Başka Zaman Kütüphaneleri enteresan bir kitap. Bir kere “kitap düşkünüyüm, iyi bir okurum, süper bir kütüphanem var” falan diyenlerin acilen kendi saflarına çekmeleri gereken bir kitap bu. İç içe geçmiş altı öyküden oluşan romanın kitaplarla ilgili altı inanılmaz hikayeden oluştuğunu söylemek de olası. Sırp edebiyatının önde gelen yazarlarından Zoran Zivkovic bu kitabıyla haklı olarak birkaç yıl önce Dünya Fantezi Ödülü’ne de değer görülmüş.
İlk öykü mesela çok çarpıcı: bilgisayarının başında vakit geçiren ve kendisine gönderilen spam maillerle tıklamak gibi önemsiz bir şeyle uğraşmayan yazarı cezbeden bir tümce var, “Bizde dünyanın bütün kitapları bulunur.” Bu fazlasıyla iddialı tümceye kayıtsız kalamayan yazarın belirtilen siteye tıklamasıyla başına gelecekler evet, sadece fantezi edebiyatı ile açıklanabilir... Ancak tabii, şunu söylemeli, hayal kurmak şahane, hayal kuran ve bunu ifade eden yazarları okuyabilmek ise daha şahane... Çünkü bir yazarın gelecekte yazacağı tüm kitapları bir liste halinde karşısında bulması fikri sahiden hoş...
İkinci öyküsündeki karakter mesela; “Kitaplara ne kadar çok yer verirseniz verin, asla yetinmezler.” diyor. “Önce duvarları işgal ederler. Ardından adım attıkları her yeri işgal etmeye başlarlar.” (sf:35). Şimdi size bu da harika bir öykü demeyeyim iyisi mi ben, çünkü geride kalan öyküler sayesinde kitap üstüne ne çok şey yazılabileceğini, dahası kitap üstüne yazılanları okumanın nasıl da keyifli olduğunu siz kendiniz görün istiyorum... (Başka Zaman Kütüphaneleri, Çeviren: Cumhur Orancı, İstiklal Kitabevi).
Yazar-gazeteci Alina Reyes’in yirmiden fazla kitabı varmış meğer. Kadınlığı, aşkı ve erotizmi anlatan yazarı ben 7 Gece ile tanıdım. Arka kapaktaki kadına şöyle bir baktığınızda, neden bilmem, bir Melissa P. Vakası gibi algılıyor insan onun yazabileceklerini.
Derken efendim, dört çocuk sahibi ve bilmem şu kadar kitap yazdığını okuyunca sahici bir şaşkınlık. Sevgilisiyle geçirdiği yedi geceyi anlatan bir kadın bu kadar çok çocuk sahibi olamaz veyahut bütün bunları yazamaz gibi...
Gelelim kitaba. Sevgilisiyle gece yarısı bir otel odasında buluşmaya giden kadın önündeki günler ve geceler boyunca birtakım kurallar olacağının farkında değil. Oysa sevgili o ilk gecede “dokunmak yasak” kuralını koyuyor. İkinci gece kural değişiyor, üçüncüde her yere dokunulabiliyor, beşincide her şeye izin var vesaire... Kadın bu kuralları başta anlamsız bulsa da sonradan boyun eğiyor, kurallara uyuyor ve bize de kurallarla dolu gibi görünen ama bir o kadar da cinselliğin sınır tanımazlığını gösteren kısacık bir romanla baş başa kalmak ve düşünmek kalıyor. Doğrusunu söylemek ederse, finali de merak ediyor insan; hani yedinci gece ne olacak bakalım, yazar nasıl bitirecek kitabı gibi çocuksu bir merak iyi de bir neticeye vesile oluyor. (7 Gece, Alina Reyes, Çeviren: Buket Yılmaz, Okuyanus Yayınları)
Pazartesi, Mart 29, 2010
kolay mı anne olmak?
eski bir yazı:
Bizim zamanımızda, ortaokul sıralarında yani, iki ders arası geyik sorulardan biri “kaç çocuk sahibi olmak istersin?”di. En olmadı anket defterinde karşınıza bu soru mutlaka çıkardı. Neyse, soru ne kadar geyikse, benim yanıtım da o derece kendimden emin olurdu. “Üç çocuk isterim...”
Kaderin cilvesi olsa gerek, geçtiğimiz günlerde “Üç Çocuk İstemiyorum!” başlıklı bir yazı yazan da benim… Evet, sahiden de üç çocuk istemiyorum, o zamanki aklım neredeymiş, onu da bilmiyorum.
Gerçi o yaşlarda insan anne olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, çocuk bakmanın da. “Kendime mor renkli bir babet almak istiyorum” demekten bir farkı yok yani kaç çocuk istediğini dile getirmenin… Ta ki sahiden anne olana kadar… İnsanın –bu da kadınlar arası genel bir sohbet temasıdır gerçi - biyolojik bir saati var, orası kesin. O saat de sahiden de hayatın belli bir noktasında önce hafif hafif tiktak eder, derken alarm şeklinde çalmaya başlar.
Tam o anda o alarmı susturmanın tek bir çaresi var, çocuk yapmak. Ortam ve koşullar buna müsaitse ne âlâ, hamile kalmaya çabalıyor, derken de çocuğu doğurup rahatlıyorsunuz. Ama koşullar uygun olmadığı halde alarmı bas bas bağıran kadınlar da o günler/aylar/yıllar boyunca karışık duygularla dolu bir vaziyette, kimi zaman hüzünle, kimi zaman aşırı motive bir şekilde çocuklanmanın yolunu arıyor oluyorlar. Zaten o saatin pili bir noktada tükeniyor, dolayısıyla da çocuk sahibi olmak için yanıp tutuşan birçok kadının da artık böyle bir isteği kalmıyor.
Boş Levha Durumu…
Çocuk sahibi olup da dünyanın kaç bucak olduğunu görenler bir müddet “Yok böyle bir şey, hayatta ben bir daha çocuk falan doğuramam. Deli miyim?” dese de, bazılarının bir müddet sonra beyninde zannedersem kimyasal bir değişim oluyor ve beyindeki “çekilen zorluklar” ile ilgili kısım bu kimyasallarla bir güzel temizlenip, tabula rasa (boş levha) olarak anneye geri gönderiliyor.
Anne de bu boş levhanın tekrar dolması için yanıp tutuşuyor olmalı ki, bir çocuk daha istiyor. O levha boşalmasa kimsenin bir daha çocuk sahibi olmak isteyeceğini zannetmiyorum çünkü. Kimleri için tabula rasa’ya bir daha ulaşmak uzun zaman alıyor, kimileri kısa bir zamanda tekrar beynini çiçek gibi yapabiliyor. Bu da neden kimilerinin bir tanecik, kimilerinin de üç-beş çocuk sahibi olduğunu açıklıyor.
Elbette, çocuk sahibi olmayı istemek, sadece beyin işi değil. Ekonomik koşullar iyi olacak, fiziki koşullar olacak, “deprem olacak ama bize bir şey olmayacak” diye kesin emin olduğun bir durum olacak, çocuğun bilmem kaç yıl sonra gideceği okulu gezmiş, görmüş ve ikna olmuş olacaksın… Ya da daha basit bir taktikle yola çıkacaksın; çayıra salmayı aklına koyacaksın yani. Sonrası kolay zaten…
İnsan hamilelikte zannediyor ki; bu bebeği taşıma işi pek bir zor, doğunca anne bir rahatlayacak bir rahatlayacak, her şey de güllük gülistanlık olacak. Yok öyle bir şey; doğar doğmaz farkına varılıyor bunun. Hani “Onu ilk gördüğüm anda kalbim yerinden çıktı, dünyanın en güzel duygusunu yaşadım.” diyenler var ya; bana pek inandırıcı gelmiyorlar.
Bebeği kucağınıza aldığınız ilk anda aslında, “Aman tanrım! Artık karnımda değil. Dışarıda ve de yanımda. Ne yapacağız, nasıl büyüyecek kazasız belasız ve hastalıksız bu çocuk?” demek gerekiyor. Aslında o ilk aşılarda, ilk yüksek ateşte, havalelerde falan yani, hayat sahiden de zor geliyor… “O hasta olmasaydı, ben olsaydım” diyorsunuz, ona bir şey olmasın, bana olsun…” Böylesi bir duyguyu da zaten bir tek size ait olan o parçaya, o güzel meleğe karşı hissediyorsunuz.
Bence işin en tuhafı, gün geçtikçe bağlandığınız bu küçük insanın size sizin hakkınızda pek çok şey öğretebilmesi. Yani o olmasa ne kadar sevgi dolu, ne kadar cesur, ne kadar derviş sabırlı olabileceğinizi bilme ihtimaliniz yok…
Sırf onun için dağları delebilecek, herkesi ve her şeyi silebilecek kadar cesur, onun için herkesi göz ardı edip, dünya yıkılsa ve bir tek o ve siz kalsanız bile umurunuzda olmayacak kadar sevgiyle dolu ve aynı şeyi bin kere söyleyip, on bin defa gösterecek ve bundan da asla gocunmayacak kadar sabırlı olabiliyorsunuz. Ve evet, bütün bunları size yaptırabilecek dünya üzerinde başka hiçbir insan olamaz.
Anne olmak hiç kolay değil; ama belki de böylesine zor olduğu için güzel… O hayatınıza girdikten sonra başka bir insana dönüşmek ama dönüştüğünüz bu insanı sevdiğinizi fark etmek de çok güzel. Zira anne olup da hâlâ acımasız ya da vicdansız, sabırsız ya da kaygısız olmak -sanki- hiç mümkün değil…
Bizim zamanımızda, ortaokul sıralarında yani, iki ders arası geyik sorulardan biri “kaç çocuk sahibi olmak istersin?”di. En olmadı anket defterinde karşınıza bu soru mutlaka çıkardı. Neyse, soru ne kadar geyikse, benim yanıtım da o derece kendimden emin olurdu. “Üç çocuk isterim...”
Kaderin cilvesi olsa gerek, geçtiğimiz günlerde “Üç Çocuk İstemiyorum!” başlıklı bir yazı yazan da benim… Evet, sahiden de üç çocuk istemiyorum, o zamanki aklım neredeymiş, onu da bilmiyorum.
Gerçi o yaşlarda insan anne olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, çocuk bakmanın da. “Kendime mor renkli bir babet almak istiyorum” demekten bir farkı yok yani kaç çocuk istediğini dile getirmenin… Ta ki sahiden anne olana kadar… İnsanın –bu da kadınlar arası genel bir sohbet temasıdır gerçi - biyolojik bir saati var, orası kesin. O saat de sahiden de hayatın belli bir noktasında önce hafif hafif tiktak eder, derken alarm şeklinde çalmaya başlar.
Tam o anda o alarmı susturmanın tek bir çaresi var, çocuk yapmak. Ortam ve koşullar buna müsaitse ne âlâ, hamile kalmaya çabalıyor, derken de çocuğu doğurup rahatlıyorsunuz. Ama koşullar uygun olmadığı halde alarmı bas bas bağıran kadınlar da o günler/aylar/yıllar boyunca karışık duygularla dolu bir vaziyette, kimi zaman hüzünle, kimi zaman aşırı motive bir şekilde çocuklanmanın yolunu arıyor oluyorlar. Zaten o saatin pili bir noktada tükeniyor, dolayısıyla da çocuk sahibi olmak için yanıp tutuşan birçok kadının da artık böyle bir isteği kalmıyor.
Boş Levha Durumu…
Çocuk sahibi olup da dünyanın kaç bucak olduğunu görenler bir müddet “Yok böyle bir şey, hayatta ben bir daha çocuk falan doğuramam. Deli miyim?” dese de, bazılarının bir müddet sonra beyninde zannedersem kimyasal bir değişim oluyor ve beyindeki “çekilen zorluklar” ile ilgili kısım bu kimyasallarla bir güzel temizlenip, tabula rasa (boş levha) olarak anneye geri gönderiliyor.
Anne de bu boş levhanın tekrar dolması için yanıp tutuşuyor olmalı ki, bir çocuk daha istiyor. O levha boşalmasa kimsenin bir daha çocuk sahibi olmak isteyeceğini zannetmiyorum çünkü. Kimleri için tabula rasa’ya bir daha ulaşmak uzun zaman alıyor, kimileri kısa bir zamanda tekrar beynini çiçek gibi yapabiliyor. Bu da neden kimilerinin bir tanecik, kimilerinin de üç-beş çocuk sahibi olduğunu açıklıyor.
Elbette, çocuk sahibi olmayı istemek, sadece beyin işi değil. Ekonomik koşullar iyi olacak, fiziki koşullar olacak, “deprem olacak ama bize bir şey olmayacak” diye kesin emin olduğun bir durum olacak, çocuğun bilmem kaç yıl sonra gideceği okulu gezmiş, görmüş ve ikna olmuş olacaksın… Ya da daha basit bir taktikle yola çıkacaksın; çayıra salmayı aklına koyacaksın yani. Sonrası kolay zaten…
İnsan hamilelikte zannediyor ki; bu bebeği taşıma işi pek bir zor, doğunca anne bir rahatlayacak bir rahatlayacak, her şey de güllük gülistanlık olacak. Yok öyle bir şey; doğar doğmaz farkına varılıyor bunun. Hani “Onu ilk gördüğüm anda kalbim yerinden çıktı, dünyanın en güzel duygusunu yaşadım.” diyenler var ya; bana pek inandırıcı gelmiyorlar.
Bebeği kucağınıza aldığınız ilk anda aslında, “Aman tanrım! Artık karnımda değil. Dışarıda ve de yanımda. Ne yapacağız, nasıl büyüyecek kazasız belasız ve hastalıksız bu çocuk?” demek gerekiyor. Aslında o ilk aşılarda, ilk yüksek ateşte, havalelerde falan yani, hayat sahiden de zor geliyor… “O hasta olmasaydı, ben olsaydım” diyorsunuz, ona bir şey olmasın, bana olsun…” Böylesi bir duyguyu da zaten bir tek size ait olan o parçaya, o güzel meleğe karşı hissediyorsunuz.
Bence işin en tuhafı, gün geçtikçe bağlandığınız bu küçük insanın size sizin hakkınızda pek çok şey öğretebilmesi. Yani o olmasa ne kadar sevgi dolu, ne kadar cesur, ne kadar derviş sabırlı olabileceğinizi bilme ihtimaliniz yok…
Sırf onun için dağları delebilecek, herkesi ve her şeyi silebilecek kadar cesur, onun için herkesi göz ardı edip, dünya yıkılsa ve bir tek o ve siz kalsanız bile umurunuzda olmayacak kadar sevgiyle dolu ve aynı şeyi bin kere söyleyip, on bin defa gösterecek ve bundan da asla gocunmayacak kadar sabırlı olabiliyorsunuz. Ve evet, bütün bunları size yaptırabilecek dünya üzerinde başka hiçbir insan olamaz.
Anne olmak hiç kolay değil; ama belki de böylesine zor olduğu için güzel… O hayatınıza girdikten sonra başka bir insana dönüşmek ama dönüştüğünüz bu insanı sevdiğinizi fark etmek de çok güzel. Zira anne olup da hâlâ acımasız ya da vicdansız, sabırsız ya da kaygısız olmak -sanki- hiç mümkün değil…
Cumartesi, Mart 27, 2010
kepek ekmekli hayat
üç haftayı geçti zannedersem... yeme alışkanlıklarını değiştirdim. her gün bir kola içerken üç haftada toplam bir kola içtim. bol bol su. az tuz. sıfır tereyağı, bitkisel yağlar. az zeytinyağı. minimumda şeker. kepek ekmeği. sabahları yumurta, az peynir, domates ya da nesfit. kimi zaman öğlenleri kepek ekmeğine tost ya da çorba ya da ızgara tavuk. akşamları ne yiyorsam az. minimumda pilav, az makarna. birkaç akşam uygulamadığım oldu. pideli köfte yediğim, pizza yediğim, bol tereyağlı karides, bol tereyağlı dil kavurma yediğim, mantı yediğim akşamlar oldu. hepsi birer akşam olmak kaydıyla demek ki abartılmış yedi akşam.
bununla birlikte her akşam cips/çikolata/keklere/nutella'ya da veda ettim. elbette bunu da iki üç akşam bozdum. yine de her akşam yediklerimi düşününce bu üç haftadır çok değiştiğimi düşünüyorum. açıkçası çok zorlandım diyemem. oysa diyet yapmak zorunda olsaydım kesin üç gün sonra bu bütün ıvır zıvırı tekrar yemeye başlamış olabilirdim.
hatta hayatımda ilk defa bir diyetisyene gidip (çok ciddi bir para bayılıp) hakikaten beş gün uygulayıp bıraktım geçtiğimiz günlerde. bu zorlamalar hiç bana göre değil.
demek istediğim şu ki aslında sağlıklı beslenmeye beyin karar verince olmuyor değilmiş meğer. aralarda portakal yemek falan kötü şeyler değilmiş... iyi hissetmek iyiymiş. 1.5 kilo vermek de cabası...
oh la la...
bununla birlikte her akşam cips/çikolata/keklere/nutella'ya da veda ettim. elbette bunu da iki üç akşam bozdum. yine de her akşam yediklerimi düşününce bu üç haftadır çok değiştiğimi düşünüyorum. açıkçası çok zorlandım diyemem. oysa diyet yapmak zorunda olsaydım kesin üç gün sonra bu bütün ıvır zıvırı tekrar yemeye başlamış olabilirdim.
hatta hayatımda ilk defa bir diyetisyene gidip (çok ciddi bir para bayılıp) hakikaten beş gün uygulayıp bıraktım geçtiğimiz günlerde. bu zorlamalar hiç bana göre değil.
demek istediğim şu ki aslında sağlıklı beslenmeye beyin karar verince olmuyor değilmiş meğer. aralarda portakal yemek falan kötü şeyler değilmiş... iyi hissetmek iyiymiş. 1.5 kilo vermek de cabası...
oh la la...
Perşembe, Mart 25, 2010
Duras ve Steiner (aşk mı dediniz?)
Yann Andrea Steiner’in “O Aşk” isimli kitabından daha önce söz etmiştim. Yirmili yaşlarında, bir Duras kitabı okuduktan sonra ona saplantılı bir şekilde bağlanan, on yıl boyunca mektuplar yazan ve bir gün bir mektubuna yanıt aldıktan sonra yazarla tanışan Steiner, daha sonra ölümüne kadar büyük yazarla birlikte yaşamış.
Yazarın sevgilisi, hizmetçisi, şoförü, aşçısı, dinleyicisi olan Steiner, Duras öldükten sonra bir süre ortadan kaybolmuş ancak "O Aşk" adlı uzun metni yazarak geri dönmüş.
Bu kez Marguerite Duras tarafından yazılan Yann Andrea Stainer kitabı var elimde. Yazarın Yann ile yetinmeyip hayranı bu genç çocuğa daha uygun gördüğü için Andreas ve Stainer isimlerini eklediğini de belirtelim.
Duras bu kitapta tanıştıkları günü ve gecesini anlatarak başlıyor hikâyeye; doğrusu bu ya, pek de net hatırlamıyor olan biteni, Yann’ın daha sonra anlattıklarına istinaden o günü yazıyor. Yann’ın, hiç yazılmayan Theodorea Kats’la ilgili merakını bir anlamda bu anlatıyla gideriyor. Naziler tarafından öldürülen Kats bir anlamda Duras’ın olmak istediği kadın olduğu için yazılamıyor belki.
İç içe geçen metinde bir başka Yahudi öyküsüyle daha karşılaşıyor okur. Gençlik, ölüm, aşk ve Yann Stainer ile olan ilişkisini bir arada yazıyor Duras. Zaman zaman kendisini öldüreceğinden korktuğu Yann ile 16 yıl beraber olan yazarın bu kitabı da diğerleri gibi gereksiz her türlü sözden/sözcükten arındırılmış, saf, sağlam bir metin. Can Yayınları tarafından çıkan Stainer kitabı “O Aşk” ile birlikte okumaksa ilginç bir deneyim olacaktır… (Yann Andrea Stainer, Marguerite Duras, Çeviren: Esra Özdoğan, Sel Yayıncılık)
Çarşamba, Mart 24, 2010
Çocuğunuz okumazsa siz okuyun
“Çocuklar İçin Dünya Tarihi “Her şey nasıl başladı?” sorusuyla başlıyor. Kitaba resimli bir ansiklopedi de demek mümkün. Volkanlardan, lavlardan itibaren dünyayı günümüze kadar taşıyan kitap, insanların değişik çağlarda ve değişik ülkelerde nasıl yaşadıklarına ışık tutmayı amaçlıyor. En önemli buluş olarak tarımı ön plana çıkaran kitap, oldukça sevimli bir dil kullanıyor. Sümerler, Babilliler, Mısırlılar, Yunanistan, İtalya, Roma İmparatorluğu’ndan sonra sırasıyla bütün çağlarda yaşanmış en önemli olaylara resimler eşliğinde göz atılıyor. Metinler uzun ve sıkıcı değil, aksine epey anlaşılır bir dilde ve okuması eğlenceli. Çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çekebilecek bir kitap. “Dünya nereye gidiyor?” sorusuyla biten kitap Yerdeniz Yayınları’ndan. (Christer Öhman, Çeviren: Murat Özsoy, Ali Arda).
“Çocuk Üniversitesi” daha yeni yayınlanan kitaplardan. 2002 yılında Almanya, Tübingen’de gerçekleştirilen Birinci Çocuk Üniversitesi’nin sekiz sorusu ile sekiz profesörün bu sorulara verdikleri yanıtları içeren kitap Optimist Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Dinazorların soyu neden tükendi, okul neden can sıkıcıdır gibi sorulara yanıt veren kitap aslında büyük bir oluşumun da ilk meyvesi. Zira bu içocuklara kapılarını açan ilk üniversitenin ardından bu yaz Avrupa’nın 70 kentinde çocuk üniversiteleri gerçekleştirilecek. düzenledi. 8-15 yaş arası çocukları hedef alan bu bilgi kaynağının devamı da gelecek. (Ulrich Janssen- Ulla Steuernagel, Çeviren: Kızılca Yürür, Optimist Yayınları ).
Isaac Newton ve Elması eğlenceli bilgi sunuyor. Kitabın arka kapağında şunlar yazıyor; “Büyük ihtimalle Isaac Newton’u duymuşsunuzdur. Yerçekimini keşfetmiş, etrafta zeki bir insan olarak ün salmış, kafasına elma düşmüştür. Peki ama bunları duydunuz mu? Okuldayken çok başarısız bir öğrenciydi. Renkleri anlayabilmek için dakikalarca güneşe baktı...” Şemaların teorilere eşlik ettiği, konuların tadında bırakıldığı bu kitap sayesinde çocukşar Kepler, Galileo gibi önemli bilim insanları hakkında bilgi sahibi olacakları gibi, Newton’un sadece iki yıl içinde binomiyal teoremden tanjanta, yerçekiminden, kalkülüse, renklerden, integral kalkülüse kadar pek çok buluşa imza attığını ve dahası buluşlarını kendine saklamayı sevdiğini öğreniyorlar. Timaş’ın “Eğlenceli Bilgi”si Newton ile sınırlı değil; Muhteşem Filmler, Akıl Almaz Deneyler, Avrupa Futbul Şampiyonası da bu resinin kitapları arasında... (Kjartan Poskiit, Çeviren: Ali Uzan).
Tudem Yayınları’nın da nefis bir serisi var. “Yüz Adımda” diye başlayan serinin örneğin “100 Adımda Antik Roma” kitabı pek doyurucu, pek eğlenceli. Onuncu maddede örneğin şunlar yazıyor; “Zengin ait evlerde merkesi bir alttan ısıtma sistemi vardı. Odunla çalışan bir sobanın ısıttığı hava, zeminin hemen altına yapılmış kanallarda dolaşarak zemini ısıtırdı. Sobanın sürekli olarak yanmasını sağlayan, kestikleri odunlarla durmadan ateşi besleyen kölelerdi.” Gerçek Roma yemeği tarifi ya da kağıttan mozaik yapımı gibi ek bilgilere de rastlanabilecek olan kitap serinin diğer kitaplarını da okuma isteği doğuruyor! (Fiona Macdonald, Çeviren: Levent Türer
Tudem)
Salı, Mart 23, 2010
Helvetica, Eyvah Eyvah, Yetenek Sizsiniz
Bilgisayarı açtınız, yazı çizi işleriniz var. Beğendiğiniz, aklınıza yatan, içinizi ferahlatan bir font bulup başladınız yazmaya. Peki öyle olsun. Ama size söylemem gereken bir şey var. Helvetica belgeselini izledikten sonra her gün kullandığınız, dış dünyada gördüğünüz hiçbir fonta artık kayıtsız kalamayacaksınız. Dünyanın en popüler fontu Helvetica'yı anlatan bu belgeselde mükemmeliyet, eşikaltı mesajlar vs hakkında pek çok şey öğrenecek ve elli yıldır kullanılan ve grafikerler "daha iyi nasıl olabilir?" diye kafa patlatsalar da daha iyi olmasının mümkün olmayacağı bu yazı karakteri hakkında pek enteresan bilgiler öğrenmiş olacaksınız.
Eyvah Eyvah hastalığına yakalandınız mı bilemiyorum. Kiminle konuşsam bu filmden söz ediyor. Film gibi değilmiş ama çok komikmiş. Zırt diye bitiyormuş ama önemli değilmiş.Nasıl bir film mantığıdır anlamadım... izlemeyi de düşünmüyorum. Ama geçen gün bir köşe yazarı "Mutlu olmak için bir kere daha gittim." yazdı. Ne filmmiş yahu...
Sizin evlerde durum nasıl? Gördüğüm kadarıyla artık bütün çocuklar "Yetenek Sizsiniz"de yarışmak istiyorlar. Kazanmak değil dertleri, nedense orada olmak istiyorlar. Bizim evin ufaklığı mesela sınıfta bir grup kurdu kendine. İçlerinden en iyi şarkı söyleyeni belirlemişler, kalanlar da gariplerim arkada dans edeceklermiş. Kareografi nedir bilmiyor olabilirler ama bu azimle kim tutar onları, değil mi ama:) Bu arada kazanan çocukları sevdiğimi söylemeliyim. Evde hararetle bu programı bekleyen biri varken uzak durmak mümkün olmuyor...
Geçen gün ama bir tespit vardı Radikal'de. Acun, Hülya, Ali üçlüsüyle ilgili. Türkiye'nin en çok izlediği ve birer karar mercii gibi görünen bu isimlerin ortak yanı hiçbirinin üniversite mezunu olmaması deniyordu yazıda. Nihayetinde varılan sonuç şuydu; artık okumaya falan gerek yok. Ünlü olabilirsin. Okuman gerekmiyor...
Eyvah Eyvah hastalığına yakalandınız mı bilemiyorum. Kiminle konuşsam bu filmden söz ediyor. Film gibi değilmiş ama çok komikmiş. Zırt diye bitiyormuş ama önemli değilmiş.Nasıl bir film mantığıdır anlamadım... izlemeyi de düşünmüyorum. Ama geçen gün bir köşe yazarı "Mutlu olmak için bir kere daha gittim." yazdı. Ne filmmiş yahu...
Sizin evlerde durum nasıl? Gördüğüm kadarıyla artık bütün çocuklar "Yetenek Sizsiniz"de yarışmak istiyorlar. Kazanmak değil dertleri, nedense orada olmak istiyorlar. Bizim evin ufaklığı mesela sınıfta bir grup kurdu kendine. İçlerinden en iyi şarkı söyleyeni belirlemişler, kalanlar da gariplerim arkada dans edeceklermiş. Kareografi nedir bilmiyor olabilirler ama bu azimle kim tutar onları, değil mi ama:) Bu arada kazanan çocukları sevdiğimi söylemeliyim. Evde hararetle bu programı bekleyen biri varken uzak durmak mümkün olmuyor...
Geçen gün ama bir tespit vardı Radikal'de. Acun, Hülya, Ali üçlüsüyle ilgili. Türkiye'nin en çok izlediği ve birer karar mercii gibi görünen bu isimlerin ortak yanı hiçbirinin üniversite mezunu olmaması deniyordu yazıda. Nihayetinde varılan sonuç şuydu; artık okumaya falan gerek yok. Ünlü olabilirsin. Okuman gerekmiyor...
Salı, Mart 16, 2010
eşikaltı büyücüleri
Ahmet Şerif İzgören adını bildiğim bir yazar; ama kitaplarını bir türlü okumaya fırsat bulamadıklarımdan. Geçen gün bir tavsiye üzerine “Eşikaltı Büyücüleri”ni okumaya başladım. Kalın, kuşe kağıda, hayli emek verilmiş bir kitap. Kapakta bir kurukafa! Üzerinde yazan şu; “Dehşet, ölüm ve seks üçgeninde reklam ve propanda.”
Ahmet Şerif İzgören uzun yıllar Bursa’da yaşamış, hatta TÖMER’i kurmuş. Çeşitli seminerler veren yazarın 15’i aşkın kitabı var. Karşılaştığımız ilanlarla/reklamlarla ilgili ufkumuzu açan kitabın önsözünde yazar şunu söylüyor; “Birileri ülkenizi sömürürken, siz refahımız artıyor zannedersiniz. Daha kötüsü birileri dünyayı yok ederken, siz her şey iyiye gidiyor zannedersiniz. Hadi perdeyi aralayalım.”
Kitabı okuyunca hakikaten perdeleri aralayacaksınız… Bu garanti… Bize neyi gösterirlerse ona inandığımızı söyleyen İzgören eşikaltımızı hedef alan reklamları masaya yatırıyor. “Bilinçaltına yerleşenleri değiştiremezsiniz. Bilinçaltınızdakileri yargılayamazsınız ve kolay kolay unutamazsınız. Bilinçaltı bellek, davranışlarınızı ve kararlarınızı etkiler. Büyülü bir alan. İnsanların kendisine bırakılamayacak kadar büyülü bir alan” diyor kitabın başında. Peki neden bahsediyoruz şimdi? Tamamen bilinçaltımızı hedefleyen reklamlardan. Bizim görmediklerimizden, bizi nasıl etkilediklerini bilmediklerimizden… Ama yazar bize bir bir, tek tek gösteriyor. Her bir ilanda tek tek, işaret ederek bizi biliçaltımızdan yakalayan seks, dehşet görüntülerini sabırla anlatarak ilerliyor.
Kitabı okurken; hayatımız boyunca yüzlerce binlerce kez karşılaştığımız ilanları bu kez başka bir pencereden “okurken” dehşete kapılacaksınız… Kimini sezdiğiniz, kimini hiç bilmediğiniz taktikler, sizi kandırmaya yönelik, “yok artık, pes” diyeceğiniz bir sürü şey…
Kitap bitince “ben artık kanmam bunlara” gibi bir ruh hali… Daha da fenası elinize geçen her pırıl pırıl derginin sayfalarını çevirirken “hımm, burada işte şu var” diyerek “okuduğunuz” binbir an. Kitabı okuduktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, garanti veriyorum…
Pazartesi, Mart 15, 2010
haftanın notları
elma, red bull ve kahve ile yaşayan demi moore, bakın kitapta en çok bu kaldı aklımda. kız kardeşim madonna'yı nihayet bitirdim, onu söylüyorum...
bir haftadır diyetteyim, zincirlerimi kırdım. hayatım boyunca diyet yapmadım ben. yapamadım. zira kurallara gelemem. başka bir yol buldum ve şimdi rahatım. diyet olabilecek, sağlıklı besinler yiyorum. asla bir liste dahilinde yemiyorum. oh be, dünya varmış.
farkında mısınız? vizyonda beş film varsa üçü türk filmi, biri korku, biri çocuk filmi. çok fena, çok...
27 martta aşk-ı memnu stilistleri deniz marşan ve başak fransez bursa kent meydanı avm'de olacaklar. katılmak isterseniz bir sürü davetiyem var. stil konulu iki saatlik bir sohbet.
bir haftadır diyetteyim, zincirlerimi kırdım. hayatım boyunca diyet yapmadım ben. yapamadım. zira kurallara gelemem. başka bir yol buldum ve şimdi rahatım. diyet olabilecek, sağlıklı besinler yiyorum. asla bir liste dahilinde yemiyorum. oh be, dünya varmış.
farkında mısınız? vizyonda beş film varsa üçü türk filmi, biri korku, biri çocuk filmi. çok fena, çok...
27 martta aşk-ı memnu stilistleri deniz marşan ve başak fransez bursa kent meydanı avm'de olacaklar. katılmak isterseniz bir sürü davetiyem var. stil konulu iki saatlik bir sohbet.
Çarşamba, Mart 10, 2010
hangi sözcüklerle buraya geldiniz/geliyorlar?
reklam 29.06 38 87
kahve falı 10.31 29 10
bulaşık makinesi 10.15 16 95
wireless 6.36 51 40
bulaşık makinası 4.76 13 85
kaset laptop çantası 4.05 2 50
markafoni 3.72 40 13
ece 3.60 40 15
laptop çantası 2.31 16 64
kaset çanta 2.27 2 25
lastik 1.69 31 70
erkekler 1.60 17 13
ece lastik 1.50 2 20
takvim 1.45 42 15
hürriyet 1.42 63 36
goggle 1.30 57 18
çikolata 1.28 26 61
ekitap indir 1.00 12 40
doğum günü 0.92 30 27
shadowbox 0.80 49 46
trendy 0.79 40 20
bodrum 0.72 41 49
ikinci bahar 0.68 16 30
antalya 0.64 44 36
çıplak 0.59 27 10
facebook 0.56 100 15
ekşi sözlük 0.54 50 10
yayınları 0.41 9 30
ben kimim 0.41 16 10
turkuaz 0.36 29 20
kahve falı 10.31 29 10
bulaşık makinesi 10.15 16 95
wireless 6.36 51 40
bulaşık makinası 4.76 13 85
kaset laptop çantası 4.05 2 50
markafoni 3.72 40 13
ece 3.60 40 15
laptop çantası 2.31 16 64
kaset çanta 2.27 2 25
lastik 1.69 31 70
erkekler 1.60 17 13
ece lastik 1.50 2 20
takvim 1.45 42 15
hürriyet 1.42 63 36
goggle 1.30 57 18
çikolata 1.28 26 61
ekitap indir 1.00 12 40
doğum günü 0.92 30 27
shadowbox 0.80 49 46
trendy 0.79 40 20
bodrum 0.72 41 49
ikinci bahar 0.68 16 30
antalya 0.64 44 36
çıplak 0.59 27 10
facebook 0.56 100 15
ekşi sözlük 0.54 50 10
yayınları 0.41 9 30
ben kimim 0.41 16 10
turkuaz 0.36 29 20
bazen oluyor
bir şey dinlerken. sanki bir sürü şeye geç kalmışım duygusu. bir sürü şeyi kaçırmışım. yanlış yerlerde durup yanlış şeyler de yapmışım, biraz daha çalışsaymışım, başka yerlerde başka bir insan olabilir miymişim ki?
gözümün önünde sürekli tatil görüntüleri mesela. biraz gidesim gelmiş gibi. kendimi unutturasım gelmiş, kendimi kendimden bile uzaklaştırasım gelmiş. bir moleskine defter, güzel yazan bir kalem, bir mp3 player, bir de fotoğraf makinemle gidesim gelmiş benim.
durmak kabahat değil mi böyle durumlarda? bir de nereye gideceğimi bulsam, bir de her şeyi ayarlayıp gitsem sahiden, üç beş günlüğüne, pek şahane olacak sanki. sanki.
gözümün önünde sürekli tatil görüntüleri mesela. biraz gidesim gelmiş gibi. kendimi unutturasım gelmiş, kendimi kendimden bile uzaklaştırasım gelmiş. bir moleskine defter, güzel yazan bir kalem, bir mp3 player, bir de fotoğraf makinemle gidesim gelmiş benim.
durmak kabahat değil mi böyle durumlarda? bir de nereye gideceğimi bulsam, bir de her şeyi ayarlayıp gitsem sahiden, üç beş günlüğüne, pek şahane olacak sanki. sanki.
Salı, Mart 09, 2010
Pazartesi, Mart 08, 2010
Cumartesi, Mart 06, 2010
ev halleri -2-
cumartesi. erkenden uyandık, zira matematik kursu var, iki saat (zorunlu), ardından volaybol antrenmanı var (ısrarla katılıyor). bana kalsa kurs, antrenman falan olmasın hayatta. (belki ben yüz kursa gittiğimden, çocukluğumda)...
dolayısıyla ev sessiz. kuzusuz.
baharı beklerken...
Cuma, Mart 05, 2010
Perşembe, Mart 04, 2010
koş yonca koş
DİKKATTTT. önemli!
yonca'nın yazısı:
Son 3 gün... Koş Yonca Koş
Boş boş koşmuyorum. Yardım amaçlı koşuyorum.
Antalya'da RUNTALYA 2010 koşusunda, "ADIM ADIM" oluşumu ile beraber 10 km koşmama TAM 4 GÜN kaldı. TEGV’nin ‘Bir Çocuk Değişir, Türkiye Değişir.’ kapsamında, “MİDYAT’A ADIM ADIM” Midyatlı Çocukların Eğitimine Destek Projesi için koşuyorum, gururla.
Durmaya da hiç niyetim yok!
Her 60 TL’lik bağışınız karşılığında 1 ÇOCUK 1 yıl boyunca TEGV Mardin Midyat Öğrenim Birimindeki faaliyetlerden faydalanabiliyor.
Ve
İşte o 1 tek çocuk aslında hepimizin geleceğini ilgilendiriyor.
Değmez mi buna?
Değer.
Siz destek olun onlara, ben 100km de koşarım icabında.
Eğer hala bağış yapmadıysanız, erteleyip unuttuysanız, “Uzun zamandır bir şey yapmak istiyordum!” derken benden bu hatırlatmayı aldıysanız...
Lütfen,
Beklemeyin, ertelemeyin,
Çocuklarımızın eğitimi için harekete geçin.
Olmadı bu maili tanıdıklara iletin!
Teşekkür ederim.
Yonca
“KoşarADIM”
Nasıl Bağış Yapablirsiniz?
Bağışları aşağıdaki TEGV hesap numaralarına E.F.T. veya havale yapabilirsiniz. AAO, bağış toplama işleminde aracı konumda değildir. Sadece yapılan bağışların hangi sporcu adına yapıldığını STK ile işbirliği içerisinde kontrol etmektedir.
DİKKAT!
Bağış yaparken:
* Gönderinin "Açıklama" kısmını lütfen boş bırakmayın.
* ADIM ADIM OLUŞUMU'nun kısa adını (AAO) ve AAO için desteklediğiniz gönüllü koşucunuzun, yani benim adımın baş harfini (Y)ve soyadımı (TOKBAŞ), kendi adınızı ve soyadınızı yazın.
EFT için Örnek açıklama: AAO, YTOKBAS, KENDİ ADINIZ SOYADINIZ
Böylelikle; benim adıma toplanan bağış miktarını ve TEGV için ADIM ADIM adına toplanan bağış miktarını takip etme imkanım olacaktır.
TEGV BANKA HESAP NUMARALARI
BANKA ADI :YAPI KREDİ BANKASI (TL) ( 0067 )
ALICI ADI :TÜRKİYE EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ VAKFI
ŞUBE :HARBİYE ÖZEL BANKACILIK MERKEZİ (00391)
HESAP NO :7997892
IBAN : TR890006701000000007997892
SWIFT KOD : YAPITRIS
BANKA ADI :İŞBANKASI (USD) (0064)
ALICI ADI :TÜRKİYE EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ VAKFI
ŞUBE :BEYLERBEYİ (1136)
HESAP NO :377337
IBAN : TR13 0006400000211360377337
SWIFT KOD : ISBKTRIS
BANKA ADI :İŞBANKASI (EURO) (0064)
ALICI ADI :TÜRKİYE EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ VAKFI
ŞUBE :BEYLERBEYİ (1136)
HESAP NO :381861
IBAN : TR85 0006400000211360381861
SWIFT KOD : ISBKTRIS
İLETİŞİM
Arzu Özdemirci: arzuo@tegv.org , Feyziye Günaydın: feyziyeg@tegv.org
yonca'nın yazısı:
Son 3 gün... Koş Yonca Koş
Boş boş koşmuyorum. Yardım amaçlı koşuyorum.
Antalya'da RUNTALYA 2010 koşusunda, "ADIM ADIM" oluşumu ile beraber 10 km koşmama TAM 4 GÜN kaldı. TEGV’nin ‘Bir Çocuk Değişir, Türkiye Değişir.’ kapsamında, “MİDYAT’A ADIM ADIM” Midyatlı Çocukların Eğitimine Destek Projesi için koşuyorum, gururla.
Durmaya da hiç niyetim yok!
Her 60 TL’lik bağışınız karşılığında 1 ÇOCUK 1 yıl boyunca TEGV Mardin Midyat Öğrenim Birimindeki faaliyetlerden faydalanabiliyor.
Ve
İşte o 1 tek çocuk aslında hepimizin geleceğini ilgilendiriyor.
Değmez mi buna?
Değer.
Siz destek olun onlara, ben 100km de koşarım icabında.
Eğer hala bağış yapmadıysanız, erteleyip unuttuysanız, “Uzun zamandır bir şey yapmak istiyordum!” derken benden bu hatırlatmayı aldıysanız...
Lütfen,
Beklemeyin, ertelemeyin,
Çocuklarımızın eğitimi için harekete geçin.
Olmadı bu maili tanıdıklara iletin!
Teşekkür ederim.
Yonca
“KoşarADIM”
Nasıl Bağış Yapablirsiniz?
Bağışları aşağıdaki TEGV hesap numaralarına E.F.T. veya havale yapabilirsiniz. AAO, bağış toplama işleminde aracı konumda değildir. Sadece yapılan bağışların hangi sporcu adına yapıldığını STK ile işbirliği içerisinde kontrol etmektedir.
DİKKAT!
Bağış yaparken:
* Gönderinin "Açıklama" kısmını lütfen boş bırakmayın.
* ADIM ADIM OLUŞUMU'nun kısa adını (AAO) ve AAO için desteklediğiniz gönüllü koşucunuzun, yani benim adımın baş harfini (Y)ve soyadımı (TOKBAŞ), kendi adınızı ve soyadınızı yazın.
EFT için Örnek açıklama: AAO, YTOKBAS, KENDİ ADINIZ SOYADINIZ
Böylelikle; benim adıma toplanan bağış miktarını ve TEGV için ADIM ADIM adına toplanan bağış miktarını takip etme imkanım olacaktır.
TEGV BANKA HESAP NUMARALARI
BANKA ADI :YAPI KREDİ BANKASI (TL) ( 0067 )
ALICI ADI :TÜRKİYE EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ VAKFI
ŞUBE :HARBİYE ÖZEL BANKACILIK MERKEZİ (00391)
HESAP NO :7997892
IBAN : TR890006701000000007997892
SWIFT KOD : YAPITRIS
BANKA ADI :İŞBANKASI (USD) (0064)
ALICI ADI :TÜRKİYE EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ VAKFI
ŞUBE :BEYLERBEYİ (1136)
HESAP NO :377337
IBAN : TR13 0006400000211360377337
SWIFT KOD : ISBKTRIS
BANKA ADI :İŞBANKASI (EURO) (0064)
ALICI ADI :TÜRKİYE EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ VAKFI
ŞUBE :BEYLERBEYİ (1136)
HESAP NO :381861
IBAN : TR85 0006400000211360381861
SWIFT KOD : ISBKTRIS
İLETİŞİM
Arzu Özdemirci: arzuo@tegv.org , Feyziye Günaydın: feyziyeg@tegv.org
Çarşamba, Mart 03, 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)