Pazartesi, Haziran 28, 2010

öyleyse...

mermaid akşam'dan akşam'a olmasın demiş.. madem öyle durum raporu vereyim:

* havuz kenarındayız. bir yaz klasiği. ama elvin büyüdü. takipte değilim çok. nereye gittiğini, ne yaptığını haber veriyor, ben artık göz ucuyla kontroldeyim..

* zaten kocaman oldu teyzeleri, amcaları. yüzüyor, oynuyor, büyüyor...

* kitap okumaktan hala hoşlanmıyor. ne yapacağız bilemiyorum...

* yağmurlu havaları geride bırakmaktan mutluyum. yoksa bize yaz zor geçiyor...

* eric clapton ve steve winwood konserinin ardından geçen gün elvin'i hayatının ilk konserine götürdüm. emir kusturica ve no smoking orchestra. ilkler ne önemlidir, o konseri hayatı boyunca hatırlayacağına eminim. gerçi yarım saat sonra uykusu geldi ama olsun:))

* bu akşam da alphaville var. pek hoş!

* yazlık çocuklarının hepsinde bir scooter ve su tabancası. bu yazın çocuk trendleri bunlar!

akşam yazı2 / Teknede boş boş durmayacaksın!


'Herkes yelken yapabilir' bu haftanın korkutucu cümlesi. İnsan ister istemez geriliyor, herkes yapabiliyor ve ben yapamazsam ne olur sorusu Tiriliye'ye doğru sabah erken saatte arabamla yol alırken resmen kafamı kurcalıyor.


Pazar pazar o saatte yolda olmam için ya sportif faaliyetleri yaşam biçimi olarak bellemiş ya da deli olmam lazım. Ama görev bekliyor: Başlangıç seviyesinde yelken eğitimi alacağım ve size yazacağım...

Bu karışık duygularla gittim, limanda Sardina'yı buldum. Çeper Yatçılık'tan Eren (Çep) ve Nail (Erginer) Hoca teknede kursiyerleri beklemekte, deniz sütliman, rüzgar sıfır. İlk gelen kursiyer benim. Yola çıkmadan sorularımı mermi gibi sıralıyorum. Deneyim başlamadan öğrendiğim genel bilgiler şunlar: Çep ve Erginer iki haftada toplam 16 saatte yelkenciliğin temel eğitimini veriyorlar. İsteyen orta, ileri seviyelerde de kurslara katılabiliyor. Ancak 16 saatlik eğitimin ardından amatör denizcilik sınavlarına girecek kadar işin özünü de kapmış oluyorlar.

Kursiyerler tamamlanınca yola çıktık, istikamet Fıstıklı. Eren Hoca bütün kursiyerlere ayrı ayrı görevler veriyor. Biri dümende, bir başkası halat çekiyor, öteki yelken direğinin yanında. Anladığım şu: Teknede boş boş durmayacaksın, herkesin illa bir görevi var, o an yoksa da aradan üç dakika geçmeden olacak!

Ben bir önceki gün yapılanları kaçırmış vaziyetteyim, diğer kursiyerler pusula okumayı öğrenmiş, dümene geçmiş, iskele ne, sancak ne taraf, halatı saat yönünde üç kere dolamak nasıl bir şey, birtakım gemici düğümleri nasıl yapılır biliyorlar. Yahu ne çabuk öğrenmişler! Ben tamamen bana farklı bir terminolojinin içinden Tirilye açıklarına, içi rüzgarla dolması gereken yelkene bakıyor ve şaşırmaktan kendimi alamıyorum. Evet, yelkencilik enteresan bir faaliyet, deyim yerindeyse 'farklı bir kültür' ve koşturup duranları izlemesi de ne yalan söyleyeyim feci keyifli.

EĞLENCE KISA SÜRÜYOR...

Ancak bu eğlence kısa sürüyor. Yelkenliye adım atan herkes yerine göre gerekenleri yapmak durumunda. Bu yüzden bendenizin de dümene geçtiği, karşısında kerteniz noktası belirlediği ve arada pusulayı da kontrol ederek o noktaya gitmesi gerektiği anlar oldu. Bu misyon esnasında diğer kursiyerlerin de 'Yapabilirsiniz Ece Hanım' nidaları beni yüreklendirse de biri gelip şu dümeni elimden alsa demeden de edemedim tabii. Eren Hoca 'Biri gelip de almadığı müddetçe dümeni bırakamazsınız' dediğinden dümeni bırakamadım da... Yelkencilikten şunu anladım, rüzgarın gücüyle gideceksin ama rüzgara karşı gideceksin. Bol rüzgar olsun diye dilek tutacaksın... Diledin ama olmuyor mu? Rivayetlerin birinden medet umacaksın. Mesela 'Haydarrrr' diye bağırarak direği kaşırsan rüzgarın geleceğine inanan denizciler varmış. Bizim Haydar'a birkaç kez seslenmemiz pek işe yaramadı ama biraz motor desteğiyle iki yelken açıp kapamayla Fıstıklı kıyılarına Tirilye'den yaklaşık 1.5 saatte ulaştık.

Güneş tepede, tente açıldı, çaylar yapıldı. Böylelikle bir tekne kuralını daha öğrendik, sıcak içeceğini asla tepeleme doldurma, tehlikeli olabilir.
Ne oldukları konusunda bir fikrim olmasa da darapaz ve orsa seyirleri yapa yapa geri dönüşe geçtiğimiz sırada birden bütün bu işin matematik hesaplarının yanında inanılmaz ahenkli, hatta edebi, zarafet dolu olduğunu fark etmeye başladım.

YELKEN NE YAPMANIZ GEREKTİĞİNİ SÖYLER

Rüzgarın sesini dinlemek ne kadar içten gelen bir duyguysa, takım ruhuyla hareket etmek, zorluklara göğüs gerebilmek, doğru anlarda doğru karar alabilmek, bir motor sesi olmadan uçsuz bucaksız bir denizde yol almak, o sessizlikte hayatın cidden keyfini çıkarmak nedir doğrusu bu ya, birden fark ettim. Eren Hoca'nın şu sözü de kulaklarımdan çıkmadı; 'Teknenin bir omurga hattı var. Yelkenler omurgaya belli bir açıyla geliyor. Yelken size ne yapmanız gerektiğini söyler.'

Tüm yelken açmaların, toplamaların, halatı üç kere dolamaların, çözmelerin yelkene kulak vermekle, arzusunu yerine getirmekle ilgili olduğunu anlayıverdim. Tirilye'ye yaklaştığımızda ve kursiyerler tekneyi limana yerleştirmeye çalışırken anladım ki insan arkasına bakıp da dümen suyunu kontrol ettiğinde ve düz gittiğini gördüğünde, bir izbarço düğümünü doğru atabildiğinde kendini iyi hisseder. Öğrendim ve hissettim ki yelken işi biraz da 'his' işi. Birkaç saniye öncesinden ne yapacağını düşünebilme, kararlarını doğru verme işi. Anladım ki bu bana yıllar yollar kadar uzak duran iş, aslında hiç de yabancı değil. 12 metrelik Sardina'da 365 gün yelken öğrenme fırsatı var. Yaz-kış demeden bu işe gönül vermek mümkün. Deneyim kazandıktan sonra gelsin yelkenli yatlarla mavi yolculuklar, yelken yarışları ya da yat rallileri...

Sadece 16 saate harita üzerinde rota belirlemek, yatı limandan çıkarıp hakkını vererek seyir yapmak ve tekrar limana bağlanabilecek düzeye gelmek ilginizi çekiyorsa buyurun yelkencilik kurslarına. Sadun Boro 'İyi kaptan fırtına denize çıkıp, gemisini sağ salim limana getiren değil, fırtınayı görüp limandan ayrılmayandır' dermiş. Bu söz kulağınıza küpe olsun, hadi rüzgarınız kolaya olsun!
ECE ARAR

Cuma, Haziran 25, 2010

akşam'da ilk yazı

Acı yok Rocky!

Yeni bir şey öğrenmenin de, denemenin de yaşı yok... Yeter ki vakit ayrılsın, kafa hazır olsun, beyin 'Action!' desin, vücut onaylasın... Derken fikrin peşinden gidilsin, organizasyon yapılsın. İşe koyulsun kişi... Yazması bile yorucu. Ama hayır; tünelin ucunda 'iyi görünmek' gibi bir amaç var ise; ister tembel olun, ister çalışkan, iddia ediyorum yolunuz bir gün sizin de bir spor salonuna düşecek!

İlk yazının konusu resmen kendiliğinden geldi. Öğlen yemeğine otur, yanındakiler Power Plate'ten söz ediyor, bir yere git, kadınlar nasıl da sıkılaştıklarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Haftada üç seans gidiyormuşsun, bir ay sonra kendini tanıyamıyormuşsun!

Bu bir süredir böyle ama, yaz geliyor diye Power Plate tavan yapmış, herkes bir saat spor yapmak yerine 10 dakikada tüm kaslarını çalıştırmanın derdinde. Ama beni baştan uyardılar; dediler ki 'Dikkat! Öyle böyle bir çalışma değil. İnanılmaz ağrıyor her yerin, hareketler çok zor. Saniyeler geçmek bilmiyor...' Ben tabii bütün bunları duyunca koşarak kaçmak isteyen bir insanım. Spor yapmayan biri için acı dolu sözler bunlar. Ancak o ne? Bir TV haber programında Nefise Karatay, Power Plate yapıyor ve şöyle diyor; 'İnanılmaz rahatlatıcı. Çok dinlendim.' İşte konu bu; o rahatlıyor, ben düşüncesiyle geriliyorum.

Korkunun ecele faydası yok. NASA tarafından geliştirilen ve astronotlar yerçekimsiz ortamda hareket edebilsin, kaslarını çalıştırsın diye yapılan bu alet, 15 sene önce spor salonu formuna dönüşse de Türkiye'deki serüveni çok eski değil. Bunu şuradan da anlayabiliriz; Sevgin Sönmez Hoca şöyle diyor; '8 milyon nüfuslu Fransa'da binlerce Power Plate stüdyosu varken Türkiye'de sayı 25.' 'Şimdilerde beş dakika boş bulamazsınız stüdyoları' diyor hoca. Zira bu 'konsantre' çalışma hem bilinçli spor yapanların hem de sıkılaşmak, yağ oranını azaltmak, kas oranını yükseltmek isteyenlerin tercihi. 'Kısa sürede az efor ile etkili sonuçlar alacaksınız' cümlesi sihirli gibi. Her kapıyı açan cümlelerden. Hele şu hızlı yaşamak zorunda olduğumuz devirde...


HOCAYA ÇOK DİL DÖKTÜM AMA NAFİLE...
Ben de 'Deneyeceğim ve yazacağım, olay bu' diyerek attım kendimi Power Plate Stüdyosu'na. Sevgin Hoca'dan önce bu işin adının DKN Technology olduğunu, Power Plate'in de markalardan biri olduğunu öğrendim. Hoca'yı baştan uyardım; 'Hocam ben hayatında hiç spora yer ayırmayan bir insanım. Hocam ben şöyleyim, hocam ben böyleyim...' İstiyorum ki hoca bana acısın, beni yormasın.

10 dakika spor fikri illa ki cazip de, o 10 dakikayı bile acılar içinde geçirmeyeyim... Kemik yoğunluğunu, lenfatik drenajı, kolajen miktarını, kan dolaşımı hızını, oksijenlenmeyi, büyüme hormonunu artıran, stres hormonunu düşüren, sırt ve bel ağrılarını, selüliti azaltan, en azından bunu iddia eden bu NASA icadı cihaz beni hiç üzmesin...

'Kalp pilim yok, hamile değilim, varis, protez, yara, epilepsi yok hocam!' diyerek çıktım aletin üzerine. Hoca yandaki Power Plate'te hareketi gösterecek, ben benimkinde olaya 'katlanacağım'. Anladığım bu. Deneyecek olanlara şuradan şunu söylemem gerekiyor; 'Okuyucu... Benim gibi korka korka gitme stüdyoya. Hocalar zaten ilk olarak basit programlarla başlıyorlarmış.' Yani hoca öyle söyledi, 'Sizi ilk seansta zorlamayacağız, yapamayacağınız hareketleri yapmanızı beklemeyeceğiz'...

SANİYELER SAYMAKLA BİTMEDİ

Hafif bir rahatlama hissiyle çıktım alete. Hoca gösterdi, 'Kayak yapar gibi dur. Ayak şöyle, kol böyle, elde dambıl. Şimdi bir ayak yanda, öteki burada...' Bütün bunlar saniyeler içinde olmakta. Üstelik alet öyle bir titreşim yayıyor ki, sanki bütün vücudunuza çekiçler vurmakta, gözünüz illa ki geri sayımdaki rakamlarda. 'Acı yok Rocky' diye diye kendime, saydım ben de rakamları. 'hadi Ece, kaldı beş saniye...'
Bu nasıl kas çalışmasıdır bilmiyorum, bacaklar sanki yanıyor içeriden. Her hareket bitiminde insanının kendi kendini tebrik edesi geliyor. Elbette bir sonraki hareket başladığı anda yeniden derin derin nefes alma, yeniden 'Acı yok' nidaları...
Hoca 'Geçen gün futbolcu bir arkadaş geldi' diyor. Arkadaş fit, arkadaş sağlıklı, arkadaş sporun alasını yapmış. 'Bu ne ki? Ben bunu rahat rahat 10 dakika yaparım' demiş. İlk seansı olduğundan o BİLE yedi buçuk dakikada pes etmiş. Hoca senin üç-dört dakika yapman mucize demeye getiriyor da, nazik olduğundan 'Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla' yöntemine başvuruyor.
Neyse efendim, zaten ilk seans zorlarmış adamı, sonra açılırmış insan. İkinci seansta bile daha kolay gelirmiş hareketler, gitgide de dakika sayısı artar, vücut sıkılaştıkça kişi daha da memnun kalırmış.


DERSTEN TİTREYEREK ÇIKTIM
En basit hareketleri zar zor bitirince bende bir sevinç, bir sevinç, çıktım stüdyodan. Hocanın elini sıkıp gideceğim ama o da ne? Bir tuhaflık var. Yürüyemiyorum... Neden? Ayaklarım titriyor deli gibi. Niye? Power Plate 101 dersinden çıktım! Bir daha yapar mıyım diye diye, titreye titreye yürüdüm beş metre ötedeki arabama. Açtım kapıyı, oturdum. 'Yaparsın Ece, yaparsın' dedim sonra. Üç dakikalık ve kas oranını artıran, yağları da eriten başka bir alet yapmadıkları sürece şu an en konsantre iş bu. Yaparsın, yaparsın...

Sonra titrek bacaklarımla gelip yazımın başına oturdum. Spor yapmış ve kendini bu yüzden çok iyi hisseden her insan gibi gurur duydum kendimle. Bir aferini hak ettiğime karar verdim. Bir ödül? Kendime? Neden olmasın diyerek ısmarladım hamburger mönümü. Spor insanı acıktırıyor...

Perşembe, Haziran 17, 2010

yine akşam'dayım

bu pazardan itibaren her pazar okuyabilirsiniz. sevinçliyim ulusal medyaya döndüğüm için..

Çarşamba, Haziran 16, 2010

küçük ece'den mektup

elvin'in bir arkadaşı var; birinci sınıfta; ece.

öğretmenine bir mektup yazmış:

"sevgili öğretmenim. seni çok seviyorum. eminim sen de beni seviyorsundur. peki neden göstermiyorsun?"


bu mektubun yazıldığı öğretmeni biliyorum. ece'ye gönülden hak veriyorum. tanrı kimsenin ruhunu alıp gitmesin...

ruhu çoktan başka yerlere gitmiş, sadece bedenen var olanları da öğretmen yapmasın.

Pazartesi, Haziran 14, 2010

Yazarların İstanbul’u

Yazarların İstanbul’u zarif bir kitap, zarif bir proje. Kapağı özenli, içi özenli, fotoğraflarla bezeli. Bu anlamda biraz da arşivlik, saklamalık bir kitap yani. Hele derdiniz İstanbul’sa, bir İstanbul aşığı iseniz, koleksiyoneri iseniz alınması şart kitaplardan biri. Kitabın sunuşunda, “Kimi kaçsa da dönüp geldi yine. Ancak gitseler de, eminiz kibir parçaları hâlâ İstanbul’da, yedi tepeli bu kentin sokaklarında. Boğaz’daki vapurlarda, Üsküdar’ın arkalarından doğup Cihangir’in arkalarından batan güneşinde, kokusunda, rüzgârında, balıklarında, güvercinlerinde, yokuşlarında, erguvanlarında.” deniyor.

Zaten sadece yazarların değil, iflah olmaz tüm İstanbul âşıklarının dayanamayacağı sözler değil mi bunlar? Öyleyse Barbaros Altuğ’un bu projesinde yer alan yazarlara şöyle bir göz atalım biz de… İnci Aral örneğin bize kendi İstanbul’unu anlatırken; “Kentlerin, semtlerin de bir ruhu vardır.” diyor. Çengelköy’ü anlatan Aral’ın ardından Kürşat Başar ile Bebek var sırada. Başar, kendisini en çok mutlu eden şeyleri yaptığı listeye Bebek’i de almış mesela. Naim Dilmener şarkılardaki İstanbul’u yazmış, Nazlı Eray’ın Şişhane’sinin ardından Aslı Erdoğan’ın Galata’sı… Ayşe Kulin’in çocukluğunu bir öykü gibi anlattığı, su gibi akıp giden Narmanlı anıları da bu kitapta.

Perihan Mağden İstanbul’un sokak kızları ve köpeklerini anlatırken, Petros Markaris bizi Heybeliada’ya götürüyor. Markaris’in “Ada Boşluğu ve Bisiklet” yazısı öyle etkileyici, öyle büyüleyici ki kitap onsuz eksik kalırmış, bunu okuyunca göreceksiniz. Celil Oker’den hüzünlü bir Kapalıçarşı güzellemesi olan “Kapalıçarşı Rehber İstemez” isimli yazının ardından, Mehmet Murat Somer’den okuru da bir turist kılığına sokup dolaştırdığı nefis bir İstanbul öyküsü var sırada. Latife Tekin “Güneşi eriyerek batıyor İstanbul’un, gecesi denizden taşıp fışkırıyor.” diyor, Buket Uzuner gönülden bağlandığı kendi Moda’sını anlatıyor. Yazarlar hakkında kısa bilgilerle biten kitabın ardından okur bir dizi olsun bu proje istiyor. Bütün yazarlar anlatsın kendi şehirlerini… Her şehrin bir kitabı olsun… (Yazarların İstanbulu, Merkez Kitaplar)

Cuma, Haziran 11, 2010

renkli renkli

yaz tasarımıyla, yazı hatırlatan kitap arka planıyla karşınızdayım.

ee? nasıl başladı yaz bakalım?

Cuma, Haziran 04, 2010

kitaplar 5 lira! YENİ POST!!!!

evettt kitaplar geldi aşağıda. hepsi tertemiz, bazıları okunmamış gibi durmakta. tanesi 5 lira. seçin, bildirin, kargoya vereyim. siz kargo gelince havale yapın...

alınanları italik yaptım.

alta 5-6 tane daha ekledim.

mormermaid; kendi başına.., birlikte büyütelim, bir yaş, çocuk eğitiminde yapılan..., merhaba tembellik, bir annenin anıları, japon çocukların, çocuğun duygusal...

heidi; çocukların korkuları, annenlik sevgisi, mutlu çocukluğun sırları

bb; erkekler 1'e ayrılır, masum adam, çocuğum okula başlıyor, psikoterapiler, maraz, küçüğe bir dondurma

nihal; 100 dolap, ayvalık'ı gezerken, bir terapistin...

zilsiz zarife; erkekler neden aramaz, etklil hatırlama, bir annenin anıları, aşk, seks, tragedya, koruyucu meleğiniz....

chiydem; mediacat

doğru mudur:)) doğru diyenler ecearar at gmail.com a adres ve telefonlarını yazsınlar:)))

aslında arada gözünüzden kaçan iyi kitaplar var:))))


kolay gelsin... siz yine de onlar seçmeden de bildirebilirsiniz. iyi "yaz" okumaları şimdiden.

Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim- Üstün Dökmen

Duygu Yolculuğu- Laurence Sterne

Nurikabe- Michael Mepham

Bir Terapistin Arka Bahçesi- Alper Hasanoğlu

Kadınlar Dekameronu- Julia Voznesenskaya

100 Dolap- ND Wilson

Ayvalık'ı Gezerken- Ahmet Yorulmaz

Ya Şimdi Ya Hiç- Michael Ogden

Ölü Oyuncaklar- Stella Trevez

Miyase'nin Kuzuları- Üstün Dökmen

Dorsay'ın Penceresinden- Atilla Dorsay

Düş Günler_ Güven Turan

Türkçe Aşk Laçkadır- Burak Akkul

Masallar ve Gerçeklerle Reklamcılık- MediaCat

Öykü Yazma Teknikleri

Yazınsal Olarak Kısa Öykü- H.E Bates

Boğazkesen_ Nedim Gürsel

Yüksek Volüm- İlyas Başsoy

Hep Sonbaharı Yaşadık- Atilla Birkiye

Anokulu ve Kreş İçin Anne Baba Rehberi- Ayşe Güner

Aşk, Seks ve Tragedya- Simon Goldhill

Kendi Başına Düşünen Çocuklar Yetiştirmek- Dr. Elisa
Medhus


Yakutiler- Cihat Burak

Doğum Travması- Otto Rank

Eğitici Drama-Pervin Korkmaz

Vardar Rüzgarı- Selma Fındıklı

Boşanma Meleği- Jülide Sevim

Çocuğum Okula Başlıyor (İlköğretime Hazırlık)- Fatma Çiğdem Gökçen

Fark Etmeden Diyet- Selahattin Dönmez

Bütün Giritliler Yaan Söyler- Alphons Silbermann

Bir Defterden- Melih Cevdet

Mezat- Arif Nihat Dursun (roman)

Gönlümün Şirazesi Bozuldu- Hasan Özkılıç

Erkekler Neden Aramaz, Kadınlar Neden Unutmaz- Caroline Vimont

Erkekler 1'e Ayrılır- Emily Giffin (roman)

Öğretmenlerle Nasıl Başa Çıkılır- Peter Corey (komik.. çocuklara)

Ay Kaç Yaşında- Aytül Akal (çocuk)

Japon Çocuklarının Sevdiği Masallar- Florence Sakade (çocuk)

Güzel Günler Kitabı- Salih Mercanoğlu (çocuk)

Psikoterapiler- Prof Dr Cengiz Güleç

Sihirli Kentin Firarisi- Müjdat Sönmez

Koruyucu Meleğiniz Konuşuyor- Jonathan Cainer

Kaltak- Elizabeth Wurtzel

Alice Anoreksi Diyarında- Jo& Alice Kingsley

Birlikte Büyütelim- Prof Bengi Semerci

Çocukların Korkuları Vardır- Jan-Uwe Rogge

Annelik Sevgisi- Elizabeth Badinter

Etkili Hatırlama Teknikleri- Laird

Çocuğun Duygusal Sorunları- Dr. Lee Salk

Bir yaşındaki Çocuğunuz Büyürken

Mutlu Çocukluğun Sırları- Steve Biddulph

Bir Annenin Anıları- Janis Hogan

Çocuk Eğitiminde Yapılan Hatalar- Çetin Özbey


Annelerin Yüreğini Isıtacak Öyküler

Modern İran ve Afgan Öyküleri Antolojisi

Öğrenmenin Gücü- Klas Mellander

Sürgün- Michelle Paver

Küçük Şeyler 4- Üstün Dökmen

Batılı Gözüyle Türkiye- Ülkü Köksal

Ve Birden Mucit ortaya Çıkıverdi- G. Altshuller

Çocuklarıma Mektuplar- Antonio Gramsei

Maraz- hande Altaylı

Enformasyon Toplumu ve Türkiye- Veysel Bozkurt

Ay Çöreği- Mustafa Arslantunalı

Masum Adam- John Grisham

Şükür Defteri- Meral ceylan

Küçüğe Bir Dondurma- Tuna Kiremitçi

Hamilelikte Sağlıklı Beslenme- Dr. Allan Walker

Sara'nın Yüzü- Melvin Burgess

Son Sigaram* Adil Maviş (sigara bırakma kitabı)

Deniz Kabukları- Üstün Dökmen

Merhaba Tembellik- Corinne Maier

Mutluluk-Will Ferguson (roman)

Yeryüzündeki Amor- Hans Ulrich Treichel

Boşanma ve Çocuk Üzerine Etkileri- Yvette Walczak

Rekabet Etmeden Yaşamak- E. Çalkavur

Yöneticinizi Siz Yönetin- Anthony

Güle Güle Bebeğim- Arda Uskan

Uyumlu Şirket- Toffler

İş Dünyası Savaşları- James

Gerilim Altındaki Yönetici- Yates

Mükemmele Ulaşanlar- Heller

Teori Z- Ouchi

Sözsüz İletişim- Cooper

Gemisini Yürüten Kaptan- Golde

Meslek İntiharı- Cole

Zaman Tuzağı- Mac Kenzie

Başarısız Yöneticiler- Carthy

Tül- Berrin Karakaş

Güneş Her Yüreğe Değer- Ayşen Işık

Moks- Ahmet Şerif İzgören

Sinestezya- Jeffrey Moore

İndigo Çocuklar- Lee Carrol

Masallarve Gerçeklerle Reklamcılık

Çarşamba, Haziran 02, 2010

DAKTİLO, PC VE HAYAT


Facebook, Twitter olmadan hayat daha mı iyiydi? Daha da geriye gidelim, internet de yoktu. Cep telefonu yoktu, cep telefonu… Ama yaşıyorduk işte. İşlerimizi de yapıyorduk. Ama sanki şimdi cep telefonumuz olmasa işlerimizi halledemeyiz gibi şimdi, size de öyle geliyor değil mi?

Oysa biriyle buluşacaksak bir gece öncesinden haberleşirdik, saatler verirdik, “sakın geç kalma” derdik. Buluşma yerine giden bekler de beklerdi… Nasılsa gelir, gelecektir diyerek… Okuldaysak arabaların camlarına notlar bırakırdık, “Dersten çıkınca bir yere kaybolma, sinemaya gideceğiz” yazardık mesela. Cep telefonumuz yoktu ama not kâğıtlarımız, kalemlerimiz her daim hazırdı. Üniversite zamanlarında evi arayıp da bulamazlar, bizi merak ederler diye ailelerimizi gece dışarı çıkmadan arardık, eh sonra, ertesi güne kadar konuşamama ihtimaliyle nasıl uyurdular şimdi bilemiyorum…

Mini minilerin bile cep telefonu var bugünlerde. Okuma yazma bilmeyenler google’dan aradıkları oyunları bile bulabiliyorlar. Tüm elektronik aletleri şıp diye öğreniyorlar, bir şeyi bir kere anlatmak yetiyor da artıyor onlara. Büyül olasılıkla yeni kuşaklar beyinlerde bu elektronik bilgiyle doğuyorlar…

Oysa “bilgisayar” denen şey nasıl da uzak, nasıl da korkutucuydu bizim için bir zamanlar… Üniversite yıllarında evimizde bilgisayarımız yoktu ama okulda bilgisayar dersimiz vardı mesela. Ben acayip korkardım o dersten, haftada bir saatti ama ayaklarım geri geri giderdi. “ne yapayım bilgisayar dersini?” derdim içimden, öğrendiklerim bana ne zaman lazım olacak ve NİYE lazım olacak… Gerçi şimdi bile fikrim olmayan şeyler öğreniyorduk, MS-DOS yazılımları ve bir araya gelip de benim anlamadığım bir şeyler olan harfler, komutlar… Nasıl geçti zaman, nasıl?

Ah ben daktiloyla haber yazılana zamanlara da yetiştim , yaşım mı çıkacak şimdi ortaya? Önümüzde daktilomuz, masamızda bir adet telefonumuz vardı. Bolca samanlı kâğıdımız bir de… Habere gider, dönüşte daktilomuzla buluşurduk. Çat çat samanlı kâğıtlara haberimizi yazar, yanlış basılan harflerin üstüne “x” atar, çarpılardık. Sonra kâğıt ziyan olmasın diye de çaba harcardık. Haberin olduğu kısmı keser haber şefine götürürdük. Kalan kâğıdı da yeni bir haberde değerlendirirdik… Sonra bilgisayar geldi ve sanki hayat birdenbire hızlandı.

Sanki işler, hayat kolaylaştı ama size de öyle gelmiyor mu, yıllar galiba daha hızlı akmaya başladı…