Salı, Ekim 31, 2006

yiyor mu yoksa?

(sabah'tan eski bir yazı)
Sizinki yiyor mu yoksa?

Yemek konusu tam bir derya. Dipsiz bir kuyu... Kimi çocuk daha doğuştan problemsiz. Bütün biberon mamalarını iştahla mideye indirip karşılaştıkları ilk sebze püresine bile ayılıp bayılıyorlar. Derken, sabahları anneler tarafından ısrarla sunulan bisküvili bulamacı da seviyorlar. İçinde annenin o günkü ruh haline dayalı olarak ilave edilmiş ek besinler bulunabiliyor bu bulamacın. Mesela şöyle bir şey; bisküvi, süt, az miktarda kaşık maması, ceviz, pekmez, yumurtanın sarısı... Bazı anneler muz veya elma, havuç püresi de koyuyorlar bu karışıma.

Diyorum ya, kimi bebek hiç itirazsız yiyor bunları. Kimisi de istemiyor, kafasını çeviriyor, kusuyor, ağlıyor, bağırıyor. Bu durumlarda anneler kendilerini gerçekten çok çaresiz hissediyorlar. Çocuklarının gelişimi için o bulamacın bitmesini şiddetle arzu ediyorlar, o biter bitmez de yeni bir hedef beliriyor önlerinde, öğle yemeği! Bunun için de önceden hazırlıklar başlıyor. Ispanak püre haline getiriliyor mesela, sonra kıymalar defalarca çektiriliyor, meyveler bin kez yıkanıyor. Çeşitli kombinasyonlarla bebeğin en sağlıklı şekilde büyümesini sağlamaya çalışan anneler için bir süre sonra bu yeme içme işleri hayatın merkezine oturuyor ve uzun bir süre boyunca da anneler bu işe kafayı fena halde takmış bir halde ortalarda dolaşıyorlar. Çocukları yemek yemeyen anneler kendilerini çoğunlukla suçlu hissediyorlar, iyi bir anne olamadıklarını düşünüyorlar, bu kesin. Bu yüzden de çevrelerinde yemek yiyen bütün bebekleri kıskanıyorlar. Sonra bütün tarifleri okuyor, bütün kalori hesaplarını bu kez kendi çocukları için yapıyorlar. Şiddetle mucizevi bir iştah şurubu arıyor, soruyor, soruşturuyorlar. Ancak tabii, sadece yan etkisi iştah açmak olan bir alerji ilacından başka bir şey çıkmıyor karşılarına.

Derken efendim, bir süre sonra teslim bayrağını çekiyorlar. Yani nedir? Kabulleniyorlar. Nasıl kabullenmesinler ki? Bakın size bir örnek vereyim. Ben kesinlikle yemek yemeyen bir çocuktum. Diyetisyenlere, şunlara bunlara götürüldüm, türlü şurup içtim, cebimde kayısılarla dolaştım ama neredeyse otuz yaşıma kadar "ay ne kadar zayıfsın!" tümcesinin bin türlü versiyonunu dinleyerek gezdim. Çocukluğumda yemediğim köfteleri halının üzerine atar, annem masada değilse yiyemediğim her şeyi çaktırmadan başkalarının tabaklarına aktarırdım. Saatlerce babamın kucağında oturur, annemin anlattığı masalı dinler ama ancak tabağımdan iki kaşık pilavı bitirmiş olarak kalkardım. Anlayacağınız annemin her türlü çabasına karşın yemek yemeyi sevmedim ve yemedim.

Derken ne oldu dersiniz? Aynen böyle bir kızım oldu benim de. Evet tabii, onun arkasından tabakla koşmak hiç işime gelmiyor. Her gün üç öğün için üç masal, üç oyun ve üç peygamber sabrını bir yerlerden bulup çıkartmak hiç kolay değil. Ama yapıyorum işte. Yesin, biraz daha yesin ve Afrika değil de Avrupa standartlarına göre normal bir kilosu olsun istiyorum ama olmuyor. Diyeceğim o ki; bu iş istemekle olmuyor. Kimi çocuk hakikaten yiyor. Kimi çocuk hakikaten de yemiyor. Olay bundan ibaret.

balon


az önce uçan bir balonum vardı... parmağıma takmadım, annemi dinlemedim...
şimdi yok... gitti...
anne niye ağlayan fotoğrafımı çektin?

Pazartesi, Ekim 30, 2006

gideyim o zaman


evet, ben prag'a bayramlarda gitmeyeyim. canım istediğinde çantamı toplayıp istediğim yere gitme özgürlüğümü kullanayım, dertleri unutayım, hop vize alayım hemen, harç març euro moura basit işler, kızımı da bırakmak kolay, yok yanımda götüreyim, pek güzel geziliyor beraber, tamam o zaman, şimdi mesela el paso'ya gideyim ben. beni o paklar...

Pazar, Ekim 29, 2006

bir dakika...

2Yazılarınızı arada bir blog'unuzdan ve akşam gazetesinden okuyorum. Eğitiminiz ve iş tecrübenize diyecek yok. Sanırım Serdar Turgut da bunlardan etkilenerek sizi gazeteye aldı. Öte yandan ukala ve yukarıdan bakan tutumunuzu da kendine yakın bulmuş olabilir. Bazı yazılarınızda bu rahatsızlık verici bir boyuta yükseliyor. Siz her şeyi bilen, en doğrusunu yapan entelektüelsiniz başka kadınlardan farklısınız, sıradan bir eş ve anne değilsiniz hep bunları öne çıkarmaya çalışıyorsunuz. İnsan şöyle düşünmeden edemiyor: evde oturmaktan rahatsız oluyor herhalde. 'bakın ben diğer ev kadınları,eşler ve anneller gibi değilim, okuyorum, düşünüyorum, yazıyorum çok aktif ve faalim ama o kadınlar gibi ahşap boyama, takı tasarımı örgü gibi şeylerle ilgilenmiyorum. lohusa arkadaşı ziyarete giderken terliklerimi değil defter ve kalemimi çantamda taşıyorum vs,vs,vs. En son Prag ile ilgili yazınızda: "Dolayısıyla Kafka Müzesi'nin açılmasını merakla bekleyen tek Türk de ben gibiyim ya da lobide tanımadığım diğer Türklerle en iyi kristalin nerede satıldığını konuşmayan Mavi bir vazo alıp da rengini tam olarak apliklerine uygun bulmayan kadınlarla ne konuşabilirim ama değil mi? 'Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan biri 'Senden neden korktuğumu sormuşsun...' diye başlıyor, 'Ne acıklı değil mi?' desem, ne derler bana acaba?" gibi düşünceler görünce bende fikrimi yazmaya karar verdim. Emin olun Kafka'yı bilen tek Türk siz değilsiniz. Hem Kafka okuyarak ve bir iki alıntı yapmakla anlaşılsaydı keşke. Halk sözcüğünü kullanmaktan hoşlanmam çünkü herkes kendini onun dışında tutarak halk der- biraz küçümseme barındırır her zaman- o yüzden bu terimi kullanmayacağım. Kendinizi diğer kadınları küçümseyerek yükseltemezsiniz. Daha mütevazi ve kendinizi ön planda tutmayan yazılar yazarsanız bence zaten farkınız anlaşılır.'

bir dakika...
ben bir kere aktif bir kadın değilim...aksine pek tembel ve asosyal bir kadınım...
çok şahane bir anne falan değilim. kitap okuyarak ya da yazı yazarak oyun saatlerinden çaldığım oluyor... birçok şeyi yanlış yapıyorum hatta, bunun sonuçlarını da her allahın günü yaşıyorum hayatımda, detayları yazamam ama inanın her şeyi doğru değil, kesinlikle yanlış yapabiliyorum.
edebiyatı, sinemayı severim ama bunlar beni entellektüel yapar mı bilemem, bunu hiç iddia etmedim hayatım boyunca.
konuşarak anlaşmayı pek beceremem, yazarım ama...
her şeyi en iyi ben bildiğimi asla iddia etmem, çünkü bilmiyorum... belki de hiçbir şey bilmiyorum.
ahşap boyayamam, becerikli değilim... o yüzden gitmiyorum böyle kurslara. sabırsızım bir kere, hemen bitsin isterim.
lohusa birine giderken çantamda kalem kağıt olması hakikaten ne götürmem gerektiğini bilmememden kaynaklanıyor. öyle yetiştirilmedim, sonra da merak etmedim...
diğer kadınları küçümsemek mi çıkıyor o yazıdan? sanmıyorum... sadece hayata başka pencerelerden baktığımızı düşünüyorum, belki de iyi olan, sağlıklı olan onların penceresidir. hiçbir kadını küçümsemiyorum, küçümsemek bana göre değil... ben yeterince küçüğüm, kimseyi daha küçük göremem...

ve kafka elbette bir iki alıntıyla anlaşılmaz. bunu da mı iddia etmişim sizce yazıda?

Cuma, Ekim 27, 2006

prag...

geldim laptop'un adaptörü bozuk. velhasıl çamaşır makinem bozuk... musluk akıtıyordu, yeni tamir oldu ancak acayip na-ergonamik bir kullanıma kavuştuk... ev pis... falan filan...

ama prag iyiydi. hava güzeldi. diyorlardı ki soğuk olur prag, ona göre doldurduk valizi kazaklarla ama olmadı işte, tur rehberi ne kadar şanslı olduğumuzu söylerken dilnde tüy bitti. gerçi onunla sadece ilk gün müşerref olduk, daha sonra ekstra turların tüm ücretlerinin de rehberlerin topladığını öğrendik, velhasıl giderayak kimi turist Türkler 'rehber için kişi başı 5 euro topluyoruz' dediğinde pek güldüm.

prag rüya gibi. sanki kafka charles bridge'de yürüyor her an. her an pardesüsüsünün yakalarını kaldırmış bir adama rast gelecek ve 'seni anlıyorum' diyecekmişsiniz gibi geliyor. onun ruhunun izlerini aramak eğlenceli. kafka müzesi bir harika mesela, tüyleriniz diken diken oluyor gezerken. velhasıl her yer kafka... defter kapları, takvimler vesaire... ama ona her yerde rastlamak bir sıkıntı değil, keyif oluyor. müzede gerçek el yazısıyla babasına mektupları vardı, bir tanesi şöyle başlıyordu; 'Senden neden korktuğumu sormuşsun...'

prag düzenli, temiz. gerçekdışı gibi güzelliği.

taksi şoförleri pek sahtekar. aynı mesafeyi dört ayrı rakamla kat edebiliyorsunuz. daha taksiye binmeden taksimetrelerinin açık olup olmadığını sormaka fayda var, veyahut direkt pazarlık yapacaksınız. adam 300 krona götürüyorum dediğinde siz yüz diyeceksiniz. iki yüzde iş bitecek... durum böyle...

gerçi tramvay ve metro da şahane, günlük kartlar almak mümkün ama biz kalabalıktık ve elvin faktörü vardı, bu yüzden hep taksilerdeydik..

her yerde olduğu gibi prag'da da turistik kafe ve restoranlardan uzakduracaksınız. şöyle diyeyim, karnımız hiç aç değilken oturduğumuz yerdeki iğrenç iki makarna, bir et yemeği ve iki çorbaya iki yüz milyon verdik ve dersimizi aldık. ara sokaklara dalacaksınız, orası kesin. harika çek lokantaları var, yarım litre biraya iki milyon verdiğiniz, tıka basa dört beş ana yemek söyleyip otuz ytl'ye çıkabileceğiniz yerler bunlar. üstelik türkçe konuşan kimse yok oralarda...

prag türk istilasında gibiydi. meydanlarda ve turistik yerlerde tabii. onu mu alayım bunu mu türklerinden uzaklaşınca, açık pazarlara ulaşıyorsunuz. böylelikle meşhur tahta oyuncak ve kuklaları, burada ateş pahası olan marzipanların nerdeyse yarım kilosunun üç dört ytl olduğu yerlere geliyorsunuz. biraz kaybolmayı göze almak ve derken o kayboluş esnasında kafe franz kafka'ya rastlamak şahane...

daha da yazarım..

Perşembe, Ekim 26, 2006

prag'ta sonbahar

yazacağım, sabırsızlanıyorum ancak adaptörüm bozuk... kendi bilgisayarımda değilim...

Perşembe, Ekim 19, 2006

Prag

Prag, Kafka demek değil mi? Milena demek.
Milena'ya Mektuplar kitabım nerede benim? Prag'a yolculuk o kitapla daha anlamlı olmaz mı? Kitabımı bulun benim.. Neyse, Prag soğuk deniyor hep, ama bakın ne diyeceğim? Biz orada olduğumuz süre içinde ısı 20-12 derece civarında... İyi bir şans..

Kalacağımız otel de bir butik otel. Adı Hoffmesiter. İnternetten araştırdım, Adolf Hoffmeister anısına yaptırılmış. O da kim dedim tabii. Bir yazar, şair, diplomat, antika ve sanat koleksiyoncusu çıktı. Hayatı boyunca topladığı eserler bu oteldeymiş... Bir nevi müze. Bir nevi Prag'ın tahmin ettiğim atmosferine uygun bir hal...
Cumartesi oradayız... Dolayısıyla bir sonraki blog dönünce...
Hoşça kalın...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

oyun

 
kuzu uyudu. öncesinde ilk sözcük oyunumuzu oynadık onunla -bazı şeyler için niye geç kalıyorum böyle?-, kalem dedim, kağıt dedi, müzik dedim, dans dedi, buzdolabı dedim, yemek dedi, peri dedim, kanat dedi...
nasıl sevindim...
nasıl mutlu oldu o da bu oyundan... bende hep geç kalmışlık pişmanlığı oluyor, mesela bu oyunu kim bilir ilk ne zaman oynayabilirdik... gibi.

.................
neyse canım, kafamda bin tilki.
mesela cumartesi prag'a gidiyoruz, acaba üşür müyüz meselesi...
geçen pazar akşamı hastane ve serumlarla geçti ya, hastalanır mı korkusu...
kalın kazaklar yeterince kalın mı ikilemi,
hem sonra tüller tül deterjanlarıyla gerçekten kar gibi olurlar mı sorunsalı,
orhan pamuk'la yatıp kalkan ama hiçbir kitabını okumayan, okuyamadığını, ağır geldiğini dile getiren halkımla ve dahi aynen böyle şeyler söyleyen köşe yazarlarımla nasıl yaşayacağız biz problemi,
hangi çantayı yanıma almalıyım krizi,
rize çaylarına seylan çayı karıştırmak ihanet midir neşesi,
çakan şimşeklere sinirlenme katsayısı,
tüylü halıların yıllarca süpürülmelerine karşın hala tüylerini bitiremiş olmalarının hayreti,
murat gülsoy'un kitaplarını neden daha önce okumadım pişmanlığı,
canım gazetemde çıkan haberlerimi görünce içimde zıplayan bir kangurunun sesi,
daha da yazsam arsızlığı, her allahın günü yaz deseler yapabilir miyim endişesi, hayal dünyası,
hisseli harikalar kumpanyası... Posted by Picasa

Cumartesi, Ekim 14, 2006

in my life


By John Lennon and Paul McCartney

There are places I remember all my life,
Though some have changed,
Some forever, not for better,
Some have gone and some remain.

All these places had their moments
With lovers and friends I still can recall.
Some are dead and some are living.
In my life I've loved them all.

Perşembe, Ekim 12, 2006

bu filmin kötü adamı benim

 
murat gülsoy'u ezelden beri biliyorum tabii, hayalet gemi'den tekipçisiydim. bu arada, hayalet gemi'nin eski sayıları var artık hayaletgemi.com'da.
neyse, ama okumamışım gülsoy'u bir kitap olarak. bu filmin kötü adamı benim ile startı verdiğimi düşünüyorum, zira elimden bırakamadım kitabı...
tamam, sıradan insanların sıradan aşk hikayeleri gibi görünebilir dışarıdan bakınca ama kurgu şahane, sonu beklenmedik ve alışılmışın dışında. bu tipte bir kurguya Türk edebiyatında rastlamak pek olası değil, zira Türk'in aklı pek basmıyor böyle zekice kurgulara.
murat gülsoy'a on üzerinden 9.5 veriyorum bu kitabıyla, sonra derhal diğer kitaplara yöneliyorum. okuyun, okutun... Posted by Picasa

Cumartesi, Ekim 07, 2006

büyüdü artık elvin

 
bu fotoğraf kanıtı. Posted by Picasa

akşam yazıları

akşam'ın internetle ilgili bir problemi var. yazılar görünmüyor kimi zaman. dilem gibi soranlara; yazılarım cumartesi yayınlanıyor. ancak iki haftada bir pazarları da gazetenin brunch dergisi'nde "kolaj" isimli kitap sayfam var.
bugünkü yazı için;
http://www.aksam.com.tr/egazete/index.asp?s=21&tarih=

brunch yazılarından birkaç tane okuyayım diyenlere;
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=37&tarih=11.08.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=37&tarih=18.08.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=33&tarih=28.07.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=42&tarih=07.07.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=35&tarih=14.07.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=40&tarih=04.08.2006
http://www.aksam.com.tr/egazete/brunch/index.asp?sayfa=27&tarih=01.09.2006

Cuma, Ekim 06, 2006

pencere önü berjeri

 
 
 
neymiş? blog bebek gibiymiş, bakmazsan eğer, küsermiş...
sürekli güncelleyecekmişsin falan filan...

bazen diyorum ki kestirip atayım şu blogu, zaten yapmam gereken bin tane iş var, yapmam gerekmeyen ama yaptığım bin tane daha iş de var (fotoğraflarla oynamak, onları flickr'a kaydetmek, bir sürü mp3 indirmek, sürekli evin içinde dolaşıp her türlü nesneyi doğru odalara koyarak rahatlamak ve iş yaptım sanmak-, buna karşın yapmak zorunda olduğum ama yapmadıklarım da var -mesela iki makinelik ütü, akşam için şehriye pilavı, düzenlenmeyi bekleyen çekmeceler, sıraya dizilmeyi, ilgilenilmeyi bekleyen gazete haberlerim ve geçmişten kalan fotoğraflar, test sonucunu bildirmek üzere on gündür aramadığım doktor, buzlanmaktan bir hal olmuş bir buzluk, su isteyen çiçekler, okunmak isteyen kitaplar...-

bugün okumak zorunda olduğum bir kitabı -aslında S.T konuyu söyledi, "iyi ve kötü" dedi, ben de kendime iyi ve kötü ile ilgili canımın istediği kitapları ısmarladım, okumak zorunda olduğumu söylediğim kitabı okumak zorunda kalışım tamamen benim suçumdu-...

pek de kalındı kitap -gerçek bir okur böyle dememeli değil mi? bağlar mı bizi sayfa adetleri?-, neyse canım kalın bir kitap okumak istemiyordu, velhasıl canım başka hiçbir şey yapmak da istemiyordu ama kızım bir havuç delisi olduğundan ona havuçlu kek yaptım. (endişeliperi'ye not: ben de içinde havuç olan her şeyden nefret eden bir insandım, sonradan böyle oldum:)), sonra ne yaptım, aldım kitabı elime sıkıntıyla, çayımı da aldım, dünyanın merkezine -pencere önü berjerime- oturdum, dışarıda inşaat sesleri, hava güzel ya, yaz sanki yanılsaması...

başladım okumaya, birkaç sayfa öyle geçti, derken tam bir okul çocuğu zihniyetiyle "bitmez bu böyle" dedim sıkıntıyla. ama bitmesi, ardından yeni bir "iyi kötü" kitabına başlanılması gerekiyordu. hesapladım, yarın akşama falan biter bu, kızımla iki dakika konuşamam diyerek biraz atlayıverdim sayfaları, sonra biraz daha atladım ama konuya vakıf olmayı başardım, olay örgüsünü kaybetmedim, öre öre gittim yani ama çabuk bitirdim.

gerçi pişman da oldum çabucak kitabı elimden bıraktığıma, her bölüm ayrı bir roman gibi lezzetliydi, her insan ayrı bir romandı falan...
öyle oldu işte.

ev kuşu ece hizmetinizde.

evlerle ilgili bilimum yapılmayan işlerin vicdan azabı için: 444 0 ECE Posted by Picasa