Bundan dört yıl önce yapılan bir araştırmaya göre Türkiye kişi başına yıllık çay tüketiminde 2.3 kilo ile dünyada birinci sıraya yerleşmiş. Çayı sevmeyen pek az insan gördüm ben... Hele sabahın ilk çayı gibisi yok değil mi? Hemen ardından sohbet için demlenen bir çay, sonra da ziyaret ettiğimiz herhangi bir iş yerinde sormadan getirilen çay... Kimiler için akşama yemeğinden sonra da demlenen, aileyi bir araya getiren, insanı sakinleştiren, çok içildiğinde de muhtemelen sinirli yapan, uyku kaçırtan çay.
Yine de Deniz Gürsoy’un “Demlikten Süzülen Kültür Çay” kitabına göz atmakta fayda var. Gürsoy, çayı milletçe yanlış demlediğimizi söylüyor. Başka “çay” kitaplarında da bu konu hayli etraflıca inceleniyor, birçoğu çayı içmediğimizden, katlettiğimizden dem vuruyor. Yabancı kaynaklı kitaplar örneğin çayın demlenme süresi için 4-5 dakika yeter derken, işte tam bu noktada bizi alıp da Rize’lere götürecek, kendi çayımızı nasıl demleyeceğimizi de söyleyen birine gereksinimi duyuyor insan. İşte Gürsoy bu devrede araya girerek, bizim çayların öyle beş dakikada asla demlenmeyeceğini, en az on- on beş dakikayı buna harcamamız gerektiğini söylüyor.
Çay kitapları iyi çayın porselen veya seramik demlikte yapılabileceğinde hem fikir... Suyun da iyi su olması şart, hatta mümkünse kar suyu diyor Deniz Gürsoy. Kitabının sonunda çay tarifleri de veriyor, en iyi çay içilebilecek mekanları da sıralıyor. Dolayısıyla çay tiryakilerine yapacak tek iş kalıyor, gidip kitabı satın almak! (Oğlak Yayınları, 2005)
Çayın Kültür Tarihi Dost Yayınları tarafından çıkmış. Stephan Reimertz’in on beş yaşından beri başlıca uğraşı çay içmekmiş. Günde üç çaydanlık çay içen yazarın böyle derin bir konu için sevimli bir üslup tutturduğu söylenmeli. “Hiçbir özel alanda, çay demleme esnasındaki kadar günah işlenmemiştir."”diyen Reimertz birçoğumuzun neredeyse bir damla bile çay içemeden öldüğümüzü söylüyor. Tamam, belki abartıyor ama bu çay kitaplarını okuyunca hakikaten azıcık da olsa, her gün ne içmekte olduğunuzun farkına varıyor, keyifleniyorsunuz. Hem o zaman, hazırladığınız o günün ilk çayına daha bir özen gösterir oluyorsunuz. İngiliz çaylarından Hindistan’ın meşhur çaylarına, çay ustalarından Çin Bahçelerine doğru uzun bir yolculuk bu kitap. Okumakta fayda var... (Çeviren: Mustafa TÜZEL, Dost Yayınları, 2003).
Son kitabımız olmazsa olmazlardan... Tam yüzyıl önce yazılmış ve bugün bile güncelliğini koruyor. Okakura Kakuzo’nın Çay Kitabı adını verdiği eseri koca bir asır boyunca nicelerine rehber olmuş, ışık olmuş. Kitabında aslında Çay Yolu denen o geleneksel Japon seremonisini konu edinen Kakuzo, aslında Uzakdoğu sanat anlayışını açıklamak üzere çay simgesini seçmiş. Çay evlerinin sadeliğini, zarafetini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. Eve girerken geçilen yolu tarif etmiş, asılan tabloların anlamlarını, ikebanayı Batılılara anlatmaya çalışmış. Kakuzo çay evlerinin bizi dünyevi kaygılardan uzaklaştırmak üzere tasarlandığını, hiçbir fazlalığa içinde yer olmadığını söylüyor. Birer sığınak gibi tarif edilen çay evlerinde dinginlik ağır basıyor, belki bütün kitaptan öğrendiğimiz şey de bu oluyor. Biraz çay, biraz Zen. Belki gerçekten dingin olmak için, dünyanın karmaşasından kurtulabilmek için gereksinim duyduğumuz şey bir çay evi olmasa da bir bardak çaydır, kim bilir. Hem ne diyor bu işi bilenler? Karşılıklı oturup birer fincan çay içmek barışı sağlayabilir... (Çeviren: Ayça Ögel, Anahtar Kitaplar, 2002)
not: bu yazı daha önce akşam gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Salı, Mart 25, 2008
Salı, Mart 11, 2008
kitaplar
Kadının Hayatla İmtihanı
Bedenin Tuzu’nu okudum tekrar. On beş yıl önce okuduğum bu kitaptan tek bir satır bile anımsamadığımı fark ederek... Zamanı değilmiş demek ki...
Aklımda bir imge kalmış yalnızca; adam bol kaslı ama yakışıklı bir balıkçı, kadın da narin bir kelebek gibi. Aslında tabii kitap bundan çok daha fazlası; yirmili yaşlarımda bana hiçbir şey ifade etmemesi normal karşılanmalı.
Parisli profesör bir kadınla, yazları gittikleri köyde işi sadece ve sadece balıkçılık olan, başka bir şey düşünmeye ve yapmaya zamanı olmayan, üstelik herhangi bir şey yapmasının “lüks” kaçacağını düşünen bir adamın tutkulu hayat yolculuğu bu.
Yirmili yaşlarda okunduğunda ilk sayfalar dikkat çekici olabilir, ilk aşk, ilk buluşma, kumsalda ilk sevişme... Daha sonrası herhalde pek ilgilendirmemişti beni. Oysa bu tutkulu beraberlikleri hayat akıp giderken, zamandan çalınan kısa tatillerle sürüyormuş meğer...
Kadının dilinden, beyninden dinlediğimiz bu tezat karakterlerin buluşması hayli ilginç. İster istemez kendinizi kadının yerine koyuyorsunuz, ister istemez bu yabani adamda tam olarak ne bulduğunu sorguluyorsunuz, yazar da tam bu noktada imdadınıza yetişerek bu adamda ne bulduğunu bazen bir güzel açıklıyor size, kimi zaman da onda tam olarak ne bulduğunu bilmediğini anlatıyor.
Öyle içten ve kimi yerlerinde öyle yaralayıcı ve hatta tokatlayıcı bir kitap ki bu... Kadınla beraber otuzları devirdikten sonra ve nihayet henüz gelmediğiniz kırklı yaşlara ve derken ellilere de göz attıktan sonra –niyeyse- hayatın doğal akışına uygun olarak kitabın ölümle sonlanacağını kestirememişçesine afallayıveriyorsunuz. “Niye biri ölmek zorunda?” sorunuz aslında sizin çıktığınız bu hayat yolculuğunun da çıplak sorusu, birileri hep ölmek zorunda, kitaplarda, filmlerde ve elbette gerçek hayatta.
Kitabın bir erotik roman olarak değerlendirilmesi çok saçma. Ben asla bir kitapçıya gidip de erotik roman arayan biri olmadığıma göre en azından benim için bu bir erotik roman olamaz, değil mi ama? Bu bana kalırsa bir yolculuk kitabı, yaşların, değerlerin, aynı kalanların, gidenlerin kitabı, üstelik tam bir “kadın kitabı”.
Benoite Groult’un romanı bildiğini okuyan, üstelik çok okuyan, yazan, özgür bir kadını anlatıyor. “Yüreğinin götürdüğü yere giden” bir kadının hikayesi bu. Evet, cinsellik sayfa sayfa, çarşaf çarşaf anlatılıyor olabilir ama okuyunca göreceksiniz ki önemli olan bunca yoğun bir şekilde cinselliğin anlatımı değil, önemli olan birçok kadının beynini kıvrımlarında dolaşan ama bir türlü ifade edemediği şeyleri bir romana dönüştüren bir kadının varlığı. (Bedenin Tuzu, Benoite Groult, Çeviren: Filiz Nayır Deniztekin, Varlık Yayınları, 1992)
Aslı Erdoğan uzak kentlerle acıklı, hüzünlü, masalsı ve yalnız bir bağ kuruyor. Gitmenin ve sonra da geri dönmenin ne olduğunu çok iyi bilen bir yazar. Tüm kitapları okunmalı ama “Bir Yolculuk Ne Zaman Biter’ isimli kitabı “kadın yazar”lara da değindiğinden bugünün konusu... “Üzerine yapışmış onca kemikleşmiş maskenin ardında soluk almaya, kendi gerçeğini mırıldanmaya çalışan kadın, kendini kurgulamaktan hüküm giyer.” diyor mesela. Durup birkaç kez düşünmek istiyor insan onun yazdıklarını, en azından bana öyle oluyor!
Kendi sesini duymak için yazdığını söyleyen Erdoğan’ın doğrusu benim okuma serüvenimde ayrı bir yeri var. Kadın yazar kavramından tutuklu annelerine, kitaplardan yolculuklara, bir zamanlar “Ötekiler” adı altında yazdığı köşe yazılarını topladığı bir kitap bu. Şimdilerde Everest tarafından yeni deneme kitapları da yayınlandı, hikayeci kimliğinin dışındaki Erdoğan’ı, bir köşe yazarı olarak onu tanımak isteyenler için hiç de geç değil... (Aslı Erdoğan, Bir Yolculuk Ne Zaman Biter, Can Yayınları, 2000).
Doğrusu bu ya, “kadın yazar” denecekse illa aklıma gelen isimlerden biri Annie Ernaux’dur benim. Onu ve kitaplarını düşünmek buruk bir tat bırakır bende. Kürtaj da Fransız yazarın diğer kitapları gibi otobiyografiktir, içtendir, okuyanları –hele kadınları- direkt etkisini altına alır, içini burkar...
Yazar, Türkçe’ye ‘Kürtaj’ olarak çevrilen bu kitabı olayla ilişkisini tamamladıktan yıllar sonra yazar. (Orijinali Lèvènement, İngilizcesi Happening) Altmışlı yıllarda hamile kalmıştır, çocuğu doğurması sosyal koşullar yüzünden mümkün değildir, Fransa’da kürtaj yasal değildir... Bebeği istemeyen yazar vücuduna yabancılaşır, kendi ruhunu tanıyamaz olur, bütün olanları da günlüğüne bir bir kaydeder, üstelik uzun süre hem bedenine, hem de günlüğüne kaydettiği kendi sözcüklerine yabancıdır, uzun bir süre bir sözcük olarak “kürtaj”ı kullanamaz mesela....
Kendi kendine bebeği ilkel koşullarla düşürmeye çalışır önce, sonrasında kaldırıldığı hastanede, kanaması yüzünden neredeyse ölümle burun buruna gelir. Çok sonra yazar bu kitabı, tıpkı babasıyla yüzleştiği “Babam” isimli kitabındaki gibi... Şimdiki genç nesil okuduğunda, belki yasal olmayan kürtajı anlamakta güçlük çekecek olabilir, ancak ailelerinden gizli olarak kürtaj olmaya çalışan, toplum baskısını her daim üzerinde hisseden herkes hem yazarı anlayacak, hem de büyük olasılıkla onun içten dilini kabullenip diğer kitaplarını da okumak isteyecektir. (Kürtaj, Annie Ernaux, İletişim Yayınları, Çeviren: Siren İdemen, 2000)
not: yazı daha önce AKŞAM'da yayınlandı. Ancak bu yazılara internetten de ulaşmak mümkün olmuyor... ara ara buraya koyayım diyorum...fotograftaki güzel insan, annie ernaux...
Bedenin Tuzu’nu okudum tekrar. On beş yıl önce okuduğum bu kitaptan tek bir satır bile anımsamadığımı fark ederek... Zamanı değilmiş demek ki...
Aklımda bir imge kalmış yalnızca; adam bol kaslı ama yakışıklı bir balıkçı, kadın da narin bir kelebek gibi. Aslında tabii kitap bundan çok daha fazlası; yirmili yaşlarımda bana hiçbir şey ifade etmemesi normal karşılanmalı.
Parisli profesör bir kadınla, yazları gittikleri köyde işi sadece ve sadece balıkçılık olan, başka bir şey düşünmeye ve yapmaya zamanı olmayan, üstelik herhangi bir şey yapmasının “lüks” kaçacağını düşünen bir adamın tutkulu hayat yolculuğu bu.
Yirmili yaşlarda okunduğunda ilk sayfalar dikkat çekici olabilir, ilk aşk, ilk buluşma, kumsalda ilk sevişme... Daha sonrası herhalde pek ilgilendirmemişti beni. Oysa bu tutkulu beraberlikleri hayat akıp giderken, zamandan çalınan kısa tatillerle sürüyormuş meğer...
Kadının dilinden, beyninden dinlediğimiz bu tezat karakterlerin buluşması hayli ilginç. İster istemez kendinizi kadının yerine koyuyorsunuz, ister istemez bu yabani adamda tam olarak ne bulduğunu sorguluyorsunuz, yazar da tam bu noktada imdadınıza yetişerek bu adamda ne bulduğunu bazen bir güzel açıklıyor size, kimi zaman da onda tam olarak ne bulduğunu bilmediğini anlatıyor.
Öyle içten ve kimi yerlerinde öyle yaralayıcı ve hatta tokatlayıcı bir kitap ki bu... Kadınla beraber otuzları devirdikten sonra ve nihayet henüz gelmediğiniz kırklı yaşlara ve derken ellilere de göz attıktan sonra –niyeyse- hayatın doğal akışına uygun olarak kitabın ölümle sonlanacağını kestirememişçesine afallayıveriyorsunuz. “Niye biri ölmek zorunda?” sorunuz aslında sizin çıktığınız bu hayat yolculuğunun da çıplak sorusu, birileri hep ölmek zorunda, kitaplarda, filmlerde ve elbette gerçek hayatta.
Kitabın bir erotik roman olarak değerlendirilmesi çok saçma. Ben asla bir kitapçıya gidip de erotik roman arayan biri olmadığıma göre en azından benim için bu bir erotik roman olamaz, değil mi ama? Bu bana kalırsa bir yolculuk kitabı, yaşların, değerlerin, aynı kalanların, gidenlerin kitabı, üstelik tam bir “kadın kitabı”.
Benoite Groult’un romanı bildiğini okuyan, üstelik çok okuyan, yazan, özgür bir kadını anlatıyor. “Yüreğinin götürdüğü yere giden” bir kadının hikayesi bu. Evet, cinsellik sayfa sayfa, çarşaf çarşaf anlatılıyor olabilir ama okuyunca göreceksiniz ki önemli olan bunca yoğun bir şekilde cinselliğin anlatımı değil, önemli olan birçok kadının beynini kıvrımlarında dolaşan ama bir türlü ifade edemediği şeyleri bir romana dönüştüren bir kadının varlığı. (Bedenin Tuzu, Benoite Groult, Çeviren: Filiz Nayır Deniztekin, Varlık Yayınları, 1992)
Aslı Erdoğan uzak kentlerle acıklı, hüzünlü, masalsı ve yalnız bir bağ kuruyor. Gitmenin ve sonra da geri dönmenin ne olduğunu çok iyi bilen bir yazar. Tüm kitapları okunmalı ama “Bir Yolculuk Ne Zaman Biter’ isimli kitabı “kadın yazar”lara da değindiğinden bugünün konusu... “Üzerine yapışmış onca kemikleşmiş maskenin ardında soluk almaya, kendi gerçeğini mırıldanmaya çalışan kadın, kendini kurgulamaktan hüküm giyer.” diyor mesela. Durup birkaç kez düşünmek istiyor insan onun yazdıklarını, en azından bana öyle oluyor!
Kendi sesini duymak için yazdığını söyleyen Erdoğan’ın doğrusu benim okuma serüvenimde ayrı bir yeri var. Kadın yazar kavramından tutuklu annelerine, kitaplardan yolculuklara, bir zamanlar “Ötekiler” adı altında yazdığı köşe yazılarını topladığı bir kitap bu. Şimdilerde Everest tarafından yeni deneme kitapları da yayınlandı, hikayeci kimliğinin dışındaki Erdoğan’ı, bir köşe yazarı olarak onu tanımak isteyenler için hiç de geç değil... (Aslı Erdoğan, Bir Yolculuk Ne Zaman Biter, Can Yayınları, 2000).
Doğrusu bu ya, “kadın yazar” denecekse illa aklıma gelen isimlerden biri Annie Ernaux’dur benim. Onu ve kitaplarını düşünmek buruk bir tat bırakır bende. Kürtaj da Fransız yazarın diğer kitapları gibi otobiyografiktir, içtendir, okuyanları –hele kadınları- direkt etkisini altına alır, içini burkar...
Yazar, Türkçe’ye ‘Kürtaj’ olarak çevrilen bu kitabı olayla ilişkisini tamamladıktan yıllar sonra yazar. (Orijinali Lèvènement, İngilizcesi Happening) Altmışlı yıllarda hamile kalmıştır, çocuğu doğurması sosyal koşullar yüzünden mümkün değildir, Fransa’da kürtaj yasal değildir... Bebeği istemeyen yazar vücuduna yabancılaşır, kendi ruhunu tanıyamaz olur, bütün olanları da günlüğüne bir bir kaydeder, üstelik uzun süre hem bedenine, hem de günlüğüne kaydettiği kendi sözcüklerine yabancıdır, uzun bir süre bir sözcük olarak “kürtaj”ı kullanamaz mesela....
Kendi kendine bebeği ilkel koşullarla düşürmeye çalışır önce, sonrasında kaldırıldığı hastanede, kanaması yüzünden neredeyse ölümle burun buruna gelir. Çok sonra yazar bu kitabı, tıpkı babasıyla yüzleştiği “Babam” isimli kitabındaki gibi... Şimdiki genç nesil okuduğunda, belki yasal olmayan kürtajı anlamakta güçlük çekecek olabilir, ancak ailelerinden gizli olarak kürtaj olmaya çalışan, toplum baskısını her daim üzerinde hisseden herkes hem yazarı anlayacak, hem de büyük olasılıkla onun içten dilini kabullenip diğer kitaplarını da okumak isteyecektir. (Kürtaj, Annie Ernaux, İletişim Yayınları, Çeviren: Siren İdemen, 2000)
not: yazı daha önce AKŞAM'da yayınlandı. Ancak bu yazılara internetten de ulaşmak mümkün olmuyor... ara ara buraya koyayım diyorum...fotograftaki güzel insan, annie ernaux...
Cuma, Mart 07, 2008
facebook'tan bıkanlara...
1. facebook sahiden sıkıcı oldu. yukarıdaki mini ironik parça billy joel'un ezberlemek için bir haftamı verdiğim "we didn't start the fire" parçası üzerine yapılmış. şahane olmuş... insan "ben de yapabilirdim" diyor neşeyle:)
2. haftanın şarkısı kate nash'ten foundations oldu benim için. zevkle, keyifle dinledim..
3. haftanın olayı acı çekmekte olan bir canavar gibi sesler çıkaran buzdolabımın tarihe karışıp, yenisinin evimi şenlendiriyor olması.
4. nergis/ frezya şu bu, neyse o en sevdiğim kokulu çiçekler, bitmeden onlar da evimi şenlendirdiler:)
5. ilköğretim kabusum sürüyor. napıcağımız yani...
6. bu hafta arkadaşım/menajer-ajanım halil gökhan'ın derlediği mutsuz aşk hikayeleri'ni okudum. yazın da kıskanç versiyonunu okumuştum, süper. öneririm. tracy emin'in yaban vatan'ının yarıladım ve bir dakika, bir iki şey daha okudum... melih cevdet'in üç yıllık güncesini ve... ah, unuttum... ya evet, kahve molası'nı da okudum. bir polisiye, bir komplo teorisi ve derken efendim kahve hakkında her şey...
7. yeşil, kocaman bir çanta istiyorum...
8. haftanın yemeği falan yok, öyle enteresan bir şey yapmadım...
9. ama geçen hafta yaptığımz brownie süperdi, tarif için anneyiz.bize bakabilirsiniz.
10. yazma konusunda tembelim, evet. kitap okuma konusunda ise iyiyim... karışık bir durum...
11. kahvaltı yaparsam daha çabuk karnım acıkıyor, size de öyle mi oluyor?
12. bir mp3 player almak istiyorum, okul çıkışı park günleri yaklaşıyor. müzik iyi gider.
13. elvin'in ayakları dehşet bir hızla büyüyor... okul ayakkabılarımız bir iki ayda küçük gelmeye başlıyor. hadi hayırlısı...
14. 13 madde olmasın dedim... iyi mi ettim?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)