bu sefer de yazmazsam olmayacak... ne yazacağımı bilmeden, bilemeden üstelik. kimi gün evet, neşeyle başlayabiliyor. gerçi bana üç bardak çay içmeden her gün kötü... ve evet ama, o türk kahvesi anında, pencereden ışıl ışıl gündüz vururken içeri, daha vakit varken her şeye, iyi görünüyor durum. çizgili bir masa örtüsü var sevdiğim, renk renk, gökkuşağı gibi, elvin gibi.
kahvem oradayken camdan dışarı bakıyorum. neler yazmalıyım bugün, neler yapmalıyım. bütün bu yapacaklarımdan ziyade yapabileceklerimin neşesi oluyor içimde o an. saatler ve saatler boyu bir şey yapabilirim, benim mutlu eden, rutini kıracak herhangi bir şey... herhangi bir şey ama ne...
hiçbir fikrim yok. işte asıl mesele de bu. bir kısırdöngü içinde geçiriveriyorum günü, sanki sürekli hulahup çeviriyorum, sanki sürekli aynı sinemada aynı filmi izlliyorum gibi. öyle işte, yaptıklarımdan şikayetçi olamam, yazıyor olmaktan veyahut da çamaşır asmaktan falan... bunları da seviyorum, o yüzden evdeyim, o yüzden evini seven bir ev kuşuyum. ama işte, yapabileceğim şeyler varken, o güç varken bende, tam o saatte güzel geliyor hayat. derken o aynı şeyler yeniden start alıyor ve derken akşam oluyor. derken yemek yapılıyor, yeniyor, tv izleniyor. elvin bilgisayar oyunları oynuyor, resim yapıyor.
tam o uyuduğunda onun için de üzülüyorum bu kez... daha da çok vakit olsun istiyor çünkü o da benim gibi. ne çizgi filmlere dolyabiliyor, ne kedilerle oyuna. ama işte okul var, zorunlu. eve geldikten sonraysa tamamen özgür. seviyor o da evi. sokağı daha çok aslında. bu soğuk havalarda kendim nereye gideceğimi, gidebileceğimi bilmezken, onu nereye götürebilirim okul çıkışı hiç bilmiyorum...
alışveriş merkezleri hayır, kesinlikle olmaz. yazın parktaydık hep. şimdi yalnızca ev. asosyal bir annenin çocğu olmak da zor tabii. öyle eve gelip gidenler kırk yılda bir ya da bizim birilerini ziyaretimiz. bu yüzden işte yazıyorum şimdi ben. o türk hakvesi içip gözümü kısarak camdan baktığım an dursun istiyorum her şey. ben yapacak değişik bir şey bulana kadar öyle kalsın. sonra aksın...
Perşembe, Kasım 29, 2007
Çarşamba, Kasım 28, 2007
Beverley Knight - The Queen Of Starting Over (Live)
I'm the queen of startin' over... nefis bir ses, nefis bir kadın, nefis sözler... günün şarkısı...
Salı, Kasım 27, 2007
Bobby Bare - 500 Miles
dünyanın en güzel şarkılarından biri... bu yağmurlu günde keyfini çıkaralım...
Pazartesi, Kasım 26, 2007
bir bitter çikolata, bir de tarçınlı kurabiye
türk kahvenizin yanına...
ne çabuk akşam oluyor, birazdan yine toparlanma vakti. ev havalandırılacak, ayakkabılar giyilecek, araba anahtarı alınacak, kızımı okuldan alacağım... o diğer çocukların yaptığı gibi koşarak bana sarılmayacak ama, sevmez olur olmaz tensel teması.
ama yine de çocuklara özgü, bir gün bir yerlerde nasıl da terk ettiğimizi anımsamadığımız, o zıplamaya benzeyen neşeli yürümeyle gelecek yanıma... çocuk çocuk gelecek, saf saf. çizmelerini küçücük çekmecelerin birinden çıkaracak, yere oturup giyecek, öğretmeninin 15 aydır söylediği sözü yine dinlemeyecek, "taşa oturma evladım, oraya bir minder koyduk ayakkabılarınızı giyin diye..."
yok hayır, dinlemeyecek... paltosunu giyecek, fermuarını çekeyim diye bana dönecek ve "iyi akşamlar öğretmenim"in ardından küçük elini bana teslim edecek... her zamanki gibi ah işte o fırından yeni çıkmış bir kurabiye kadar sıcak olacak eli, benim elim her zamanki gibi buzluktan çıkmış herhangi bir şey kadar soğuk olacak. "elin çok soğuk anne" diyecek yakınarak, ama bırakmayacak. henüz değil, daha değil... belki birkaç yıl sonra...
son üç merdiveni bana, onu kollayan varlığıma güvenerek atlayacak. arabaya binince "atatürk'in annesi zübeyde hanım, babası ali rıza bey. mavi blue, beyaz ise white"" diyecek...
"salvation çal anne, hadi ama" diyecek ardından sabırsızlanarak. "günün nasıl geçti?" diyeceğim ben onu duymamış gibi. "dora yine ayağıma bastı" diyecek günü özetlerken.
salvation; arabamızın müziği yani, bangır bangır çalacak yolda. kızım buğulanan camlara kalpler çizip benim ve kendi adını yazarken şarkıya eşlik edecek; "salvation is free" diyecek, altı yaşındaki bir çocuğun en sevdiği şarkının bu olmasına bir daha, bir daha şaşırıp sevineceğim ben, "ah annesinin annesine benzemeyen ama annesinin müziklerini seven kızı" diyeceğim içimden...
akşam oldu sahi... gideyim...siz yazın bana yine ama olur mu? sanki "yaz" demeniz gerekiyormuş benim tekrar başlamam için...
ne çabuk akşam oluyor, birazdan yine toparlanma vakti. ev havalandırılacak, ayakkabılar giyilecek, araba anahtarı alınacak, kızımı okuldan alacağım... o diğer çocukların yaptığı gibi koşarak bana sarılmayacak ama, sevmez olur olmaz tensel teması.
ama yine de çocuklara özgü, bir gün bir yerlerde nasıl da terk ettiğimizi anımsamadığımız, o zıplamaya benzeyen neşeli yürümeyle gelecek yanıma... çocuk çocuk gelecek, saf saf. çizmelerini küçücük çekmecelerin birinden çıkaracak, yere oturup giyecek, öğretmeninin 15 aydır söylediği sözü yine dinlemeyecek, "taşa oturma evladım, oraya bir minder koyduk ayakkabılarınızı giyin diye..."
yok hayır, dinlemeyecek... paltosunu giyecek, fermuarını çekeyim diye bana dönecek ve "iyi akşamlar öğretmenim"in ardından küçük elini bana teslim edecek... her zamanki gibi ah işte o fırından yeni çıkmış bir kurabiye kadar sıcak olacak eli, benim elim her zamanki gibi buzluktan çıkmış herhangi bir şey kadar soğuk olacak. "elin çok soğuk anne" diyecek yakınarak, ama bırakmayacak. henüz değil, daha değil... belki birkaç yıl sonra...
son üç merdiveni bana, onu kollayan varlığıma güvenerek atlayacak. arabaya binince "atatürk'in annesi zübeyde hanım, babası ali rıza bey. mavi blue, beyaz ise white"" diyecek...
"salvation çal anne, hadi ama" diyecek ardından sabırsızlanarak. "günün nasıl geçti?" diyeceğim ben onu duymamış gibi. "dora yine ayağıma bastı" diyecek günü özetlerken.
salvation; arabamızın müziği yani, bangır bangır çalacak yolda. kızım buğulanan camlara kalpler çizip benim ve kendi adını yazarken şarkıya eşlik edecek; "salvation is free" diyecek, altı yaşındaki bir çocuğun en sevdiği şarkının bu olmasına bir daha, bir daha şaşırıp sevineceğim ben, "ah annesinin annesine benzemeyen ama annesinin müziklerini seven kızı" diyeceğim içimden...
akşam oldu sahi... gideyim...siz yazın bana yine ama olur mu? sanki "yaz" demeniz gerekiyormuş benim tekrar başlamam için...
Pazar, Kasım 25, 2007
iki ay olmuş...
iki ay olmuş "yazamıyorum" diyeli.
başka her şey için vakit var sanki; sanki durup şu harika ay'ı izleyebilirim, bir dolunay çünkü, tam yazdığım noktanın yanında. yanımda duruyor hatta, bana eşlik ediyor yazarken...
cam kenarı berjerindeyim. kırmızımsı, bordomsu,ama öyle rengiyle iddia saçan değil, aksine bulunduğu ortama tam uyum sağlayan, adeta bütünleşen, kimseyi rahatsız etmeden yaşayıp giden berjerlerimin birindeyim. kendime benzettiğim, o yüzden de pek sevdiğim berjerim evet, dolunaya bakıyor şimdi.
vakit erken ama. daha akşam yemeği yenmedi, sünger bob patrick'le gülüyor, duyabiliyorum. kanepemde minik insan, kanepemde huzur.
ben yazamıyorum evet, yazmam gereken şeyleri bile hatta... birkaçını büyük bir hızla yazıp "gönder" tuşuna basıyorum, bir kısmı ilgi bekliyorlar, bulamıyorlar... harflerin sahibi, o dosyanın efendisi ben, hayır, geri dönüp bakamıyorum bile yazdıklarıma, ya çok fena olmuşlarsa ve ya devam etmek zorunda kalırsam kaldığım yerden... tamam evet ,devam etmek zorundayım da, dosyayı açarsam vicdan azabıyla devam edeceğim, e bu da şahane bir sonuç doğurmayacak.... yazmak zorunda hissettiğim için yazacağım... bunu da istemiyor kalbim...
başka şeylere vaktim hep var ama... gerçi okumayı da bırakmıştım iki aydır. harfsiz harfsiz dolaştım yani. işin tuhafı fuardan yeni aldığım kitapları da birinci kattan dördüncüye taşınma sırasında kaybettim, eh, alametler...
kitapları, şimdi inanamadığım bir şekilde bir odanın bir dolabına tıktım... resmen... hani onlar gereksizmişler gibi, halının altına çaktırmadan süpürülen ev nesneleriymişler, tozmuşlar, topakmışlar, kirmişler, pismişler gibi.
taşınalı yeni eve iki hafta kadar oluyor. gelen biri "bu ev aynı ama" dedi görünce, gerçi bi salonu bilenlerden. "e evet aynı" dedim, içimden de dedim ki aynı ama çok farklı, kat çıktıkça daha ferahlamış sanki yüreğim...
mutfakta deli bir dolap istilası, her şey şimdi ilk kez yerli yerinde, üstüste durmak zorunda olan çanak yok mesela, birini çekerken diğerini devireceğim, lanet olsun "hesap kitabı" yok. bu bile bir ferahlık sebebi bana...
ama kitaplar, kitapların dolaba tıkılması sebebiyle yeni aldıklarım da kayboluverdiler işte... zevk için kitap okusam neyse. işlerimden biri de kitaplarla ilgili yazmak... gerçi o zevk için olmuyor mu? oluyor tabii, zaten okuyacaksın kitabı, ilaveten bir de yazı döktürüveriyorsun ardından; arabaya binip senden uzaklaşan bir sevdiğinin ardından su dökmek gibi...
neyse, bulamadım işte kitapları. bulurum ama... neyse ki yazmaya başladım bakın... bugün blog okuyuculardından birinin bir sözü üzerine. tek cümleyle kendime geldim. iyi oldu.
daha da yazarım, birikmiş her şey, ama o zaman sıkılırsınız... türk kahvenizin yanında minik bir çikolata kaplı kurabiye olsun bu yazı. sonra, yarın belki, yine yazarım...
başka her şey için vakit var sanki; sanki durup şu harika ay'ı izleyebilirim, bir dolunay çünkü, tam yazdığım noktanın yanında. yanımda duruyor hatta, bana eşlik ediyor yazarken...
cam kenarı berjerindeyim. kırmızımsı, bordomsu,ama öyle rengiyle iddia saçan değil, aksine bulunduğu ortama tam uyum sağlayan, adeta bütünleşen, kimseyi rahatsız etmeden yaşayıp giden berjerlerimin birindeyim. kendime benzettiğim, o yüzden de pek sevdiğim berjerim evet, dolunaya bakıyor şimdi.
vakit erken ama. daha akşam yemeği yenmedi, sünger bob patrick'le gülüyor, duyabiliyorum. kanepemde minik insan, kanepemde huzur.
ben yazamıyorum evet, yazmam gereken şeyleri bile hatta... birkaçını büyük bir hızla yazıp "gönder" tuşuna basıyorum, bir kısmı ilgi bekliyorlar, bulamıyorlar... harflerin sahibi, o dosyanın efendisi ben, hayır, geri dönüp bakamıyorum bile yazdıklarıma, ya çok fena olmuşlarsa ve ya devam etmek zorunda kalırsam kaldığım yerden... tamam evet ,devam etmek zorundayım da, dosyayı açarsam vicdan azabıyla devam edeceğim, e bu da şahane bir sonuç doğurmayacak.... yazmak zorunda hissettiğim için yazacağım... bunu da istemiyor kalbim...
başka şeylere vaktim hep var ama... gerçi okumayı da bırakmıştım iki aydır. harfsiz harfsiz dolaştım yani. işin tuhafı fuardan yeni aldığım kitapları da birinci kattan dördüncüye taşınma sırasında kaybettim, eh, alametler...
kitapları, şimdi inanamadığım bir şekilde bir odanın bir dolabına tıktım... resmen... hani onlar gereksizmişler gibi, halının altına çaktırmadan süpürülen ev nesneleriymişler, tozmuşlar, topakmışlar, kirmişler, pismişler gibi.
taşınalı yeni eve iki hafta kadar oluyor. gelen biri "bu ev aynı ama" dedi görünce, gerçi bi salonu bilenlerden. "e evet aynı" dedim, içimden de dedim ki aynı ama çok farklı, kat çıktıkça daha ferahlamış sanki yüreğim...
mutfakta deli bir dolap istilası, her şey şimdi ilk kez yerli yerinde, üstüste durmak zorunda olan çanak yok mesela, birini çekerken diğerini devireceğim, lanet olsun "hesap kitabı" yok. bu bile bir ferahlık sebebi bana...
ama kitaplar, kitapların dolaba tıkılması sebebiyle yeni aldıklarım da kayboluverdiler işte... zevk için kitap okusam neyse. işlerimden biri de kitaplarla ilgili yazmak... gerçi o zevk için olmuyor mu? oluyor tabii, zaten okuyacaksın kitabı, ilaveten bir de yazı döktürüveriyorsun ardından; arabaya binip senden uzaklaşan bir sevdiğinin ardından su dökmek gibi...
neyse, bulamadım işte kitapları. bulurum ama... neyse ki yazmaya başladım bakın... bugün blog okuyuculardından birinin bir sözü üzerine. tek cümleyle kendime geldim. iyi oldu.
daha da yazarım, birikmiş her şey, ama o zaman sıkılırsınız... türk kahvenizin yanında minik bir çikolata kaplı kurabiye olsun bu yazı. sonra, yarın belki, yine yazarım...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)