Pazar, Temmuz 30, 2006
Cuma, Temmuz 28, 2006
Perşembe, Temmuz 27, 2006
ada sahilleri
ne yapsam ne etsem karşıma ada temalı şeyler çıkıyor, bir mail geliyor, bir pps (maalesef) ada konseptli, yorum yazan birinin bloguna bakıyorum, bir ada şiiri. ve evet lost sürüyor, bitmek üzere ama... izlemeyenlere nevaria.com'dan gayet ucuza iki sezonu alabileceklerini anımsatmak isterim.
bizim kız okuldan gelişte kimi zaman okulda ne yaptıklarını S.A.H.İ.D.E.N anlatıyor, kimi zaman da sahiden uyduruyor. Bugün mesela...
bugün bana okulda çilekli çorba içtiğini söyledi. Bir kere hayatta çilekli çorba diye bir şey yok, üstelik benim kızım hayatta en çok çorbadan nefret eder. Bir de efendim, minibüse atlayıp! lokantaya gitmişler, lokantada "nugget" yiyip geri dönmüşler... daha neler... çok eğlenceli...
Çarşamba, Temmuz 26, 2006
küçük şeyler
yasemin küçük şeylerin fotoğrafını çektiğini söylüyordu, düşündüm. benim için değerli olan bir iki eşyayı ben de ölümsüzleştirdim böylece. şu fincan ki pek çok şey paylaştı benimle. leeds'ten almıştım, bir sığınak, bir battaniye, bir kaçıştı benim için. early grey'den kahveye, koladan suya her şey konuldu içine.
okuldan dönüşte bıkkın bir halde gelip fincanıma sıcak bir şey koyup yanına da çikolatalı kurabiye alıp hemen odama çıkar, kaldığım yerden derslere devam ederdim. o fincan o sıkıntılı evde bana ait olan bir şeydi, kimsenin değildi, ne nijeryalıların, ne singapurlunun, ne italyanın, ne faslının... sadece benim. yıllar boyu kullanmadım ama artık zamanı geldi. yanındaki minik kuş nişantaşı'ndan. kızıma bir istanbul hediyesi.
bizimki bugün okuldan bir "faaliyet" yaparak geldi, ufacık çocuklardan bu sözcüğü duymak hep tuhafıma gitse de, çocukların günlük hayatta kullanmadıkları bu sözcüğü tam da okulda -sadece okulda- önemli bir şey yaptıklarında kullanmalarını seviyorum. faaliyetin fotoğrafını çekerim...
lost devam... ikinci sezondan da on bölüm devirdim, bir ekşi sözlük yazarının dediği gibi kendimi yakında filmdeki adada bulursam, yani görürsem kendimi orada şaşmayacağım; hem dizi hiçbir şeye şaşmamanıza neden oluyor, hem de bu kadar izleyince aynen böyle hissediyorsunuz...
dijital zımbırtılar 38 dereceyi gösteriyor ama ev serin. evde olmak güzel, ev iyi bir şey, insanın evini sevmesi daha iyi bir şey.
bir kitap buldum kitaplığımda, 89'da almışım, okudum mu anımsamıyorum, adı Kıskançlık. Konu önemli değil de, yazarı şunu demiş bir yerde; "Kıskançlık romanım kesinlikle özyaşamöyküseldir. O evde yaşadım ben. O evden fotoğraflarım var. Romandaki üç karakterden biriydim. İşin garip tarafı, bu, eleştirmenler tarafından yazarı olmayan bir roman olarak algılandı, soyutun soyutu bir roman." Enteresan değil mi? Okumak için sabırsızlanıyorum.
ve bugünkü akşam yazısı (yazıdaki "falan"lar geçen haftaydı....)
Salı, Temmuz 25, 2006
beş kilometre öteden...
tam ben bunları yazarken yeni çıkmaya başlamış bir okul öncesi eğitim dergisi onlar için yazmamı istedi, hevesle "yazarım" dedim, benim bu her şeye ve her yere yazma telaşım ne olacak acaba... o ilk gün gittiğimde gayet neşeli bir şekilde oynuyordu elvin, ertesi gün ve işte o güne kadar geçen bütün bu günlerde rutinimizi bozmayarak dokuzda uyandık, ona kadar kahvaltı, sonra onun çayla çizgi film keyfi, on bir gibi okul. daha farklısını şimdilik düşünemiyorum, sabahın köründe işe yetişmek gibi bir derdim olmadığından, kızımı da sekiz- dokuz gibi okula bırakmaya niyetim pek yok, gerek de yok. işe gider gibi anaokuluna gitmek gerekmiyor çünkü.
here defasında "gitmeyelim" dese de, okula gelince yelkenleri indiriyor, öğretmenini sevdi, onu görünce akan sular duruyor, ben de birkaç saat yokolup onu almaya gidiyorum sonra. dört saat maksimum okulda kalış süresi. birçok okul var ki "çocuk kendi yemeğini yiyecek" diyor haklı olarak ama haksız olarak da yemeyenle uğraşmıyor, burada böyle değil, okullar küçüldükçe daha insani tavırlar bulabiliyorsunuz, burada da henüz öğretmeni yediriyor yemeğini çünkü yemekhaneye daha ısınmış değil, orada diğer çocuklarla yanyana oturmak ve bir düzenin parçası olmak fikri bizimkini hala pek korkutuyor, tabii buna da alışacak. ama durumu iyi, bana okul sonrası neler yaptıklarını anlatıyor, yaprak topladık, gül topladık, vazolara koyduk, kaydıraktan kaydık vesaire... birilerinin benim yerime kızıma yaprak toplatıyor olmasını seviyorum, benim şu ana dek yüklendiğim eğitsel görevlerin alasının yerine getiriliyor olmasını seviyorum.
okul 1-5 ağustos arası tatil, sonra yeniden başlayacağız, bu "gitmeyeceğim"ler sona erecek bir gün, vicdan azabı falan çektğimi söyleyemem kızım böyle dedikçe, çünkü almaya gittiğimde de "daha oynamam lazım" diyor...
okul işiyle ilgili naçizane fikirlerim var, birincisi psikoloji mezunuyum ve çocuk psikolojisiyle ilgili yüzlerce ders aldım, ikincisi bir anaokulunda psikolojik danışman olarak çalıştım, üçüncüsü işim gereği çocuklarla ilgili yazılmış ve çocuklar için yazılmış yüzlerce kitabı şu son iki üç yılda okudum ve sonuncusu; elvin dört yaşını yeni bitirse de bundan önce iki okul deneyimi oldu, okulları karşılaştırabilme yeteneğine artık sahibim ve biliyorum ki, kızımı mutlu edecek okulu artık beş kilometre öteden tanırım...
not. bloggarage sale'deki bazı kitaplar satıldı, bazıları duruyor, aşağı doğru kayıp kalanlara bakabilirsiniz. yeni kitaplar ilave edeceğim yakında.
here defasında "gitmeyelim" dese de, okula gelince yelkenleri indiriyor, öğretmenini sevdi, onu görünce akan sular duruyor, ben de birkaç saat yokolup onu almaya gidiyorum sonra. dört saat maksimum okulda kalış süresi. birçok okul var ki "çocuk kendi yemeğini yiyecek" diyor haklı olarak ama haksız olarak da yemeyenle uğraşmıyor, burada böyle değil, okullar küçüldükçe daha insani tavırlar bulabiliyorsunuz, burada da henüz öğretmeni yediriyor yemeğini çünkü yemekhaneye daha ısınmış değil, orada diğer çocuklarla yanyana oturmak ve bir düzenin parçası olmak fikri bizimkini hala pek korkutuyor, tabii buna da alışacak. ama durumu iyi, bana okul sonrası neler yaptıklarını anlatıyor, yaprak topladık, gül topladık, vazolara koyduk, kaydıraktan kaydık vesaire... birilerinin benim yerime kızıma yaprak toplatıyor olmasını seviyorum, benim şu ana dek yüklendiğim eğitsel görevlerin alasının yerine getiriliyor olmasını seviyorum.
okul 1-5 ağustos arası tatil, sonra yeniden başlayacağız, bu "gitmeyeceğim"ler sona erecek bir gün, vicdan azabı falan çektğimi söyleyemem kızım böyle dedikçe, çünkü almaya gittiğimde de "daha oynamam lazım" diyor...
okul işiyle ilgili naçizane fikirlerim var, birincisi psikoloji mezunuyum ve çocuk psikolojisiyle ilgili yüzlerce ders aldım, ikincisi bir anaokulunda psikolojik danışman olarak çalıştım, üçüncüsü işim gereği çocuklarla ilgili yazılmış ve çocuklar için yazılmış yüzlerce kitabı şu son iki üç yılda okudum ve sonuncusu; elvin dört yaşını yeni bitirse de bundan önce iki okul deneyimi oldu, okulları karşılaştırabilme yeteneğine artık sahibim ve biliyorum ki, kızımı mutlu edecek okulu artık beş kilometre öteden tanırım...
not. bloggarage sale'deki bazı kitaplar satıldı, bazıları duruyor, aşağı doğru kayıp kalanlara bakabilirsiniz. yeni kitaplar ilave edeceğim yakında.
Perşembe, Temmuz 20, 2006
bloknot
* her siteye web sitesi muamelesi yapılmayacak, "bülent ersoy beş milyara site aldı." başlıklı haberin ayrıntısı manasız gözlerle okunmayacak, bunun gerçek bir site olduğu hemen idrak edilecek...
* markete süt almak için gidildiğinde süt alınacak, gofret, şampuan, salıncak ve şu anda gerekmeyen mr. muscle eve getirilmeyecek. süt alacaktım, neden 50 lira harcadım denmeyecek...
* lost'un iki sezonun tamamının bir gecede bitmesi olasılığı olmadığna göre, bu işe bir yerde dur denecek, mesela ütü yapılacak, sonra izlenecek...
* lost'taki şahıslar -jack, kate, hurley, sayid...'in rüyalara girmesine izin verilmeyecek, bunun için lost izlenip yatılmayacak.
* biri çiçeklere mutlaka su verecek, çünkü su olmadan hakikaten yaşamadıkları tespit edildi. elvin bu konuda eğitilecek, ben mesela lost izlerken o çiçekleri suluyacak ama tabii ütü yapmasına izin verilmeyecek...
* netten kitap siparişleri bir süreliğine askıya alınacak, okunmamış kitaplar üst üste dizilip fotoğrafları çekilecek ve masaüstü deseni yapılacak, böylelikle her kitap siparişi öncesi bu fotoğrafa bakarak fikir değiştirilecek...
Salı, Temmuz 18, 2006
tatil anısı
bu da tatil fotoğrafımız, side dolaylarından, her şey dahil sıkıntısının verdiği huzurszuluktan kaçtığımız bir anda, kendimizi side'nin içine attığımız bir saniyede. bir dondurma, bir dondurma daha, yahu burada nerede çay içilir, denizde dalga yok, bizim otel niye böyle hırçın dalgalara teslim öyleyse, bir terlik mi almalı, limanda varmış çay bahçeleri, ara sokaklarda tüm esnafa göre biz yabancı, herkes yabancı, taklit çantalar ve kotlar, o güzel pembe çiçekler, sıcak.
Pazartesi, Temmuz 17, 2006
blogarage sale
kitaplıklarda yer kalmadığından, beğenerek aldığım, hiç yıpramtmadığım, kimie tek harf bile yazmadığım, çoğu hala gündemde olan kitaplarımı satmaya karar verdim, bunun adını da bloggarage sale koydum. aşağıda her kitabın linkini de bulacaksınız, tanesi dört ylt'den satışta. kargo dahil değil tabii, yani ne kadar çok alırsanız o kadar kardasınız... kitapları alacak olanlar benimle e-mail adresimden itibara geçtiklerinde onlara bir banka hesap no vereceğim, olay bu. yolda daha ne kitaplar var neler... ama sakın bana; bunları satacağına bir yere bağışla demeyin allah aşkına, onu da yapmayı biliyorum çünkü, merak etmeyin... hadi kolay gelsin...
ingiliz müziği- peter ackroyd
benim annem üvey annem-pınar çekirge
sanki yarın nisan- onur caymaz
aklım nereye-çiğdem anat
daha yolun başında-emily perkinssatıldı
buz-anna kavansatıldı
doğru isimler- andrea de carlo
asansör- salah birsel
ayna merdiven- ferhan şensoy
okyanustaki krallıklar
yitik çocuk- dave pelzersatıldı
pervaneler- ali teomansatıldı
sosyal teori ve genç modernlik- ibrahim kaya
denizkızı- zeynep aksoy
kamu personeli sistem ve yönetim- birgül ayman güler
<unutma bahçesi-latife tekin>
yüksek topuklar-murathan mungan
thomas penman'ın tuhaf hatıraları- bruce robinson
rüzgarıma kapılma gülüm- nalan akgöl
dalyan-güven turan
birazcık evli- gail parentsatıldı
sanırım seninle uzun uzun... nora romi
imkansız aşk-danielle steel
sevdiklerimin kelleri- ingrid nollsatıldı
soğuktur akşam rüzgarı- ingrid nollsatıldı
savrulanlar-esmahan aykolsatıldı
aşka şeytan karışır- hande altaylı
ingiliz müziği- peter ackroyd
benim annem üvey annem-pınar çekirge
sanki yarın nisan- onur caymaz
aklım nereye-çiğdem anat
daha yolun başında-emily perkinssatıldı
buz-anna kavansatıldı
doğru isimler- andrea de carlo
asansör- salah birsel
ayna merdiven- ferhan şensoy
okyanustaki krallıklar
yitik çocuk- dave pelzersatıldı
pervaneler- ali teomansatıldı
sosyal teori ve genç modernlik- ibrahim kaya
denizkızı- zeynep aksoy
kamu personeli sistem ve yönetim- birgül ayman güler
<unutma bahçesi-latife tekin>
yüksek topuklar-murathan mungan
thomas penman'ın tuhaf hatıraları- bruce robinson
rüzgarıma kapılma gülüm- nalan akgöl
dalyan-güven turan
birazcık evli- gail parentsatıldı
sanırım seninle uzun uzun... nora romi
imkansız aşk-danielle steel
sevdiklerimin kelleri- ingrid nollsatıldı
soğuktur akşam rüzgarı- ingrid nollsatıldı
savrulanlar-esmahan aykolsatıldı
aşka şeytan karışır- hande altaylı
anlatmam lazım
Bu anaokulu işini tüm detaylarıyla yazasım var; Elvin gibi okul denince tüyleri diken diken olan çocukların, benim gibi perişan annelerine yol gösterir belki.
"Anaokulu günlüğü" diyelim mi biz buna?
Sabah 09.30 gibi uyandık. Her zamanki gibi ben kahvaltıyı hazırlarken bizimkisi odasında oyalandı. Derken geldi, iki yudum bir şeyler yedi, ardından çay istedi. Kahvaltı bitmeden az önce doksansekizinci kez okula gideceğimizi söyledim. Uyandığında ilk tümcesi "okula gitmeyelim" olan bir çocuk tahmin edin, kahvaltı boyu ne dedi bana? Evet, aynı tümce.
Daha sonra da, "ödevleri bırakıp geri dönelim ama" deyiverdi. Giyindi, her zamanki gibi kaydıraktan kayarsa bacakları acımasın diye eşofman giydi. Yol boyu bu kez pek ses çıkarmadı, yanında bir Sindy Bebek, bir tüylü kalem kapağı, bir kadranı olmayan oyuncak saat, bir plastikten Mini Fare vardı (kolları açıkmış farenin, çünkü sevgilisi Miki'yi bekliyormuş).
Arabayı park edip indik, mesele yok gibiydi. İçeri girdik, öğretmenlerden biri geldi, bizimki sandaletleri çıkardı, çıplak ayakla kaldı, öğretmenin verdiği terlikleri reddetti (öyle başkalarının giydiği şeyleri giymeyiz biz....). Derken, öğretmen kimsenin çıplak ayakla dolaşmasına izin vermediklerini söyleyince, en azından yanımda yedek getiriğim çorabı giymeye razı oldu.
Öğretmenle birlikte evcilik köşesine gitti. Ben bir süre orada durduktan sonra bahçeye çıkıp kitap okuyacağımı söyledim, "olmaz, burada dur" dedi. Bir süre durup bahçeye çıktım, yaklaşık beş metre uzağındaydım yani. Yine arada bir gelip bana baktı, ben de o sırada Ad Hudler'ın- hani Ev Erkeği'nin yazarı- Southern Living isimli kitabını okumaya çalıştım.
Bir süre sonra koşar adım yanıma geldi, sandaletlerini giymeye çalışıyordu, öğretmen peşindeydi, "hadi gel ama... Annen orada işte" diyordu. Bizimkisi aceleyle yanıma gelip oturdu. Ne olduğunu sordum, kendi öğretmeni yemekhaneye gitmiş, yemek saati olduğundan. Bizimkisini de çağırmış ama bizimki reddetmiş, o da "peki o zaman, ben yemeğimi yiyeyim, görüşürüz" demiş.
Diğer öğretmenle kalan yavrucağım da yanıma koşmuş. Gemilerim yavaş yavaş batmaya başlamış vaziyette, "Ne olacak şimdi?" dedim, öğretmen de "Asıl öğretmeniyle konuşalım." dedi. Asıl öğretmen bir on beş dakikalığına uzaklaşmamın iyi olacağını söyledi, Elvin'e de durumu izah etti, "Annen yemek yapıp gelecek" dedi, bizimkisi de "olmaz, ben de gideceğim" diyerek çıldırasıya ağlamaya başladı, bacağıma yapıştı. Sakinleşsin diyerek kaldım, yanımdan ayrılmadı, ben çay içerken su içti ama için için mızmızlanmayı ve "eve gidelim" demeyi sürdürdü. Tam on beş dakka böyle geçti; müdür öğretmen en nihayetinde, "Eğer şimdi ağlarken onu götürürseniz zaferi o kazanmış olacak, en iyisi hakikaten bir on dakika gidin" dedi.
Gittim ama nereye, iki adım ötedi bakkala. Bir gazete ve bir dergi aldım, sonra bir Disney dergisi gördüm, ingilizce öğretiyormuş, hadi onu da aldım, bir vicdan azabı dalgasıyla bir de içinde şeker bulunan bir tüp aldım, aynı zamanda balon oluyor falan... Bir sigaradan sonra gittim kapıya, ağlama sesi yoktu. Müdür öğretmen "oynuyor" dedi. Yani tüm işkence her zaman olduğu gibi anneye çektiriliyor gördüğünüz gibi sevgili okuyucular...
Öğretmen, "hazır oynuyorken siz gidin." dedi, tabii süt istemiş, onun antidepresanı da o. İçince sakinleşmiş. "Biz sizi ararız" diyerek yolladılar beni. İlk anda ne yapmam gerektiğini bilemedim, olay mahalinden fazla uzaklaşmamalıyım gibi geldi. Karşı tarafta bir kafeye konuşlanıp bir kahve içtim, baktım arayan soran yok, eve geldim, bu ayrılığımızın bir buçukuncu saati. Tuhaf ama gerçek...
Devamını da yazarım...
"Anaokulu günlüğü" diyelim mi biz buna?
Sabah 09.30 gibi uyandık. Her zamanki gibi ben kahvaltıyı hazırlarken bizimkisi odasında oyalandı. Derken geldi, iki yudum bir şeyler yedi, ardından çay istedi. Kahvaltı bitmeden az önce doksansekizinci kez okula gideceğimizi söyledim. Uyandığında ilk tümcesi "okula gitmeyelim" olan bir çocuk tahmin edin, kahvaltı boyu ne dedi bana? Evet, aynı tümce.
Daha sonra da, "ödevleri bırakıp geri dönelim ama" deyiverdi. Giyindi, her zamanki gibi kaydıraktan kayarsa bacakları acımasın diye eşofman giydi. Yol boyu bu kez pek ses çıkarmadı, yanında bir Sindy Bebek, bir tüylü kalem kapağı, bir kadranı olmayan oyuncak saat, bir plastikten Mini Fare vardı (kolları açıkmış farenin, çünkü sevgilisi Miki'yi bekliyormuş).
Arabayı park edip indik, mesele yok gibiydi. İçeri girdik, öğretmenlerden biri geldi, bizimki sandaletleri çıkardı, çıplak ayakla kaldı, öğretmenin verdiği terlikleri reddetti (öyle başkalarının giydiği şeyleri giymeyiz biz....). Derken, öğretmen kimsenin çıplak ayakla dolaşmasına izin vermediklerini söyleyince, en azından yanımda yedek getiriğim çorabı giymeye razı oldu.
Öğretmenle birlikte evcilik köşesine gitti. Ben bir süre orada durduktan sonra bahçeye çıkıp kitap okuyacağımı söyledim, "olmaz, burada dur" dedi. Bir süre durup bahçeye çıktım, yaklaşık beş metre uzağındaydım yani. Yine arada bir gelip bana baktı, ben de o sırada Ad Hudler'ın- hani Ev Erkeği'nin yazarı- Southern Living isimli kitabını okumaya çalıştım.
Bir süre sonra koşar adım yanıma geldi, sandaletlerini giymeye çalışıyordu, öğretmen peşindeydi, "hadi gel ama... Annen orada işte" diyordu. Bizimkisi aceleyle yanıma gelip oturdu. Ne olduğunu sordum, kendi öğretmeni yemekhaneye gitmiş, yemek saati olduğundan. Bizimkisini de çağırmış ama bizimki reddetmiş, o da "peki o zaman, ben yemeğimi yiyeyim, görüşürüz" demiş.
Diğer öğretmenle kalan yavrucağım da yanıma koşmuş. Gemilerim yavaş yavaş batmaya başlamış vaziyette, "Ne olacak şimdi?" dedim, öğretmen de "Asıl öğretmeniyle konuşalım." dedi. Asıl öğretmen bir on beş dakikalığına uzaklaşmamın iyi olacağını söyledi, Elvin'e de durumu izah etti, "Annen yemek yapıp gelecek" dedi, bizimkisi de "olmaz, ben de gideceğim" diyerek çıldırasıya ağlamaya başladı, bacağıma yapıştı. Sakinleşsin diyerek kaldım, yanımdan ayrılmadı, ben çay içerken su içti ama için için mızmızlanmayı ve "eve gidelim" demeyi sürdürdü. Tam on beş dakka böyle geçti; müdür öğretmen en nihayetinde, "Eğer şimdi ağlarken onu götürürseniz zaferi o kazanmış olacak, en iyisi hakikaten bir on dakika gidin" dedi.
Gittim ama nereye, iki adım ötedi bakkala. Bir gazete ve bir dergi aldım, sonra bir Disney dergisi gördüm, ingilizce öğretiyormuş, hadi onu da aldım, bir vicdan azabı dalgasıyla bir de içinde şeker bulunan bir tüp aldım, aynı zamanda balon oluyor falan... Bir sigaradan sonra gittim kapıya, ağlama sesi yoktu. Müdür öğretmen "oynuyor" dedi. Yani tüm işkence her zaman olduğu gibi anneye çektiriliyor gördüğünüz gibi sevgili okuyucular...
Öğretmen, "hazır oynuyorken siz gidin." dedi, tabii süt istemiş, onun antidepresanı da o. İçince sakinleşmiş. "Biz sizi ararız" diyerek yolladılar beni. İlk anda ne yapmam gerektiğini bilemedim, olay mahalinden fazla uzaklaşmamalıyım gibi geldi. Karşı tarafta bir kafeye konuşlanıp bir kahve içtim, baktım arayan soran yok, eve geldim, bu ayrılığımızın bir buçukuncu saati. Tuhaf ama gerçek...
Devamını da yazarım...
Pazar, Temmuz 16, 2006
anaokulu işleri
olay şimdilik şöyle gelişiyor;
-okula gidelim mi kızım?
-gitmeyelim anne.
-neden?
-istemiyorum...
-iyi o zaman bütün gün evde oturalım...
bir müddet sonra yanıma geliyor, "ama sadece ödevi bırakmaya gidelim". tamam diyorum ben de, gidiyoruz. ilk anda pasif oluyor, böyle herkesin gözünün içine baka baka kenarlarda dolaşıyor. derken kural gereği ayakkabılarını ayakkabılığa yerleştiriyor. ben de bahçeye çıkıp bir masanın -tek masanın- kenarındaki banka ilişiyorum, kış olsa ne yapardım bilemem.
durduğum nokta çaysız bir çay bahçesine benziyor. orada elimde kitapla öylece vakit dolduruyorum. geçen seneki okul tecrübemizin aksine -yaşla mı ilintili bu durum acaba, sadece bu okulu sevmesiyle mi ilgili yoksa- yanıma gelmiyor, ben de rahat rahat okuyorum kitabımı, en azından iki saat boyunca rahat bırakılacağımı bilmek içimi derin bir neşeyle dolduruyor... bir yandan endişeleniyorum, ya bir şeyler ters giderse diye... üstelik onu okulda bırakma evresine bir türlü geçemiyorum.
arada bir ben orada mıyım diyerek kapıya geliyor, "anne seni çok seviyorum" deyip içeri kaçıyor, o noktalarda onu çağırıp "kuaföre gitmem lazım, gideyim geleyim" diyorum, "olmaz "diyor. Market? Hayır. Başka bir gün, "Evde okul çantanı unutmuşum, iki dakikada gideyim..." O da sökmüyor.
Aslında benim için oradan ayrılmak çok da önemli değil, zincirlerimi kırıp da özgürlüğümü ilan edecek, kendimi dağlara falan vuracak, veyahut da günümü gün ederek orası senin, burası benim dolaşacak değilim. A evet, özgür olsam yapacaklarım var, vizyondaki tüm filmleri izlemek, derken dvdler kiralayıp kaçırdıklarımı da izlemek, bütün bunlar bitince mesela lost'un tüm sezonları dvd'lerini alıp bir de onları izlemek falan... belki arada bir starbucks'ta kahve, kızım kremaları yemek için önümden bardağı çekmeden ve de ben iki yudum kahve içeceğim derdindeyken onun Carrefour içinde koşturması sırasında birinin kolundan tutup da onu çekip götürmesi endişesi olmadan yani...
neyse, çok önemli değil bunlar. yeter ki okul denen şeye alışsın, ben beklerim, gerekirse bir ay, günde sekiz saat de dururum. hani diyorlar ya, "siz kararlı olacaksınız", ne klişe değil mi? kararlı olmama olasılığım var mı? ben de insanım, ben de istemez miyim çocuğum okula gitsin, ben işlerimi yapayım, yazılarımı yazayım falan... isterim tabii. çocuğuma bağımlı falan değilim, olmak da isteme, karalıyım, velakin çocuk bunun farkında değil.
çok bilen uzmanların nedense hep gözardı etttiği nokta hiçbir çocuğun diğerine benzemediği, bizimkisi de doğuştan okul fobisine sahip işte. hem de annesi bunca okula gitmiş, gerekirse ve mümkün olsa bir bu kadar daha okula gidebilecek bir insanken. üstelik katiyetle onu okuldan soğutacak herhangi bir şey yapmadık, sevmiyor işte. alışsın diye çektiklerim tabii bunlarla da sınırlı değil.
evde her gün bir punduna getirip okulun nasıl da önemli bir yer olduğuna dair konuşmalar yapılıyor. bunca yıl hatmettiğimiz kitapların dediklerine uyarak okulu sadece ve sadece oyun oynanılan, eğlenilen bir yer olarak da göstermemeye çalışıyoruz tabii, yani abartma yok. abartınca çünkü, e hani lunapark tadında hayat deyiveriyor minikler...
daha da yazacağım... peki neden bu kadar çok yazıyorum bugünlerde_ çünkü yaz dolayısıyla akşam yazılarım azaldı, ben de harf kotamı "harfler" blogumda dolduruyorum...
-okula gidelim mi kızım?
-gitmeyelim anne.
-neden?
-istemiyorum...
-iyi o zaman bütün gün evde oturalım...
bir müddet sonra yanıma geliyor, "ama sadece ödevi bırakmaya gidelim". tamam diyorum ben de, gidiyoruz. ilk anda pasif oluyor, böyle herkesin gözünün içine baka baka kenarlarda dolaşıyor. derken kural gereği ayakkabılarını ayakkabılığa yerleştiriyor. ben de bahçeye çıkıp bir masanın -tek masanın- kenarındaki banka ilişiyorum, kış olsa ne yapardım bilemem.
durduğum nokta çaysız bir çay bahçesine benziyor. orada elimde kitapla öylece vakit dolduruyorum. geçen seneki okul tecrübemizin aksine -yaşla mı ilintili bu durum acaba, sadece bu okulu sevmesiyle mi ilgili yoksa- yanıma gelmiyor, ben de rahat rahat okuyorum kitabımı, en azından iki saat boyunca rahat bırakılacağımı bilmek içimi derin bir neşeyle dolduruyor... bir yandan endişeleniyorum, ya bir şeyler ters giderse diye... üstelik onu okulda bırakma evresine bir türlü geçemiyorum.
arada bir ben orada mıyım diyerek kapıya geliyor, "anne seni çok seviyorum" deyip içeri kaçıyor, o noktalarda onu çağırıp "kuaföre gitmem lazım, gideyim geleyim" diyorum, "olmaz "diyor. Market? Hayır. Başka bir gün, "Evde okul çantanı unutmuşum, iki dakikada gideyim..." O da sökmüyor.
Aslında benim için oradan ayrılmak çok da önemli değil, zincirlerimi kırıp da özgürlüğümü ilan edecek, kendimi dağlara falan vuracak, veyahut da günümü gün ederek orası senin, burası benim dolaşacak değilim. A evet, özgür olsam yapacaklarım var, vizyondaki tüm filmleri izlemek, derken dvdler kiralayıp kaçırdıklarımı da izlemek, bütün bunlar bitince mesela lost'un tüm sezonları dvd'lerini alıp bir de onları izlemek falan... belki arada bir starbucks'ta kahve, kızım kremaları yemek için önümden bardağı çekmeden ve de ben iki yudum kahve içeceğim derdindeyken onun Carrefour içinde koşturması sırasında birinin kolundan tutup da onu çekip götürmesi endişesi olmadan yani...
neyse, çok önemli değil bunlar. yeter ki okul denen şeye alışsın, ben beklerim, gerekirse bir ay, günde sekiz saat de dururum. hani diyorlar ya, "siz kararlı olacaksınız", ne klişe değil mi? kararlı olmama olasılığım var mı? ben de insanım, ben de istemez miyim çocuğum okula gitsin, ben işlerimi yapayım, yazılarımı yazayım falan... isterim tabii. çocuğuma bağımlı falan değilim, olmak da isteme, karalıyım, velakin çocuk bunun farkında değil.
çok bilen uzmanların nedense hep gözardı etttiği nokta hiçbir çocuğun diğerine benzemediği, bizimkisi de doğuştan okul fobisine sahip işte. hem de annesi bunca okula gitmiş, gerekirse ve mümkün olsa bir bu kadar daha okula gidebilecek bir insanken. üstelik katiyetle onu okuldan soğutacak herhangi bir şey yapmadık, sevmiyor işte. alışsın diye çektiklerim tabii bunlarla da sınırlı değil.
evde her gün bir punduna getirip okulun nasıl da önemli bir yer olduğuna dair konuşmalar yapılıyor. bunca yıl hatmettiğimiz kitapların dediklerine uyarak okulu sadece ve sadece oyun oynanılan, eğlenilen bir yer olarak da göstermemeye çalışıyoruz tabii, yani abartma yok. abartınca çünkü, e hani lunapark tadında hayat deyiveriyor minikler...
daha da yazacağım... peki neden bu kadar çok yazıyorum bugünlerde_ çünkü yaz dolayısıyla akşam yazılarım azaldı, ben de harf kotamı "harfler" blogumda dolduruyorum...
Cumartesi, Temmuz 15, 2006
tuhaf zamanlar
kendi evime, kendi yatağıma, sehpama, çay bardaklarıma, dolabıma döndüm; döndük... kolay olmadı, durun anlatacağım. ama "şu an olan"la başlayayım; elvin hanım artık hiçbir yeri uyumak için yeteri kadar rahat bulmuyor, bu yüzden de evin her odasında yatak ve kanepeleri denedi önce ve bilin bakalım şu anda nerede uyumakta? daracık koridorda, yerde, ufacık bir halının üstünde...
onu buraya getirmek kolay olmadı, bir tür "anneanne hastalığı"na yakalandı. eyvallah, insan sever anneannesini, onunla zaman geçirmek ister de bizimkisi aşırı boyutlara ulaştı, gerçekten bu konuda yardım önerilerinize açığım. yazlıkta uzun süredir beraberiz anneanneyle, evet, bazen havuz kenarına beraber indik, evde beraber durduk falan ama son günlere kadar şu derece bir bağımlılık yoktu; şu derece dediğim de şu:
-hadi kızım havuza gidelim,
-aham (anneannesine yedi aylıkken taktığı ad) da gelsin.
-gelmiyor işte, işi var.
- o zaman ben de yüzmem.
veyahut şöyle, hazırlanılmış, giyinilmiş salıncaklara gidiliyor, iki merdiven inmişiz, annem hoşçakalın demek üzere kapıya gelmiş.
-sen de gel aham
-işim var kızım benim
- o zaman ben de sallanmam.
bir çocuk yani, yüzmekten, sallanmaktan vazgeçebiliyor, öyle bir durum oldu... bu yüzden de kendi evimize gelmek bence farz oldu çünkü sahiden çok sıkıldım bu durumdan ama çocuğu arabaya bindirmek mümkün değil, bir kere bindik, kıyameti kopardı, "lütfen beni geri götür" diyerek ağlamalar vesaire. canım yanmış bir kere, nasıl alıp da eve gideceğim, ondan sonra efendim, okula nasıl alıştıracağım bilemiyorum, en nihayetinde dün "ahamlar tatile gidiyor" dedim, "baban çok özledi" dedim defalarca ve birkaç rüşvet önerisinde bulundum, carrefour, istediği parmak arası terlikler, jetonlu oyuncaklar, kedili restoran, lunapark falan... abartmışım değil mi? resmen şart oldu abartmak. "aham sen de gel lunaparka" diyerek uyandı bu sabah, aham da benim direktiflerim doğrultusunda, "olmaz, biz tatile gidiyoruz dedenle" dedi.
bir müdddet "gitmeyeceğim" dediyse de, yol boyu kafasını meşgul etmek suretiyle kapağı carrefour'a attık. bilanço ağır. sırasıyla, peacocks'tan parmak arası terlik ve hırka. 22 YTL, yemek: 13 YTL, jetonlu oyuncak: 5 YTL, zıplayan top: 1 YTL, hello kitty'li taç: 4.5 YTL, starbucks'ta frappucino: 5 YTL. Sonunda nihayet ev, evim.
uyuyor işte koridorda. beş yaşın ilk aylarındayız daha ama çok acayip bir yaş olduğuna kanaat getirdim ben, iki yaş felakettir ya, üç ve dört şahane bence ama beş yaş beni çok zorluyor...
onu buraya getirmek kolay olmadı, bir tür "anneanne hastalığı"na yakalandı. eyvallah, insan sever anneannesini, onunla zaman geçirmek ister de bizimkisi aşırı boyutlara ulaştı, gerçekten bu konuda yardım önerilerinize açığım. yazlıkta uzun süredir beraberiz anneanneyle, evet, bazen havuz kenarına beraber indik, evde beraber durduk falan ama son günlere kadar şu derece bir bağımlılık yoktu; şu derece dediğim de şu:
-hadi kızım havuza gidelim,
-aham (anneannesine yedi aylıkken taktığı ad) da gelsin.
-gelmiyor işte, işi var.
- o zaman ben de yüzmem.
veyahut şöyle, hazırlanılmış, giyinilmiş salıncaklara gidiliyor, iki merdiven inmişiz, annem hoşçakalın demek üzere kapıya gelmiş.
-sen de gel aham
-işim var kızım benim
- o zaman ben de sallanmam.
bir çocuk yani, yüzmekten, sallanmaktan vazgeçebiliyor, öyle bir durum oldu... bu yüzden de kendi evimize gelmek bence farz oldu çünkü sahiden çok sıkıldım bu durumdan ama çocuğu arabaya bindirmek mümkün değil, bir kere bindik, kıyameti kopardı, "lütfen beni geri götür" diyerek ağlamalar vesaire. canım yanmış bir kere, nasıl alıp da eve gideceğim, ondan sonra efendim, okula nasıl alıştıracağım bilemiyorum, en nihayetinde dün "ahamlar tatile gidiyor" dedim, "baban çok özledi" dedim defalarca ve birkaç rüşvet önerisinde bulundum, carrefour, istediği parmak arası terlikler, jetonlu oyuncaklar, kedili restoran, lunapark falan... abartmışım değil mi? resmen şart oldu abartmak. "aham sen de gel lunaparka" diyerek uyandı bu sabah, aham da benim direktiflerim doğrultusunda, "olmaz, biz tatile gidiyoruz dedenle" dedi.
bir müdddet "gitmeyeceğim" dediyse de, yol boyu kafasını meşgul etmek suretiyle kapağı carrefour'a attık. bilanço ağır. sırasıyla, peacocks'tan parmak arası terlik ve hırka. 22 YTL, yemek: 13 YTL, jetonlu oyuncak: 5 YTL, zıplayan top: 1 YTL, hello kitty'li taç: 4.5 YTL, starbucks'ta frappucino: 5 YTL. Sonunda nihayet ev, evim.
uyuyor işte koridorda. beş yaşın ilk aylarındayız daha ama çok acayip bir yaş olduğuna kanaat getirdim ben, iki yaş felakettir ya, üç ve dört şahane bence ama beş yaş beni çok zorluyor...
Cuma, Temmuz 14, 2006
bedenin tuzu
Bedenin Tuzu’nu okudum tekrar. Havuz kenarında, bir yandan kızım kolluklarını taksa dahi ya başına bir şey gelirse diyerek endişelenerek, bir yandan da on beş yıl önce okuduğum bu kitaptan tek bir satır bile anımsamadığımı fark ederek.
Aklımda bir imge kalmış yalnızca; adam bol kaslı ama yakışıklı bir balıkçı, kadın da narin bir kelebek gibi bir şey. Aslında tabii kitap bundan çok daha fazlası; yirmili yaşlarımda bana hiçbir şey ifade etmemesi normal karşılanmalı.
Parisli profesör bir kadınla, yazları gittikleri köyde işi sadece ve sadece balıkçılık olan, başka bir şey düşünmeye ve yapmaya zamanı olmayan, üstelik herhangi bir şey yapmasının “lüks” kaçacağını düşünen bir adamın tutkulu hayat yolculuğu bu.
Yirmili yaşlarda okunduğunda ilk sayfalar dikkat çekici olabilir, ilk aşk, ilk buluşma, kumsalda ilk sevişme... Daha sonrası herhalde pek ilgilendirmemişti beni. Oysa bu tutkulu beraberlikleri hayat akıp giderken, zamandan çalınan kısa tatillerle sürüyormuş meğer...
Kadının dilinden, beyninden dinlediğimiz bu tezat karakterlerin buluşması hayli ilginç. İster istemez kendinizi kadının yerine koyuyorsunuz, ister istemez bu yabani adamda tam olarak ne bulduğunu sorguluyorsunuz, yazar da tam bu noktada imdadınıza yetişerek bu adamda ne bulduğunu bazen bir güzel açıklıyor size, açıklamaya çalışıyor kimi zaman; kimi zaman da onda tam olarak ne bulduğunu bilmediğini anlatıyor.
Öyle içten ve kimi yerlerinde öyle yaralayıcı ve hatta tokatlayıcı bir kitap ki bu... Kadınla beraber otuzları devirdikten sonra ve nihayet henüz gelmediğiniz kırklı yaşlara ve derken ellilere de göz attıktan sonra –niyeyse- hayatın doğal akışına uygun olarak kitabın ölümle sonlanacağını kestirememişçesine afallayıveriyorsunuz. “Niye biri ölmek zorunda?” sorunuz aslında sizin çıktığınız bu hayat yolculuğunun da çıplak sorusu, birileri hep ölmek zorunda, kitaplarda, filmlerde ve elbette gerçek hayatta.
Kitabın bir erotik roman olarak değerlendirilmesi çok saçma. Ben asla bir kitapçıya gidip de erotik roman arayan biri olmadığıma göre en azından benim için bu bir erotik roman olamaz, değil mi ama? Bu bana kalırsa bir yolculuk kitabı, yaşların, değerlerin, aynı kalanların, gidenlerin kitabı.
Benoite Groult’un romanı bildiğini okuyan, üstelik çok okuyan, yazan, özgür bir kadını anlatıyor. “Yüreğinin götürdüğü yere giden” bir kadının hikayesi bu. Evet, cinsellik sayfa sayfa, çarşaf çarşaf anlatılıyor olabilir ama okuyunca göreceksiniz ki önemli olan bunca yoğun bir şekilde cinselliğin anlatımı değil, önemli olan birçok kadının beynini kıvrımlarında dolaşan ama bir türlü ifade edemediği şeyleri bir romana dönüştüren bir kadının varlığı.
Groult’un bu kitabı bundan elli yıl sonra bile değerli olacak. Sırf Disneyland’i anlattığı o birkaç sayfa için bile alınabilir... “Değişmez bir programla yüzlük paketler halinde koşullandırılan, yönetilen, ayarlanan, heyecanlandırılan ziyaretçiler, nazikçe ama kesin bir biçimde, tek yönlü koridorda ileri itiliyor, buradan kaçmak olanaksız, önerileri emir olan bir Big Brother’ın her yere ulaşan sesinin rehberliğinde, ortalama yürüyücü için hesaplanmış dinlenme alanlarına, ortalama sidik torbalarına göre ayarlanmış aralıklarla tuvaletlere ve en şaşı çocuğun bile gözüne çarpacak biçimde yerleştirilmiş şekerci dükkanlarına itiliyorlar... Amerikalı aileler hoşnut görünüyor ve buradan giderlerken, Polinezya’daki yaşam, cangıl, uzay roketleri hakkında her şeyi öğrendiklerinden ve gerçek Karayiplilerin gözünün içine bakmış olduklarından emin olarak ayrılacaklar. Ve onlara, ellerinde kalan son adada biriken son Karayiplilerin, güzel Batılı uygarlığımızın egemenliği altına girmemek için, bir yalıyarın tepesinden kendilerini denize atmış olduklarını anımsatacak hiç kimse çıkmayacak.” (sf: 126)
Aklımda bir imge kalmış yalnızca; adam bol kaslı ama yakışıklı bir balıkçı, kadın da narin bir kelebek gibi bir şey. Aslında tabii kitap bundan çok daha fazlası; yirmili yaşlarımda bana hiçbir şey ifade etmemesi normal karşılanmalı.
Parisli profesör bir kadınla, yazları gittikleri köyde işi sadece ve sadece balıkçılık olan, başka bir şey düşünmeye ve yapmaya zamanı olmayan, üstelik herhangi bir şey yapmasının “lüks” kaçacağını düşünen bir adamın tutkulu hayat yolculuğu bu.
Yirmili yaşlarda okunduğunda ilk sayfalar dikkat çekici olabilir, ilk aşk, ilk buluşma, kumsalda ilk sevişme... Daha sonrası herhalde pek ilgilendirmemişti beni. Oysa bu tutkulu beraberlikleri hayat akıp giderken, zamandan çalınan kısa tatillerle sürüyormuş meğer...
Kadının dilinden, beyninden dinlediğimiz bu tezat karakterlerin buluşması hayli ilginç. İster istemez kendinizi kadının yerine koyuyorsunuz, ister istemez bu yabani adamda tam olarak ne bulduğunu sorguluyorsunuz, yazar da tam bu noktada imdadınıza yetişerek bu adamda ne bulduğunu bazen bir güzel açıklıyor size, açıklamaya çalışıyor kimi zaman; kimi zaman da onda tam olarak ne bulduğunu bilmediğini anlatıyor.
Öyle içten ve kimi yerlerinde öyle yaralayıcı ve hatta tokatlayıcı bir kitap ki bu... Kadınla beraber otuzları devirdikten sonra ve nihayet henüz gelmediğiniz kırklı yaşlara ve derken ellilere de göz attıktan sonra –niyeyse- hayatın doğal akışına uygun olarak kitabın ölümle sonlanacağını kestirememişçesine afallayıveriyorsunuz. “Niye biri ölmek zorunda?” sorunuz aslında sizin çıktığınız bu hayat yolculuğunun da çıplak sorusu, birileri hep ölmek zorunda, kitaplarda, filmlerde ve elbette gerçek hayatta.
Kitabın bir erotik roman olarak değerlendirilmesi çok saçma. Ben asla bir kitapçıya gidip de erotik roman arayan biri olmadığıma göre en azından benim için bu bir erotik roman olamaz, değil mi ama? Bu bana kalırsa bir yolculuk kitabı, yaşların, değerlerin, aynı kalanların, gidenlerin kitabı.
Benoite Groult’un romanı bildiğini okuyan, üstelik çok okuyan, yazan, özgür bir kadını anlatıyor. “Yüreğinin götürdüğü yere giden” bir kadının hikayesi bu. Evet, cinsellik sayfa sayfa, çarşaf çarşaf anlatılıyor olabilir ama okuyunca göreceksiniz ki önemli olan bunca yoğun bir şekilde cinselliğin anlatımı değil, önemli olan birçok kadının beynini kıvrımlarında dolaşan ama bir türlü ifade edemediği şeyleri bir romana dönüştüren bir kadının varlığı.
Groult’un bu kitabı bundan elli yıl sonra bile değerli olacak. Sırf Disneyland’i anlattığı o birkaç sayfa için bile alınabilir... “Değişmez bir programla yüzlük paketler halinde koşullandırılan, yönetilen, ayarlanan, heyecanlandırılan ziyaretçiler, nazikçe ama kesin bir biçimde, tek yönlü koridorda ileri itiliyor, buradan kaçmak olanaksız, önerileri emir olan bir Big Brother’ın her yere ulaşan sesinin rehberliğinde, ortalama yürüyücü için hesaplanmış dinlenme alanlarına, ortalama sidik torbalarına göre ayarlanmış aralıklarla tuvaletlere ve en şaşı çocuğun bile gözüne çarpacak biçimde yerleştirilmiş şekerci dükkanlarına itiliyorlar... Amerikalı aileler hoşnut görünüyor ve buradan giderlerken, Polinezya’daki yaşam, cangıl, uzay roketleri hakkında her şeyi öğrendiklerinden ve gerçek Karayiplilerin gözünün içine bakmış olduklarından emin olarak ayrılacaklar. Ve onlara, ellerinde kalan son adada biriken son Karayiplilerin, güzel Batılı uygarlığımızın egemenliği altına girmemek için, bir yalıyarın tepesinden kendilerini denize atmış olduklarını anımsatacak hiç kimse çıkmayacak.” (sf: 126)
Cuma, Temmuz 07, 2006
loğusa kadın şenlikleri
(bir akşam yazısı daha)
Ben daha çoluk çocuğa karışmamışken en yakın arkadaşlarımdan biri doğum yapmıştı. “Gitmem lazım, bebeği de görmem lazım, bir de hediye almam lazım” diyerek ortalıkta dolaşıyordum. O gün arkadaşlarım bana ısrarla “Bırak iş yerinde yemek yemeyi, orada etli pilav vardır şimdi” deyip duruyordu. Yahu, nereden biliyorlar, arkadaşımın evinde olacak yemeği diye kafa yoruyorum ama nafile. Velhâsıl aldım bir hediye, gittim arkadaşıma. Bir kadın ordusu odalar arasında dolaşıp duruyordu. Ayakkabılarımı çıkartmam şartmış gibi geldi çünkü benimle aynı anda gelen birçok kadın otomatiğe bağlamış bir biçimde şıp diye ayakkabılarını çıkartıp çantalarında bulunan terliği giyiverdiler. Benim çantadakiler kalemdi, defterdi öyle şeyler. İlk sıcak basmasını o anda yaşadım. Ardından evdeki tek çıplak ayaklı kadın olarak arkadaşımı aramaya koyuldum... O da ne, kabus gibi, onlarca kadın vızır vızır... Konuşuyorlar, herkes selam veriyor, hâl hatır soruyor, kız tarafı mı diyor, oğlan mı diye ekliyor, süzüyor falan. Yatak odasına rötarla da olsa ulaştım...
Ne çabuk geçti 40 gün
ArkadaŞIm bir kraliçe gibi yatakta yatıyordu, ayağının ucunda kadife kırmızı bir yastık, gelen giden önce bizimkini öpüyor, derken bebeğe “Aman da aman, aynı babası” diyor (bunu diyenler genelde erkek tarafıydı gerçi), sonra da dönüp yastığa kurdeleli, nazar boncuklu bir altın iğneleyip odadan çıkıyor. Ben şaşkınlıkla bir sandalyeye çöküp olan biteni izledim önce, derken herkesin kınayan bakışlarına aldırmadan altın olmadığı belli olan paketi yatağa bıraktım. Tam o sırada elime etli bir pilav tutuşturuldu ve birileri bana jimnastiğe gidip gitmediğimi sordu. Yaşlı bir teyze benden önce davranıp “Ne çabuk geçti 40 gün” dedi, arkadaşım da ona şöyle bir bakıp, “Teyzeciğim, artık 20 gece ve 20 gündüz geçmesi yeterli mevlit için” dedi. Demek bu devrin çocukları fast-food tarzı hayata daha doğuştan başlıyor...
Derken herkes bir anda çantalarından örtü çıkartıp da başına koyduğu sırada, bir başkası bir yandan dua okur gibi yapıp bir yandan da tenis derslerinin saatinin ne kadar olduğunu bana iletti. Bir başkası elime kolonya sıkarken küçük bir çocuk da mavi jelatinle kaplı bir çikolatayı elime tutuşturdu. Her şey bana o kadar gerçek dışı ve inanılmaz göründü ki; tabağımı ısrarla kalem gibi sarılmış dolmalarla doldurmaya çalışan bir teyzeden kaçarak balkona çıktım. Orada da herkes fosur fosur sigara içiyor ve sigaranın zararlarından bahsediyordu. Biri tekrar kız tarafından olup olmadığımı sordu; kendimi erkek tarafını gizlice dinlemekte olan bir ajan gibi hissedip de rahatsız olunca sigaramı söndürmek üzere erkek tarafı kadınlarının ortasındaki kül tablasına eğilince olan oldu; “Hani sizin terlikleriniz ama?” dedi bir tane kadın, işte bu soruya nasıl bir yanıt vermem gerektiğini bilemedim. Öylece durdum ve sonra “Şimdi gider giyerim” diyerek kaçtım evden.
Ben daha çoluk çocuğa karışmamışken en yakın arkadaşlarımdan biri doğum yapmıştı. “Gitmem lazım, bebeği de görmem lazım, bir de hediye almam lazım” diyerek ortalıkta dolaşıyordum. O gün arkadaşlarım bana ısrarla “Bırak iş yerinde yemek yemeyi, orada etli pilav vardır şimdi” deyip duruyordu. Yahu, nereden biliyorlar, arkadaşımın evinde olacak yemeği diye kafa yoruyorum ama nafile. Velhâsıl aldım bir hediye, gittim arkadaşıma. Bir kadın ordusu odalar arasında dolaşıp duruyordu. Ayakkabılarımı çıkartmam şartmış gibi geldi çünkü benimle aynı anda gelen birçok kadın otomatiğe bağlamış bir biçimde şıp diye ayakkabılarını çıkartıp çantalarında bulunan terliği giyiverdiler. Benim çantadakiler kalemdi, defterdi öyle şeyler. İlk sıcak basmasını o anda yaşadım. Ardından evdeki tek çıplak ayaklı kadın olarak arkadaşımı aramaya koyuldum... O da ne, kabus gibi, onlarca kadın vızır vızır... Konuşuyorlar, herkes selam veriyor, hâl hatır soruyor, kız tarafı mı diyor, oğlan mı diye ekliyor, süzüyor falan. Yatak odasına rötarla da olsa ulaştım...
Ne çabuk geçti 40 gün
ArkadaŞIm bir kraliçe gibi yatakta yatıyordu, ayağının ucunda kadife kırmızı bir yastık, gelen giden önce bizimkini öpüyor, derken bebeğe “Aman da aman, aynı babası” diyor (bunu diyenler genelde erkek tarafıydı gerçi), sonra da dönüp yastığa kurdeleli, nazar boncuklu bir altın iğneleyip odadan çıkıyor. Ben şaşkınlıkla bir sandalyeye çöküp olan biteni izledim önce, derken herkesin kınayan bakışlarına aldırmadan altın olmadığı belli olan paketi yatağa bıraktım. Tam o sırada elime etli bir pilav tutuşturuldu ve birileri bana jimnastiğe gidip gitmediğimi sordu. Yaşlı bir teyze benden önce davranıp “Ne çabuk geçti 40 gün” dedi, arkadaşım da ona şöyle bir bakıp, “Teyzeciğim, artık 20 gece ve 20 gündüz geçmesi yeterli mevlit için” dedi. Demek bu devrin çocukları fast-food tarzı hayata daha doğuştan başlıyor...
Derken herkes bir anda çantalarından örtü çıkartıp da başına koyduğu sırada, bir başkası bir yandan dua okur gibi yapıp bir yandan da tenis derslerinin saatinin ne kadar olduğunu bana iletti. Bir başkası elime kolonya sıkarken küçük bir çocuk da mavi jelatinle kaplı bir çikolatayı elime tutuşturdu. Her şey bana o kadar gerçek dışı ve inanılmaz göründü ki; tabağımı ısrarla kalem gibi sarılmış dolmalarla doldurmaya çalışan bir teyzeden kaçarak balkona çıktım. Orada da herkes fosur fosur sigara içiyor ve sigaranın zararlarından bahsediyordu. Biri tekrar kız tarafından olup olmadığımı sordu; kendimi erkek tarafını gizlice dinlemekte olan bir ajan gibi hissedip de rahatsız olunca sigaramı söndürmek üzere erkek tarafı kadınlarının ortasındaki kül tablasına eğilince olan oldu; “Hani sizin terlikleriniz ama?” dedi bir tane kadın, işte bu soruya nasıl bir yanıt vermem gerektiğini bilemedim. Öylece durdum ve sonra “Şimdi gider giyerim” diyerek kaçtım evden.
Salı, Temmuz 04, 2006
yağmur iyidir
adamı eve götürür, mola verdirir, düşündürür. yazlıktan geldik, birkaç okula gittim. biri beni ve bu ufaklığın okul ile ilgili önyargılarını gerçekten anladı gibi geldi bana ve hatta çok enteresan bir şey oldu bir okulda, yirmi iki yıldır bu işi yapan hanım bana çok şeker bir yol önerdi. "siz şimdi benim yakın arkadaşım olun" dedi, "kızınızı o vesileyle getirin okula, okula geliyormuş gibi gelmesin de, annesinin arkadaşını görmeye gelmiş gibi olsun." devamı da var taktiklerin, bayıldım. bir iki yer daha var gideceğim, isteyenler olursa bu hikayenin devamını da anlatabilirim...
yine çok kitabım oldu bu ara; ancak brunch yazıları iki haftada bire indi yaz döneminde.bu da demektir ki harıl harıl kitap okumam gerekmiyor. akşam yazıları da ikiden bire indi, her hafta çarşamba pencere eki'nde. eylüle kadar böyle.
elvin'in hala değiştirmediği ama bizim de değiştirmeye gönlümüzün elvermediği sözcükler var, unutmak istemediğim;
çikotala* çikolata
zürgar* rüzgar
eenne* battaniye
sıpa* tıpa
iyi ki* keşke
başka da var tabii de, bunlar geldi aklıma.
insanın 146 ile bağlanıp da vicdan azabı içinde e-postalarını kontrol etmesi nasıl bir şey anımsayan var mı?
ayrıca internet kafelere neden hala internet kafe deniyor da playstation salonu denmiyor? neredeyse hiçbir internet kafede word ya da excell yok, bunu biliyor muydunuz? ama eminim fifa bilmemne, sim bilmemne eksik değildir hiçbirinde. hayır benim için sorun değil de, internet kafeden anladığımız tek şeyin oyun olmasından rahatsımız ben... ondan da çılgınlar gibi rahatsız değilim tabii, en nihayetinde daha fazla rahatsız olmamız icap eden bir sürü konu var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)