Salı, Ağustos 29, 2006
hımm
çocuk okula gidince aslında annenin bin tane işi oluyor. hele benim gibi home-office çalışanların... yine de feci bir ferahlık hali de hüküm sürüyor. kahve içiyorum, gazete okuyorum kimi zaman. ütü yapıyorum, lazanya pişiriyorum ama bir an oluyor ki ne yapacağımı bilemiyorum, son dört yıldır böyle ne yapacağımı bilemediğim an pek olmamıştı ama şimdi oluyor işte -bilemediniz beş dakika sürüyor bu ne yapacağını bilememe hali-, işte o anların birinde kendi kendimi fotografladım ben de. oh, iyi oldu.
Salı, Ağustos 22, 2006
okuyamadığım kitaplara devam
gecelerimi gündüzlere katarak kitap okumaya devam ediyorum, bir gün içinde bir veya iki kitap bitirdiğim bile oluyor. okuduğum kitapları illa ki yazacağım da, okumadıklarım hakkında yazmak da eğlenceli oluyor, örneğin dost körpe'den günah yiyen.
dost körpe adını duyalı uzun zaman oluyor, körpe'nin kabul edelim ki değişik bir ismi var, "oku beni" diye bağırıyor, çevirmen olarak karşıma çıktığı olmuştu, bir de yazar olarak karşıma çıksın diye hayli gecikmiş olarak aldım günah yiyen'i -net kitap'ta pek ucuzdu, bu aralarki okuma katsayımın artmasında netkitap'ın ciddi bir katkısı var, anlatırım sonra-, neyse aldım işte kitabı geçen ay, yazlığa götürdüm, önce cidden, acilen, hemen okumam gerekenleri okudum, körpe'ninki kısaydı zaten, havuz kenarına götürürüm diyordum.
derken her şey bitip de sıra ona geldiğinde havuz kenarında değil de evde, yatak istirihatindeydim. görende beni işi gücü yok zannedecek, havuza giren ve yatan bir insan şeklinde. yok canlarım, kızımla havuz kenarına gidiyorum, kızım uyursa dinleniyorum... neyse, aldım kitabı elime, başladım okumaya, yok olmadı, hiç anlayamadım, neyi anlayamadığımı da anlayamadım, öyle kalakaldım ve günahlar yensin yenmesin ilgilenmediğim kanaatine vardım, okumam gereken başka bir kitap kalmayışına da sinirlendim ayrıca, evden az tedarikli çıkmış ve boşta kalmıştım işte, bir ara gazetelere gömüldüm falan ama dost körpe olmadı, bana uymadı. belki başka dünyalarda yaşıyoruz, bilemiyorum. işin garibi, herhalde ekşi sözlük yazarlarıyla da ayrı dünyalarda yaşıyoruz, bir tanesi kitap için 15 kere okumuşumdur yazmış, ben on beş kere hiçbir şeyi okumadım herhalde, okumak da istemem ve ayrıca Hornby'nin kitabından öğrendiğime göre dünya üzerindeki bütün kitapların isimleri ve yazarlarının yazılı olduğu bir listeyi okumak on beş yıl alıyormuş, peki o zaman neden okuyayım bir kitabı on beş kere, onun yerine başka şeyler okurum.
okumadığım kitaplar
almak istedim evet, hem Ayça Şen'den Saatçi Bayırı'nı, hem de Arzu Çağlan'dan Seksi Şey'i. Ama ikisine de bir türlü elim gitmedi. Ayça Şen'i en başından beri takipteyim, radyo programlarını, nereye transfer olduğunu bilirim, yazılarını, röportajlarını okurum, merak ederim hep onu, arada bir ekşisözlük'te onun hakkında yazılanları da okurum, bilirim onu, hadi bilmeye çalışırım diyelim.
en son bir röportaj da yaptım onunla anneyiz biz dergisi için, şimdi anneyiz biz'i tıkladığınızda o röportaj imzasız olarak karşınıza çıkıyor. Buna içerleyen kadinyazar@yahoogroups.com'dan bir arkadaşım siteye bir e-posta atıyor, "emeğe saygısızlık değil mi bu ama?" diyor, üstelik röportajın sonunda telif hakları vesaire diyen, izinsiz kullanmayın diyen bir de ibare var.
yani bu işleri önemsiyor gibi görünseler de oraya benim adımı koymuyorlar, arkadaşıma da yanıt olarak "biz kimsenin adını koymuyoruz" diyorlar. güler misin, ağlar mısın? o röportajı basılı anneyiz biz dergisi için yapmıştım, onlar da siteye koydular sonra, ne isterlerse yapabilirler tabii, isterlerse uçaktan flyer olarak dağıtsınlar, yazı artık onların, karışamam ama yani bir röportaj iki taraflı bir şeydir, biri soru sormaktadır, karşısındaki de yanıtlamakta. röportajı okuyan sorular sorulan kişi kadar soranı da merak etmez mi be kardeşim? neyse, ne diyeyim, tuhaf zamanlar...
peki niye okumuyorum ben bu kitabı? ismi yüzünden... saatçi bayırı beni resmen irrite ediyor. saatçi kısmı değil, bayır kısmı. bayır bana dar sokakları anımsatıyor, o dar sokaklardak,i iki tarafında iki güğüm taşıyan zavallı yorgun eşekleri. işte SIRF bu yüzden okuyamıyorum kitabı.
Arzu Çağlan'ın Seksi Şey'e gelince. Onu da bir radyocu ne yazmış mantığıyla merak ediyorum. on yıl radyoculuğun HER kademesinde bulundum ben, dolayısıyla radyocuları biraz olsun hala takipteyim, Arzu Çağlan'ın ne radyocu kimliği, ne çaldıkları benim tarzım olmasa da, yıllardır istikrarlı bir şekilde işini sürdürmesini, programını devam ettirmesini seviyorum, bu yüzden işte alıp okuyacaktım romanını. internetten ısmarlasam kitabın arkasına bile bakmayacaktım ama bir kitapçıda gördüm kitabı ve arkasını okuyuverdim;
"Küçük şehirden intihar etmek için kalkıp denizli şehre gelen güzeller güzeli Vişne... Dünyayı Vişne'ye dar eden kötü kalpli Sieke Halası ve Kodummm Abisi...
Şımarık aşk böceği RAhat Abla ve evli sevgileri…
Evde kalmış, taş kalpli sosyetik terzi Madam…
Sosyeteyi uzaktan kumanda eden gizemli büyücü falcı Ketum…
Belgesel kameramanı olmayı kafaya takmış tiki gençliğin temsilcisi Zincir…
Kafayı kedilerle bozmuş bir Kedi Rahibi…
Seks, Uyuşturucu, Tecavüz, töre cinayetleri, cinci hocalar, satanist ayinler, muskalar ve tılsımlar, botoks, detoks, mafya, televole, assolistler, şarkıcılar, türkücüler…
Kısacası Seksi Şey, Best Fm’in İnleyen Nağmeleri Arzu Çağlayan’ın kaleminden çıkma baş döndürücü bir şehir hikâyesi…"
Ay dedim bu ne, kodum abla, ketum, aşk böceği!!! İmkan yok, okuyamam. Bunlar benim tarzım işler değil, belki Çağlan'ın dinleyicileri beğenir, bilemem...
en son bir röportaj da yaptım onunla anneyiz biz dergisi için, şimdi anneyiz biz'i tıkladığınızda o röportaj imzasız olarak karşınıza çıkıyor. Buna içerleyen kadinyazar@yahoogroups.com'dan bir arkadaşım siteye bir e-posta atıyor, "emeğe saygısızlık değil mi bu ama?" diyor, üstelik röportajın sonunda telif hakları vesaire diyen, izinsiz kullanmayın diyen bir de ibare var.
yani bu işleri önemsiyor gibi görünseler de oraya benim adımı koymuyorlar, arkadaşıma da yanıt olarak "biz kimsenin adını koymuyoruz" diyorlar. güler misin, ağlar mısın? o röportajı basılı anneyiz biz dergisi için yapmıştım, onlar da siteye koydular sonra, ne isterlerse yapabilirler tabii, isterlerse uçaktan flyer olarak dağıtsınlar, yazı artık onların, karışamam ama yani bir röportaj iki taraflı bir şeydir, biri soru sormaktadır, karşısındaki de yanıtlamakta. röportajı okuyan sorular sorulan kişi kadar soranı da merak etmez mi be kardeşim? neyse, ne diyeyim, tuhaf zamanlar...
peki niye okumuyorum ben bu kitabı? ismi yüzünden... saatçi bayırı beni resmen irrite ediyor. saatçi kısmı değil, bayır kısmı. bayır bana dar sokakları anımsatıyor, o dar sokaklardak,i iki tarafında iki güğüm taşıyan zavallı yorgun eşekleri. işte SIRF bu yüzden okuyamıyorum kitabı.
Arzu Çağlan'ın Seksi Şey'e gelince. Onu da bir radyocu ne yazmış mantığıyla merak ediyorum. on yıl radyoculuğun HER kademesinde bulundum ben, dolayısıyla radyocuları biraz olsun hala takipteyim, Arzu Çağlan'ın ne radyocu kimliği, ne çaldıkları benim tarzım olmasa da, yıllardır istikrarlı bir şekilde işini sürdürmesini, programını devam ettirmesini seviyorum, bu yüzden işte alıp okuyacaktım romanını. internetten ısmarlasam kitabın arkasına bile bakmayacaktım ama bir kitapçıda gördüm kitabı ve arkasını okuyuverdim;
"Küçük şehirden intihar etmek için kalkıp denizli şehre gelen güzeller güzeli Vişne... Dünyayı Vişne'ye dar eden kötü kalpli Sieke Halası ve Kodummm Abisi...
Şımarık aşk böceği RAhat Abla ve evli sevgileri…
Evde kalmış, taş kalpli sosyetik terzi Madam…
Sosyeteyi uzaktan kumanda eden gizemli büyücü falcı Ketum…
Belgesel kameramanı olmayı kafaya takmış tiki gençliğin temsilcisi Zincir…
Kafayı kedilerle bozmuş bir Kedi Rahibi…
Seks, Uyuşturucu, Tecavüz, töre cinayetleri, cinci hocalar, satanist ayinler, muskalar ve tılsımlar, botoks, detoks, mafya, televole, assolistler, şarkıcılar, türkücüler…
Kısacası Seksi Şey, Best Fm’in İnleyen Nağmeleri Arzu Çağlayan’ın kaleminden çıkma baş döndürücü bir şehir hikâyesi…"
Ay dedim bu ne, kodum abla, ketum, aşk böceği!!! İmkan yok, okuyamam. Bunlar benim tarzım işler değil, belki Çağlan'ın dinleyicileri beğenir, bilemem...
Pazartesi, Ağustos 21, 2006
kızımla diyaloglar
Perşembe, Ağustos 17, 2006
bir kutudan ne yapabilirsiniz?
bu ara enteresan fikirlerleri, becerikli, benim asla sahibi olmadığım yetenekteki insanları izleyerek kıskançlıktan çatlamakla meşgulüm.
efendim bu sitede bildiğiniz kutulardan oluşturulan projeler var. beni yine kedilileri seçtim...
ama ben aslında en çok bunu beğendim;
bu john mcgee'nin. en üstteki elise morbidelli, bir sonraki euridice conceicao.
bir harika insan da geninne.. İlla ki sitesini gezin derim ben ve işte onun kedisi. (bu kediyi çizebilir miyim acaba? kidding...)
Önemli not; bugün elvin "okula gidicem, okula gidicem" nidalarıyla uyandı, evin çok sıkıcı olduğunu beyan etti... bol kedili günler.
efendim bu sitede bildiğiniz kutulardan oluşturulan projeler var. beni yine kedilileri seçtim...
ama ben aslında en çok bunu beğendim;
bu john mcgee'nin. en üstteki elise morbidelli, bir sonraki euridice conceicao.
bir harika insan da geninne.. İlla ki sitesini gezin derim ben ve işte onun kedisi. (bu kediyi çizebilir miyim acaba? kidding...)
Önemli not; bugün elvin "okula gidicem, okula gidicem" nidalarıyla uyandı, evin çok sıkıcı olduğunu beyan etti... bol kedili günler.
Çarşamba, Ağustos 16, 2006
okul sonrası
Salı, Ağustos 15, 2006
damn dog
Başka bir keşfim de Bruce Andrew Mckay aka BAM . Toronto'da yaşıyor sadece büyük kediler çiziyor, akrilik boya kullanıyor. Birçok galeriden online olarak bu kedileri almak mümkün. Blogunun en başına dönüp okumaya başlarsaınz, resim yapmayan biri bile olsanız çok sarıyor.
Bir kere, hem resimleri nasıl çizdiğini, hem de boyalarını, fırçalarını, stüdyosunu, resimlerini galerilere satma girişimlerini vesaire anlatıyor. Gayet mütevazi bir sanatçı yani. Bu kedilerden birkaçına sahip olmayı gerçekten çok isterdim ama herhalde epey bir para biriktirmek lazım. Ben de onun yerine, sanatçının Damn Dog isimli nefis çalışmasını haddim olmayarak tuvale aktardım, size onu da gösteririm, dalga geçmek yok ama...
Pazar, Ağustos 13, 2006
ne güzel...
Tamsin Ainslie'yi buldum tesadüfen, illustrasyonu zaten severim ama Ainslie'nikilere bayıldım; derken arayıp buldum onu, blogu da var, kesinlikle ziyaret edeceğim, heyecanla yeni çizimlerine bakacağım. keşke ben de çizebilseydim.
Cumartesi, Ağustos 12, 2006
delirtme kuşu sahnede
tanrı kötü günler göstermesin ama her rutin adamı sıkıyor. sabah kalk, kahvaltı yap -ki denizin üstünde bir ev bu-, ha bir dakika kahvaltı yap değil, yaptırmaya çalış, yemesin, peşinden koş, derken internetin yok diye sıkıl ve ardından her günkü gibi, jim carrey filmi gibi, bikini giy, üstünü giy, derken kızın için dört bikini koy çantaya, kolluk koy, simit koy, havlu koy, battaniye, süt, para, krem, külot, yedek şu bu koy ve in havuz kenarına. kolluk tak, krem sür, atlama de, zıplama de, oraya gitme, buraya gel de, şapkanı tak diye nafile söylen, ikide bir bikinisini değiştir, iki satır zor kitap oku, yemek yedir, uyusun diye dil dök falan şeklinde.
zor yani, zor gibi. bir süre sonra sahiden sıkıcı. ara verip bu havuz maceralarına, eve dönmek güzel. anneanne delisi bir çocuğu eve dönmeye ikna etmek de pek zor. bugün mesela, ağlamaktan uyuyakaldı dönerken arabada, sabır diledim kendime ben de, uyandığında böyle olmasın diye diledim -ki arabanın kontağını kapattığımda uyanıp "yaşasın, eve gelmişiz" dedi.
insanın çocukları anlaması hakikaten zor, zaten öyle anlayamıyoruz ki onları, bir zamanlar bizim de tıpkı onlar gibi çocuk olduğumuzu bile unutuveriyoruz. kızım bugün delirtme kuşuydu sabah, öğlen mutedil, akşamüstü limonata. nasıl bir şey bilemem.
özlemişim çiziktirmeyi falan filan...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)