilgisayar başında oluyorum. bazen babasının gelmesini de bekliyor ve ikimizi birden oturtuyor partisinin başına. bize şeker, bonibon ikram ediyor...
akşam'daki yazılarımın günü değişti yine; pencere eki kapandı, ana gazetede yazıyor olacağım artık ama sadece cumartesi günleri brunch yazıları sürüyor. kitap life diye yeni bir dergi var, ona da yazmaya başladım, bu aralar gelir elime dergi. ha bir de arı kovanı var, iki aydır da o devam ediyor. o kadar yazı inanın bana yetmiyor. hala yazabileceğim başka yerler arıyorum, iyi haftalar... Posted by Picasa

Salı, Ağustos 29, 2006

hımm

 
 
 
 
çocuk okula gidince aslında annenin bin tane işi oluyor. hele benim gibi home-office çalışanların... yine de feci bir ferahlık hali de hüküm sürüyor. kahve içiyorum, gazete okuyorum kimi zaman. ütü yapıyorum, lazanya pişiriyorum ama bir an oluyor ki ne yapacağımı bilemiyorum, son dört yıldır böyle ne yapacağımı bilemediğim an pek olmamıştı ama şimdi oluyor işte -bilemediniz beş dakika sürüyor bu ne yapacağını bilememe hali-, işte o anların birinde kendi kendimi fotografladım ben de. oh, iyi oldu. Posted by Picasa